Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Yıldırım Çakmak

http://blog.milliyet.com.tr/zin

03 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Parkta bir gün

Parkta bir gün
 

Hikâye değil mi bu? Bir adam varmış. Yo, özel biri değilmiş. Bu adam, ismi önemli değil, herhangi biriymiş ve hayatı da herhangi bir hayatmış. Bir yakını Nazi ölüm kamplarından birinde esir düşmemiş, hayatının aşkı kansere yakalanmamış, banka soygunu planlamamış, peşinde onu kovalayan kimse de yokmuş. Size onunla ilgili verebileceğim merakınızı uyandıracak, kendinizle özdeşleştirebileceğiniz, en azından küçük birkaç kırıntı, alıp kullanabileceğiniz ve "işte adamla ilgili çarpıcı durum bu olmalı" diyebileceğiniz bir bilgi olmasını isterdim, ama yok. Şimdi de yok, hikâyenin sonunda da olmayacağını şimdiden açıkça söylüyorum. 

Şimdi bazıları gözlerini kırpıştırarak okumayı bıraktı, etrafına bakınıp 'Yapacak daha önemli bir işim yok muydu?' diye düşündü ve bazıları ise yazının son cümlesine gitti, yazının kalanını okumanın iyi bir fikir olup olmayacağına karar vermek için. Bu herkesin başvuracağı bir hile değil; bunu yapmayanların bir şey kaçırmadıklarını söyleyeceğim, çünkü son cümlede hikâyenin gizini ortaya dökecek ilginç bir şey yok. Tabi eğer her gün gördüğünüz sıradan şeyler, söz gelimi bir ağaç, aklınızı başınızdan alıyorsa o zaman başka... 

O hâlde neyin hikâyesi bu? Elbette bunu sormaya hakkınız var, ve hikâyenin konusu da bu. 'Nasıl?' Burada ben sizin artık sinirlenmeye başlamış olmanız ve sabırsızlığınızla eğlenerek gülümsüyorum. 'Ne?' Bunu yaptığım için kaba olduğumu düşünmeyenlere teşekkür ederim. Diğerleri, ki tahminimce onlar az önce son cümleyi okuyanlarla aynı kişiler, rahatlasınlar çünkü hikâyenin konusu bu. 'Efendim?' Adam, şey… Aslında bu bir kadın da olabilirdi. Pekâla konuyu dağıtmayalım, ama siz ne demek istediğimi anlamış olmalısınız. Adam dünyadaki herhangi bir adammış ve herhangi bir hayat yaşıyormuş ve bunda bir yanlışlık olması gerektiğini düşünüyormuş. Bu arada, dikkati dağılanlar için: Hikâye başladı. 

Adam hakkında somut birkaç şey söyleyeyim ki kanlı-canlı birisi olsun. Fakat yine de hayâllerine ve daha kötüsü hayâl kırıklıklarına girmeyelim. Çünkü gerçekten hikâyeyi o yaşıyor olsa da aslında bunlar onunla ilgili değil. Pekâla, bakalım… O, parkta yürümeyi, bir fincan iyi kahve içmeyi ve bulutlu havaları seviyordu. Eşi benzeri olmayan özel biri olması gerektiğini düşünüyordu. Buna emin değildi, ama öyle olmasını umuyordu. Zaman zaman başka soru işaretleri de olurdu kafasında. Bunlar ona bir matkabın, oyduğu duvara verdiği rahatlığı verirdi. Bu soruların hepsi değil ama sadece bazıları şunlardı: Ben kimim? Gerçek aşk nedir? Doğru mesleği mi seçtim? Haftada en az kaç kez et yemeliyim? Dua etsem Tanrı duyar mı? 

Cevabından en az şüphe duyduğu konu özel biri olduğuydu. Bir şekilde öyle olduğuna dair güçlü hisleri vardı fakat, sadece bunun sebeplerini tam kestiremiyordu. Bazen sabahları kahvaltı ettikten sonra aynanın karşısında durup kendini incelerdi. 'Beni özel yapan şey acaba burnum olabilir mi?' diye kendi kendine sorup parmağıyla burnuna dokunurdu. Kararsız kalıp işe gitmek için evden çıkana kadar bir süre başka yerlerini de incelerdi. 

