Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Temmuz '07

 
Kategori
Öykü
 

Paylaşma İsteği

“ Bütün yollar, düşler kainatın bir yerinde, uçsuz bucaksız yemyeşil vadide sırçadan inşa ettiğin görkemli şatolarda son buluyordu... Bir gün bu serap ülkende gün ışığının keskin ışığıyla uyandığında, üç beş parayla satın aldığın anlık sevdalarından kalan, bedeninle bütünleşen boyunduruğunla baş başa kalıverdiğini anladın... Bunun içindir ki; defalarca bahçemden topladığım beyaz güllerden yaptığım buketle, ardına kadar açık kapının önünden sana sezdirmeden vazgeçip geri döndüm...

Bir an kalemi bırakıp etrafına bakındı. Henüz hiç kimse yoktu... Rahat bir nefes alarak yazmaya devam etti...

“Yalan üstüne yalan...”

Uzun boylu, atletik yapılı genç adam, kalemi bırakıp cüzdanını açtı; içinden herkesten gizlediği arkadaşının vesikalık resmini çıkararak çakmağıyla tutuşturup kül tablasına bırakıp ağır ağır yanışını seyretti... Yüreği yanıyordu... Tekrar kalemi eline alıp, yazmaya koyulmuştu...

“Sana sitemim yok, yalnızca canım acıyor... Nerde olduğunu da bilmek istemiyorum... Tıpkı bir şeytan örümceği gibisin; hiç olmadık bir anda çıkan şiddetli rüzgarı fark etmene rağmen; ağını örüp, narsis duygularını engellemeyip şiddetli rüzgarın önüne bırakıvermiştin kendini... Som altın dağlardan geçip, yalancı altından yapılmış yer yer çürümüş elemgenin alt tarafına takılıvermiştin... Sonra; ölümün uzun yolculuğuna bir gece ansızın çıkıvermiştin...”

Genç adamın içi burkulmuştu. Sandalyeden yavaşça kalkıp ağır adımlarla sahilde birkaç adım atarak ani bir kararla elindeki anahtarları denize atıp, durağa doğru hızla yürümeye başlamıştı... Bir an önce evine gitme isteği arttıkça artıyordu. Otobüsün her durakta bekleyişi canını sıkıyor, nefes alış verişiyle çevresindekilere belli ediyordu...

Düz, saman sarısı saçlarını alnından arkaya doğru düzeltti... Başını kaldırdığında kendisine hayranlıkla bakan, uzun dalgalı saçlı, esmer güzeli, zarif genç kızı, lakayt bir tavırla görmezden gelmişti. Bir durak önce inerek, parke döşeli ara yollardan, otobüsteki sabırsızlığının aksine, evine doğru ağır ağır yürüyordu... Dış duvarları geometrik desenlerle süslenmiş, genellikle üçer katlı evlerin bulunduğu sokağına gelmişti... Yol kenarından iki metre aşağıda bulunan üç katlı beyaz badanalı, kahverengi beyaz üçgenlerle süslenmiş binanın önünde durup etrafına bakındı... Aşağıya doğru inen taş merdivenden ağır ağır inmeye başladı... Yedi sekiz adım attıktan sonra evin etrafında, sıra sıra armut ağaçlarıyla donatılmış bahçeden geçerek bodrum katındaki evinin solgun, tahta kapısını açıp içeriye girdi. Banyoya doğru gitti....Yine zorlukla yanan şofbene sinirlenmişti.... Evindeki tek dostu, radyosuyla baş başaydı... Yine sıkıntıdaydı besbelli... Evin bütün dizaynını değiştirmiş yorgun düşmüştü. Bütün gün kapatmadığı radyoyu dinleye dinleye uyuyakalmıştı.

Telefonun ısrarlı çalışına rağmen; genç adam, ahizeyi kaldırıp cevap vermemişti. Okuduğu şiir kitabını usulca masaya bırakıp kalktı. Güneş görmeyen, bu küçücük evi buz gibiydi. Odanın bir köşesine özenle dizdiği odunlardan, birkaç tanesini sobanın içine attı. Ellerini ovuşturup, nefesiyle avuçlarını ısıttı. Eski alüminyum çaydanlığa su doldurup sobanın üzerine koydu.

