Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

29 Ocak '16

 
Kategori
Öykü
 

Parfüm de Koksa Hüzün

Parfüm de Koksa Hüzün
 

“Anne, önümüzdeki hafta Grasse’ta bir konferansa katılacağım. Sen de gelsene; Fransa'yı koklarsın, değişiklik olur.”

Neredeyse yarım asırdır Warnemünde’de yaşıyorlardı. Ülkenin en güneyinden en kuzeyine, Friedrichshafen’dan Rostock’a gelmeyi oldukça yadırgamıştı başlarda; ama sevdiği erkekle birlikteydi ve babası da beni düşünme, git kızım demişti. Kader onları Rachmaninov konserinde yan yana oturtmuştu. 2.Senfoni'nin ikinci bölümünde birbirlerine bakmış, gülümsemişlerdi. Konserden tiyatroya daha da tutkulu hale gelen aşkları sanat aşkının önüne geçip onları kiliseye taşımakta gecikmemişti. Karlı bir kış günü evlenmişlerdi Kiefer’la. Zaman hızla akmış, kızları Liezel’ın gelişi evlerini neşe panayırına çevirmişti. Büyüdükçe güzelleşen, akıl oyunlarıyla şaşırtan Liezel her ikisinden de bir şeyler almıştı; mesela, babası gibi bakarken annesi gibi konuşuyordu; ama kokulara olan merakı genlerinden geliyordu.

Uzaklara daldı. Bu şehrin denize serilen gün batımına bayılıyordu. Baltık'a bakan bordo berjer koltukların yeri hiç değişmemişti. Kahve keyfine mutlaka naneli Rumple Minze de eşlik ederdi. Kiefer’ın hastalığı süresince de bu ritüeli bozmamışlardı. O, kadere inanan bir erkekti ve tedaviyi reddetmişti. İlaçların onu çirkinleştirmesine, o görüntünün Nixie’nin zihnine yerleşmesine izin vermemişti. Huzur içinde kaparken gözlerini sonsuzluğa, güneş batıyordu yine; elleri Nixie’nin dudaklarındaydı.

Babasının ölümünden çok etkilenmişti Liezel; ama iyi ki Nixie vardı. Anne kız daha da bağlanmışlardı birbirlerine. Annesi kadar şanslı değildi Liezel, hayatının aşkına rastlayamamış, evlilik umutlarını rafa kaldırmıştı. Kendini çok sevdiği işine vermişti. Aromalar üzerinde yaptığı gen transferi çalışmalarıyla tanınan bir farmakolog ve Kozmetik Bilimi profesörüydü; ülkeden ülkeye dolaşarak konferanslar veriyor, meslektaşlarını aydınlatıyordu.

Bazen kızını anlamakta zorlanıyordu Nixie. Bilmediği bir ilişkiydi çünkü. O, annesini hiç tanımamıştı. Babasının anlattığı kadarını biliyordu. Teğmen Erhard 1940 haziranında Paris’e ilk giren Alman birliğindeydi. Annesi Vivien ile 1943’te tanışmıştı ve Vivien onu doğururken hayatını kaybetmişti. Sararmış bir de küçük resim vermişti babası. Liezel’ın, anneannesine benzediğini söylemişti.

*****

Fransız Rivierası’nın mis kokulu kasabası Grasse’a üçüncü gidişi olacaktı Liezel’ın. Nixie’yi de ikna etmiş, iki günlük seyahatini beş güne çıkarmıştı. Parfüm fabrikalarını, özellikle Fragonard'ı ve parfüm müzesini gezecek, la vieille ville'in 17. yüzyıldan kalma sokaklarında kaybolacaklardı. Emindi, bu seyahat annesine çok iyi gelecekti.

Yağmurlu bir havada terk ettiler Rostock’u, pırıl pırıl bir havada indiler Nice’e. Öyle hoşuna gitti ki Nixie’nin, “Buraları bilsek, yaşar mıydık bizim oralarda!” bile dedi. 45 dakika sonra Hotel Le Patti’deydiler. Aslında konferans başka bir oteldeydi; ama Nixie o curcunanın içinde kalmak istememişti. Aldığı yemek davetine rağmen Liezel o akşam annesinden ayrılmadı. Babasını çok özlüyordu ve annesinin de duygulu olduğu anlarda Kiefer’ı konuşmak onlara iyi geliyordu.

Sabah erkenden kalktılar. Liezel'ın gün boyu programı doluydu. Muhtemelen akşam yemeğinde de birlikte olamayacaklardı; ama sonraki günler annesinindi. Beraber çıktılar otelden. Nixie de çevrede biraz dolaşacaktı, yorulursa da otele dönecekti.

