Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

23 Ekim '08

 
Kategori
Kent Yaşamı
 

Pardon bakar mısınız, ben nereliyim?

Pardon bakar mısınız, ben nereliyim?
 

Olmak ya da olmamak...


Ben nereliyim şimdi?

Tatilde seyranda gidecek bir yerim yok; bağımın olduğu bir yer, bir paylaşımım, bir aitliğim yok, İstanbul'dan başka...

Bu beni 'İstanbullu' kılmaz mı?

Annemin ve babamın, büyüklerinin büyükleri bir kaç zaman önce, Osmanlı sınırlarının içinden ama Türkiye sınırlarının doğusundan ve batısından gelerek farklı yerlere yerleşmişler. O yerlerden biri de İstanbul'muş. Bir kısmı da zaten İstanbul'daymış.

Peki, bu durum beni nereli kılıyor?

Neden?

Bir yerden olmak; oranın yemeğini, müziğini, alışkanlıklarını, şivesini/lehçesini, görüntüsünü;

üzerinde, kanında, davranışlarında, tutumlarında, bağlantılarında taşıyıp yansıtmak değil midir ki?

Eh, ama benim böyle bir durumum yok işte, ben de tam bundan bahsediyorum...

Ben şimdi İstanbullu değil miyim? Değilsem nereliyim? Kaçırdığım ama farkedemediğim bir şey mi var?


***


Değişkendir İstanbul, günü gününe uymaz.

Gözler hep, bir şekilde üstündedir.

Bir tarafında fırtına varken, başka bir tarafında, hatta gözünüzle görebildiğiniz bir yerde piknik havası olur.

Siz deniz kenarındasınızdır meselâ, olduğunuz yer günlük güneşliktir. Karşıya bir bakarsınız; üstünde kara bulutlar vardır. Belli ki yağmur yağmaktadır ve hele sonbahar ise mevsim, kesin orası kara kış gibidir.

Üstelik bir de muhtemelen trafik birbirine girmiştir ki, o bambaşka bir yazı konusudur.

Herhangi bir mevsimde, bir iki saat içinde denizin rengi de, gökyüzünün rengi de; mavinin ve grinin tüm tonlarını sırayla alabilir.

Hele deniz ve gökyüzü gri iken, martının kanadı ile denizin köpüğü, bir de vapurun beyazı nasıl bir beyazdır öyle! Hayret edersiniz, fırçada fazladan beyaz kalmış da oralara sürüvermişler gibi.


***


Bir tarafında acı veren sahneler yaşanırken bu şehrin (babası ve ağabeyi tarafından kaynar sularla haşlanan ve hiç bir şey olmamış gibi davranılan genç bir kızın öyküsü gibi, örneğin), kamerayı aynı anda diğer taraflara çevirirseniz, sefahat içinde insanlar, ortamlar görürsünüz; tam da o dizilerdeki, filmlerdeki gibi.

Zaten, İstanbul'da;

Almanya'ya işçi olarak giden ve bir kaç nesil boyu zorluk yaşayan, bu yüzden kendini ne onlardan ne bizlerden hisseden, arada kalmış vatandaşlarımızın hayatlarının bir kopyası yaşanmakta değildir de nedir?

Göç alan İstanbul, göç eden ailelerin/çocukların neler yaşadığının ne kadar farkında, emin değilim...

Köyden/kasabadan bu kalabalık şehre geldikten sonra,
bir göz odada, yokluk içinde, bir kaç çocuğu beraber büyütüp,
bir şekilde elde ettikleri eğitim olanakları ile çocuklarını
farklı yaşamlara ve toplumsal statülere ulaştırmayı başaran vatandaşlarımızın psikolojilerinden haberi var mı acaba bazılarının?

Bir de; onların, yokluk döneminde komşusu olan ancak aynı olanaklara ulaşamayan vatandaşlarımız var;
taşı toprağı altın diye, bir umutla Şehr-i İstanbul'a teşrif eden
ama ölene kadar kendisi de, büyüttüğü çocuğu da apartman merdiveni silmek zorunda kalan...