Metal masasının çekmecesinden naylon poşetlere koyduğu sayfalar dolusu dosyaları tek tek çıkarttı. Masasının üzerinde oluşan yığına bakıp iç geçirdi. Birileriyle paylaşmak istiyordu. Ama nasıl? Abone olduğu, amatörlere açık dergilere defalarca göndermesine rağmen, bir tanesine bile ne olumlu ne olumsuz cevap gelmemişti. “Hep aynı kişiler...” diye söylendi...

Daha önce bu ruh halindeyken eline aldığı bir dosyayı, içine bakmadan sobanın içine atmış, dosya tutuşmak üzereyken elini uzatıp almaya kalkışmış, becerememişti. Son şeklini verdiği öyküsü cayır cayır yanmıştı... Yanan yüreğiydi... Aldığı notları çıkarıp tekrar yazmaya çalışmış, bir türlü içine sinmemişti... Aynı duruma düşmemek için direniyordu...

Dosyaları tek tek inceleyip içinden birini ayırdı. Diğerlerini çekmecelere özenle koymaya başladı. Üst çekmeceye şiirleri, ikinci çekmeceye öyküleri, üçüncü çekmeceye boş dosya kağıtlarını, kalemleri koydu. Bu arada sobanın üzerindeki çaydanlık kaynamaya başlamıştı. Çay kutusunu getirip demliğe bir miktarını koydu. Tekrar mutfağa geri döndü. Bu kez dolaptan çıkardığı kurumaya yüz tutmuş peyniri, suyu iyice çekilmiş zeytinin kasesini küçük tepsiye koydu. Akşamdan kalmış ekmeği poşetinden çıkarıp yanlarına yerleştirdi. Raftan çıkardığı bardağı temiz olmasına rağmen tekrar yıkayıp, çiviye asılı havluyla kuruttu . Elindeki tepsiyi çalışma masasının üzerine koyup, çayın demlenmesini beklemeye koyuldu. Bu kez telefon tekrar ısrarla çalmaya başladı... Tedirgin olmuştu. İstemeye istemeye ahizeyi kaldırdı. Sitemkâr bir konuşmaya karşı kendini savunmaya çalışıyordu. Kız arkadaşı kahvaltıya gelmek istiyordu. “Telefonu ben kaldırmadım; ortalık öyle dağınık ki...” diye cevap vermişti. Kız ise gelmekte ısrarlı idi... “Tamam gel.” Deyip telefonu kapattı.

Telaşla battaniyeyi katlayıp dolaba koydu. Daha sonra kullandığı deodorantı odaya sıktı. Oda mis gibi kokuyordu. Üzerindeki lacivert eşofmanını değiştirip markete doğru gitti.

Cebindeki parayı sayıp, içeri girdi. Kısa bir alışverişten sonra hızlı adımlarla eve döndü.

Aceleyle aldıklarını kaselere yerleştirdi. Eskilerini hızla buzdolabına koydu. Kapının zili hafifçe çaldığında; heyecanla kapıyı açtı. Aylardır sadece telefonla görüşüyorlardı. Genç kız, “Elimden kurtulamazsın!..” deyip içeri girdi...

Okuldaki grup arkadaşlarından söz ettiler. İkisinin dışında hepsinin tayini uzak illere çıkmıştı... “Çay demleneli çok oldu, çürüyecek, haydi gel...” deyip tepsiyi sobanın yanına iliştirerek bağdaş kurup oturdular. Genç adam çaydanlığı sobanın üzerinden kaldırıp yere bıraktı.

“Bugün söz verdiğim gibi; senin yazılarını hem okur hem de bir sıraya koyarız...” Genç adam bu teklife sevindi. Yerinden hızla kalkıp çekmecedeki dosyaları büyük bir heyecanla tekrar masanın üzerine koydu. Genç kız kahvaltı tepsisini mutfağa götürüp, ortalığı toparlayıp, yanına gelmişti.