Bazen yolda şöyle düşünürdü: 'Belki beni özel yapan şey insanların bana imrenerek bakması ve beni koşulsuzca sevmeleridir.' Ne zaman böyle düşünse o gün en az sekiz kişi ona kötü davranırdı. Bazen işe giderken şöyle düşündüğü olurdu: 'Belki beni Tanrının sevgili çocuğu yapan şey çok akıllı oluşum ve her şeyi çok iyi yapışımdır.' Ve ne zaman böyle düşünse o gün en az on yedi tane hata yapardı ve cevap veremediği en az dört soru olurdu. Cevapları içtenlikle ve ısrarla arıyordu ama karar vermeye çalıştığı her seferde kafasının içinde bir sürü arı vızıldayarak uçuyordu ve bu kargaşa düşünmesini engelliyordu. Bazı günler ise pes eder gibi olur ve 'Aslını bilmek istediğim çok önemli sorular var ama şu kesin ki asla öğrenemeyeceğim, ' diye düşünürdü. Ne zaman aklından böyle mutsuz bir düşünce geçse o gün etrafında en az dokuz tane mucize gerçekleşirdi ve o hepsini kaçırırdı. 

Bir gün evinde pencereden dışarı baktı, hava bulutluydu. Yanına içindekini sıcak tutan bardaklardan birine koyduğu kahveyi alarak parka gitmek üzere dışarı çıktı. Parkta yürürken bir su birikintisine basınca paçaları ıslandı. Paçalarının çamur olduğunu görünce 'Aah, olamaz, ' dedi. Eliyle silkeledi, sonra ceplerini karıştırdı. Bir tane kağıt mendil buldu, onunla kurulanmaya çalıştı. Dalgın bir biçimde bastığı çamur birikintisine bakıyordu. Spor giysiler giymiş sarışın genç bir kadın yanından koşarak geçti. Birkaç adım sonra geri dönüp adamın yanında durdu. 

"Bir şey mi düşürdünüz?" diye sordu. Adam cevap vermedi. 

Sessizlik uzadığında kadın belki anlamıştı, belki de anlamamıştı, ancak adam onu duymamıştı. Aslında, yanında birisinin durduğunun bile farkında değildi. 

Kadın, "Neyse." dedi ve koşusuna devam etti. 

Adam, genç kadın yanından ayrılır ayrılmaz daldığı yerden geri geldi. Arkasına dönüp kadına baktı. Bir şeyler söylediğini hayal meyal hatırlamaya başladı. Birden bire böyle dalıp gitmesini biraz tuhaf bulmuştu. Sanki suya bakarken dikkati dağılmasın diye görünmez bir el uzanıp birkaç saniyeliğine zihnini kapatmış, kadın gidince tekrar serbest bırakmıştı. 'Ne önemi var?' diye düşünürken başını iki yana salladı. Bu düşünce, ve diğer tüm düşünceler aklından vakumla çekilmiş gibi siliniyor, sadece su birikintisine bakmak isteyen boş bir zihinle kalıyordu. Bir yanı bu halini komik bir biçimde saçma bulmak isterken, daha güçlü bir yanı bu düşüncesizliğin içine yaydığı tatlı huzurla dolmak istiyordu. Sanki o an dünyada bu çamurlu sudan daha önemli hiçbir şey yoktu. Küçük bir çamur birikintisi, daha büyük bir şey olabilir miydi? Şimdiye kadar sorularının cevaplarını aklına gelen her yerde aramıştı, güvendiği bir cevap bulamamak için. Acaba bunun nedeni cevapların aklına gelmeyen bir yerde olması olabilir miydi? Bir çamur birikintisi gibi... 

Su, içinde yüzen çamurla bulanıktı. Bir dakika önce ayakkabısı oraya girdiğinde toprağı kaldırmış, suyun içine dağıtmıştı. Şimdi zerreler ağır ağır dibe iniyordu. Hipnotize olmuş gibi seyrederken, aklının hâla açık olan bir köşesi ağaçların yapraklarının hiç kıpırmadığını fark etti. Bulutlu bir hava olmasına rağmen en ufak bir esinti yoktu. Doğa, durulmaya başlayan su parçasını rahatsız etmek istemiyor gibiydi. Kısa bir süre sonra su, musluktan bardağa doldurulmuş gibi temizdi. Son toprak taneciği yere inince kelimenin tam anlamıyla duru olmuştu. O anda sert ve serin bir rüzgâr esti ve başının üstündeki dalları salladı. Ardından ortaya çıktığı kadar ani şekilde kesildi. Başını kaldırıp yukarı bakınca yeşil yaprakların arasından çok küçük bir şeyin adeta süzülerek düştüğünü gördü. Kendi etrafında dönerek, çok yavaş düşüyordu. Nefes alış verişlerini yavaşlatıp hareketsiz durmaya çalıştı. Sanki nadir bir tür kuş onu görmemiş, son derece temkinli bir şekilde ağaçtan yere iniyordu ve eğer ani bir hareket yaparsa ürküp kaçacaktı. Başının hizasına gelince bir tohum olduğunu gördü. Küçücük, yuvarlak tohumun üstünde bağlı olduğu tüy gibi bir parça vardı. Bu parça paraşüt görevi görüyordu ve havada çok hafif bir hareket olsaydı tohumu başka yerlere taşırdı. Fakat koptuğu dalın tam altına, su birikintisine iniş yaptı. Adam artık rahatlayabilirmiş gibi derin bir nefes aldı. Suyun üstündeki tohumun yolculuğunu tamamlamak için bir şey gerekiyordu ve o bunu fark edince yerden bir avuç toprak alıp nazikçe tohumun üstüne bıraktı. Yorgun ama huzurlu hissediyordu. Yakındaki ağaçlardan birinin gövdesine sırtını dayayarak çimenlerin üstüne oturdu. 