Hayatları farklı yönlerde gelişmiş olan bu iki göç etmiş komşu hanenin, birbirleri ile akşamları yolda ya da yan bahçede/balkonda karşılaştıkları zamanki duyguları, düşünceleri peki?..

Hastalıklar ya... Aynı akıl, ruh ve/veya beden hastalığından muzdarip iki farklı sosyal statüden insanın
yaşayabilecekleri/yaşadıkları şeyleri burada anlatmak beni çok üzer şu an. Hatta bire bir şahit olduğum şeyleri...


***


Bütün bunların farkındalığı ile yürümekteyken şehrin göbeğinde;

bir taraftan müzik notaları, seminer konuşmaları, kültür sempozyumları, binbir türlü yerli-yabancı insan seli akarken; diğer taraftan okula gidemeyip dilenmek zorunda olan güzel, kocaman gözlü çocuklar geçer yanınızdan.

Güneşin batmasıyla ve gecenin inmesiyle de, karanlığa saklanır tüm hengâme ve gece dışarı çıkmaya hazırlanan şık bir dişidir artık İstanbul.

Ama her zaman yalnız ve mağrur.

Aslına bakarsanız, fethettik de ne oldu Allahaşkına? Yok, içinden deniz geçen tek şehirmiş (bak o zaman denizine, temiz tutmayı becer!), yok iki kıtayı köprüyle bağlayan tek şehirmiş (kedi olalı bir fare tuttun da ışıklandırdın, geceleri en azından bir nebze hoş görünüyor artık. Umarım bakımını da gerektiği gibi yapıyorsundur, güvenmiyorum da, üzerinize afiyet!)... Yıprata yıprata bitiremiyoruz, bakamıyoruz, bilemiyoruz değerini, saçmalamak adına ne yapacağımızı şaşırıyoruz...

Bu durumda ('ki tutmayın beni yazacağım akşama kadar' psikolojisine girmiş bulunuyorum, doğal olarak)İstanbullu olmanın, bireyin üzerindeki duruşu nasıl oluyor dersiniz?

İnsan yeterince dingin, durgun, tatminkâr, sorgusuz, suâlsiz nasıl yaşayıp gider burada? Tüm güzellikler ve olanaklar ile çirkinlikler ve olanaksızlıklar bu kadar uç noktalardayken?..

Pahalılık deseniz, yolda geçirdiğiniz vakit deseniz, herhangi bir 'belini doğrultmuş' (!) ülkede bulabileceğiniz konfor deseniz, gündemdeki kişiler, mekânlar deseniz... Ay of, deseniz de deseniz, sonu yok ki... İllâ bir yerlerde, bir şekilde, kısa devre durumları vuku buluyor ya da bulayazıyor...


***

Bu şehri sevmemenin, alışmamanın imkânı yok. Hele burada doğmuşsanız ve başka gidecek bir yeriniz yoksa! Bu yüzden sağa sola seyahat etmek, orada burada yaşayıp tekrar buralara dönmek ve herşeyden biraz biraz bilmek ya da öğrenmek istemek kaçınılmaz oluyor.

Bunun sonucunda da, başka ülkeleri bir kenara bırakıp karış karış memleketi gezmek ihtiyacına giriyorsunuz. Bir arkadaşım, 'Siz farkında değilsiniz ama tüm Türkiye İstanbul'muş gibi davranıyor herkes... Biz televizyonda hep sizi ve sizin oralarda olanları, yaşayanları, çekilenleri izliyoruz. Herkes, herşey orada' demişti bir zamanlar...

Tüm ülkeyi elimden geldiğince ve ortamın giderinde (turistik gezideymiş gibi olmamaya çalışarak) gezmeden rahat edemeyeceğimi anlamış bulunuyorum, çoktan.

Neyse, böyle işte...

Herkese sevgiler,
ASLI

-

 
Toplam blog
: 61
: 937
Kayıt tarihi
: 20.09.08
 
 

Yazmak sorumluluk istiyor. Zor iş, başka bir alem. Yaşamın ta kendisi gibi. ..