“Ben bir okuyucu olarak ancak etkilenme durumumla ilgili görüşümü söyleyebilirim... Doğrusunu istersen çalışmalarını çok merak ediyorum.” Genç adam dosyaların arasından birini seçip kıza uzatır. “Ama düşüncelerini açıkça söyleyeceksin, tamam mı?” deyip söz ister. Genç kız başını sallar... Kızın öyküyü okurken göstereceği tepkiyi anlamak için yüz mimiklerini takip eder. Görüşünü alma heyecanıyla öykünün bitmesini bekler... Bittiğinde ise, “Nasıl buldun?” diye heyecanla sorar. “Çok güzel... Ama bir de bunları teknik açıdan eleştirebilecek zamanı olan birine göstersen...Ben gerçekten beğendim...” diye ısrarlı yüz ifadesiyle tekrarladı... “Eleştirmeleri için gönderiyorum, bir türlü cevap gelmiyor...” diye söylendi. “Birinden randevu iste, öyle göster; özellikle okuduğum öyküyü... Öykünün kahramanı sıkça karşılaştığımız biri olmasına rağmen çok etkileyici... Anne-babasının ayrılmaları, çocuğun anneannesinin yanında nazlandırılarak büyütülmesi, büyükbabasının halk ozanı olmasına özenip müzikle uğraşmak istemesi, bu konuda ders almaya kalkışmasının komşuları tarafından engellenmesi, hem okuyup hem de oto tamircisinde çalışması, notaya alamadığı besteleri... En çok o durumu etkiledi beni... Bu gerçek bir yaşam öyküsü mü?” diye sorar. “Evet, . asıl yazmama sebep olan neydi biliyor musun? Çocuk askerliğini bitirip nişanlanınca, babasının ortaya çıkıp, çocuğun birikmiş parasını alabilmesi için baskı yapması, bunalıma düşüp kendini yakıp öldürmesi... Babası, kendini habersiz yapıyor, ama asıl suçlu olan babasıydı...” Genç kız arkadaşının söylediklerini doğrularcasına konuya devam eder; “Yığınla intihar olaylarını okuyoruz, duyuyoruz sebep olanlar hiç vicdan azabı duyuyorlar mı? Doğrusu merak ediyorum...” Genç adam başını hafifçe sallayarak derin derin iç çektikten sonra;