Otelden henüz uzaklaşmıştı ki yüzüne bir tebessüm yerleşti Nixie’nin. Her sokaktan ayrı bir çiçek kokusu geliyordu sanki. Tiyatro binasının önünden geçip sola döndü. Küçücük dükkânları, butik parfümerileri, sebze-meyve tezgâhlarını, ahşap panjurlu rengârenk evleri, çamaşır sarkan balkonları, güler yüzlü insanları hayranlıkla izleyerek yürüyordu daracık sokaklarda. Rue du Thouron’a girdiğinde karşısına çıkan minicik kafenin önünde durdu. Pötikare örtülü masalarıyla öyle şirin görünüyordu ki pastel yeşil-oranj duvarların davetini duyar gibi oldu. Belki de bir kahve içse iyi olurdu; ama içeriye geçecek, otantik havayı soluyarak yudumlayacaktı. Adımını atmıştı ki altmışlı yaşlarında bir kadın dışarı çıkarak -içi gülen gözlerle- hoş geldiniz dedi.

Vitray süslemeli ahşap pencerenin önüne oturdu. Duvarlar müşteri övgüleri ve siyah beyaz fotoğraflarla doluydu. Köşede bir gramofon ve yanında da plaklar vardı. Édith Piaf’tan Chanson D'amour’u dinlemeyi ne kadar isterdi.

İki eliyle tuttuğu menüyü uzatan kadına, “Menüye gerek yok! Espresso ve nane likörü rica ediyorum.” dedi.

Beklerken etrafa göz gezdirmeye devam ediyordu. Karşısındaki duvarda Fransız bayrağı asılıydı; ama beyaz kuşağın üzerindeki iç içe geçmiş iki haç sembolüne anlam veremedi.

“Almansınız galiba!” dedi kadın kahve ve likörü masaya koyarken.

“Evet, kızımın konferansı nedeniyle geldik ve ben hayran kaldım kasabanıza. Ne kadar şirin bir kafeniz var, büyülendim adeta. Sahi, şu bayrağı anlayamadım! Bu arada, benim adım Nixie.”

“Benim de Adriene. O bayrak, Özgür Fransa Ordusu bayrağı. 2. Dünya Savaşı’nda ülkemizi Alman işgalinden kurtarmak için mücadele etmişler. Sanırım bayrağın üzerindeki işareti merak ettiniz. O, Croix de Lorraine yani Lorraine Haçı. Fransa’nın özgürlüğünü, Nazilerden kurtuluşunu ve De Gaulle’e bağlılığı ifade eder. Babam da o ordunun kahramanlarındandı. Kafemiz elli yıldır burada. Annem ve babam çok sevilir ve özellikle onların kahvesini içmek ve babamın anılarını dinlemek için gelirdi insanlar; ama babamı kaybettik ve annem de çok yaşlandı artık. Son 5 yıldır aşağıya inemiyor. Kafenin üstü de evimiz. Koltuğunda anılarıyla yaşıyor. İnsanın hayat arkadaşını kaybetmesi sanırım ruhun bambaşka kapılarını aralıyor. Bana ihtiyacı olduğu zaman da bastonunu yere vuruyor.”

“Anlıyorum. Böyle bir yerde insanın ömrü uzarsa da yaşlılık zor ve benim için de o günler uzak değil. İşinizle evinizin bir arada olması ne hoş! En azından, trafik nedeniyle işe yetişememe korkunuz yok. Peki, size yardım edebilecek kardeşiniz, çocuğunuz filan yok mu?”

“İki oğlum var. Biri Lyon’da, diğeri de Londra’da yaşıyor. Kafemiz ufak zaten ve ben rahatlıkla idare edebiliyorum. Annem bir ablam olduğunu söylüyor da ben hiç görmedim!”

“Nasıl yani, neden görmediniz?”

“Gerçi babamız bir değil; ama yine de ablam işte! Annem o zamanlar Alman İşgal Kuvvetleri’nden bir subaya aşıkmış ve ablam doğduktan iki gün sonra Almanlar yenilerek Paris’ten çekilmiş ve adam da ablamı hastaneden kaçırarak Almanya’ya götürmüş. Annem mahvolmuş tabii. Günlerce, aylarca ağlamış; başvurmadığı yer kalmasa da sonuç çıkmamış. 1948’de babamla tanışıp evlenmişler. Yüzü güler annemin; ama hüzün hep onunladır. Kahvenizi içtikten sonra bir iki dakika uğramak ister misiniz?”

“Tabii isterim. Çok üzüldüm annenize. Ne zor günler yaşamış. O’na nasıl hitap edebilirim?”

“Vivien, adı Vivien.”

 

 
Toplam blog
: 462
: 1159
Kayıt tarihi
: 07.03.09
 
 

Ne güzel bloglar yazdık, ne muhteşem dostluklar kurduk; onlar kaldı baki... ..