Adam, dışından kendi kendine konuşmaya başladı, sesi çok önemli bir şey keşfetmiş olmanın verdiği türden ağırbaşlı bir heyecanla, fısıltı gibi çıkıyordu: "Sakince durduğunda, hiç çaba göstermediğinde, her şey duruldu. Su hazır olduğunda, tohum geldi. Ve tüm o kaos… Dışarıdaki kaosu kullanabilirsin, tohumun üstünü örtmek için… Sadece sakince oturmak gerekiyormuş." Ve adam, o akşam hava karardıktan saatler sonra bile orada sakince oturacak, kalktığında cevapları nerede araması gerektiğini biliyor olacaktı. Koşucu atleti ve şort giymiş kadın parkın etrafında dönmüş olmalıydı, çünkü aynı noktaya doğru geliyordu. 

Yerde oturan adamı görünce yavaşladı ama durmak konusunda kararsız görünüyordu. İyice yaklaşınca gözgöze geldiklerinde adam öyle içten ve sıcak gülümsedi ki kadının tereddütü kızgın tavaya bırakılmış tereyağı gibi hemen eriyiverdi, durdu. 

"İyi misiniz?" diye sorarken şimdi o da gülümsüyordu. Parkta tanımadığı bir yabancıya gülümsüyor olmak huzursuz hissettirmeliydi ancak havada insanın içine nüfuz edip huzurla dolduran bir şey vardı sanki ve istese bile gülümsemesine engel olabileceğini sanmıyordu. 

"Çok iyiyim, sağolun. Ya siz?" diye cevapladı adam. 

"Ben de iyiyim. Koşuyordum ve sizi orada görünce, daha önce de burada duruyordunuz. Başınız filân mı döndü diye merak ettim." Bunları söylerken yüzünde artık gerçekten büyük bir gülümseme vardı. "Peki o zaman, ben gideyim." dedi. 

Adam oturduğu yerden ona el salladı. Kadın da el sallayarak karşılık verdi ve koşmaya başladı. Hala gülümsüyordu, adamla konuştukları o kısacık süre içinde kendini hayat dolu ve enerjik hissetmeye başlamıştı. Daha uzun süre koşabilecek gibiydi ama aklına daha iyi bir fikir geldi ve parkın en yakın çıkışına doğru yöneldi. Caddeye ulaştığında koşmayı bırakıp kaldırıma çıktı. Büyük kentin nefret ettiği araba kornaları, parlak ışıkları, yanından geçen kalabalık insan topluluğu ve sinirlerine dokunan diğer her şey o an kusursuz bir biçimde birbirini tamamlayarak ahenk oluşturuyor gibi geliyordu. Etrafına bakındı ve aradığı şeyi yolun karşısında gördü. Az sonra bir telefon kabinindeydi. 

Ahizeyi kaldırıp tuşlara bastı. 

- Efendim? 

- Benim, sevgilim. 

- Merhaba! Nasılsın? 

- İyi. Buluşabilir misin? 

- Tamam, bir plan var mı? 

- Evet var. Seni sevgiye boğmak istiyorum. Nasıl buldun? 

Kısa bir sessizlik. 

- Kulağa hoş geliyor. Bunu tam olarak nasıl yapacağını sorabilir miyim? 

- Sorabilirsin, ama şu an ben de bilmiyorum. Buluşunca ikimiz de öğreneceğiz. 

Tam ahizeyi yerine bırakmak üzereyken tekrar kulağına götürdü. 

- Orda mısın? 

- Evet? 

- Daha sonrası için bir planım var aslında. Bir gün benimle, bir ağacın altında oturmak ister misin? 

Herhangi bir kadın bir telefon kabininden çıktı, yürümeye başladı. Bunun herhangi bir gün olmadığını hissediyordu. 

 
Toplam blog
: 4
: 621
Kayıt tarihi
: 17.11.10
 
 

1982 doğumluyum. Yazmak bana kendimi tamamlanmış hissettiriyor...