“ Bu çocuğu anneannesi ilkokul çağına kadar sırtında taşıyordu... Tüm uyarılara karsın halâ öyle davranan anneler, babalar var... Geçen gün yıllardır gitmediğim çocuk parkında buluvermiştim kendimi... Bütün banklar hemen hemen doluydu... Duvarın kenarına orta yaşlarda bir bayan yaslanmış, kaydıraktan gözlerini ayırmadan duruyor, arada bir yerinden kalkıp bir iki adım attıktan sonra kaydırağın arkasında sıra bekleyen çocuğuna bakıp, tekrar oturuyordu... Çantasından çıkardığı bir mendille elini sararak; parkta oynayan çocuklardan arta kalan; parlak jelatinli cips, gofret, peçeteleri toplayıp hemen hemen her köşede duran fakat yarısına kadar boş olan çöp kutularına koyuyordu... Koca park kadın, erkek, çocuklarla doluydu... Kadın, etrafındaki insanların varlığından habersiz gibiydi... Parkta çocuklarla, kendisinden başka hiç kimse yokmuşçasına davranıyordu... Oynarken düşen herhangi bir çocuğun yanında beliriveriyordu... Yerinden ağır ağır kalkan, çocuğun annesi, babası, herhangi bir yakınına birkaç kelime mırıldandıktan sonra tekrar duvarın yanına gelip yaslanıyordu... Üzerindeki gök mavisi kot pantolonla aynı renkteki keten gömleği terden sırılsıklam olmuştu... Çam ağaçlarının serin gölgesinde beş dakika oturmadan tekrar ayağa kalkıp bir başka düşen çocuğun yanına gidip, üzerindeki kumları çırpıyor, o oyuna devam ederken kendisi de yerine geçip bekliyordu... O sırada iki çocuk yanına yaklaştı... Üzerlerinde tatlı bir yorgunluk olan çocukların gözleri çakmak çakmaktı... Parkla arasında sadece küçük bir duvar olan kafeye geçtiler... Kendisi siparişlerin hazırlanmasını beklerken çocukları da ellerini yüzlerini yıkamak için iç tarafa geçtiler... İkisinin de pancar gibi kızarmış yüzleri, serinlemişti... Parkın bitişiğine sıra sıra dizilmiş masalardan birine servislerini getirdiler... Sekiz yaşlarındaki erkek çocuk, hızla hamburgerini yiyerek kolasını içtikten sonra, annesine işaret verip parka geçmiş, annesinin görebileceği oyuncağı seçmişti... Birkaç dakika sonra kız, ağabeyinin olmadığının farkına vardığında, zaten yemeğe niyetli olmadığı siparişini tepsiye bırakıp, annesine sert bakarak kollarını birbirine bağlayıp, sandalyesine yaslanarak küstüğünü belli etmeye çalışmıştı... Annesi, kızının bu tavırlarını görmezden gelip, ayağa kalkarak parkta oynayan çocuğuna işaret ederek gelmesini ister... Çocuk, parktan çıkıp duvarı dolanırken, yanına yaklaşıp pırıl pırıl parlayan simsiyah saçlarına dokunup gülümsemiştim... Sanki küçük bir çocuk değil de bir ailenin büyüğü gibi hafifçe tebessüm ederek yüzüme bakıp, hızını azaltmadan annesinin yanına gitmişti... Yanlarındaki boş masaya geçip oturdum... Küçük kız küslüğünü bu kez sesli olarak belirtip, yanında oturan ağabeyine dirseğiyle vuruyordu... Suçluydu ağabeyi, ne de olsa ondan daha fazla parkta oynama şansını elde etmişti... Anneleri aralarına girip oturmuşu... Kendisiyle yüzyüze geldiğimizde hafifçe tebessüm ederek verdiğim selama karşı başını hafifçe sallayarak cevap vermişti... Kimliğimi göstermiş amacımı söylemiştim... Okulların tatil olduğu dönemlerde dolaşıp, ilginç bulduğum portreleri inceliyor, bir şeyler yazmaya çalışıyordum... Araştırma için resmi bir kimliğim, bağlı olduğum bir basın olmadığı için ilgilenmediği gibi, umudumu da tamamen kırmıştı... Oysa tavırları beni yanıltmıştı... Söylediği cümle; “ Zeynep Oral olsaydınız her insan sizinle konuşurdu...” Haklıydı... Birkaç hafta arka arkaya o çevrede dolanıp durmuş, çevredeki kafelerde oturmuş, karşılaşamamıştım...

İlkbahar, bir Cumartesi sabahı arkadaşlarla spor okulunda buluşup aramızda futbol oynayacaktık... Üzerimizde eşofmanlarımızla otöbüse bindiğimizde ön koltukta iki çocuğuyla birlikte oturuyordu... İçim içime sığmamıştı... Bir tuhaf duygu içindeydim... Sanki bana ailemden biri gibi geliyordu... Belediye otobüsü kampüse girdiği zaman birden yağmur şiddetlenmişti... Otobüs yavaşlayınca hep birlikte inmiş, kızını yükleyip elindeki şemsiyeyi oğlunun eline tutuşturup, koşar adımlarla caddeyi geçerek bir hayli uzaklıktaki spor fakültesinin jimnastik salonuna girmişlerdi. Velilerin hemen hepsi salonun dışındaki sundurmanın altına dizilmiş olan sandalyelere oturup çocuklarının çıkışını bekliyorlardı. Kendisi ise bir süre salonun kuzey giriş kapısında durduktan sonra, binayı dolanıp bu kez güney kapısına gidip çocukları seyrediyordu. Onun bu davranışlarını gördükçe hiç anmak istemediğim çocukluğumu görüyordum... Çoğu zaman çocukluğum aklıma geldiğinde ise acı acı güler, jandarma gibi her an başımda hazır bulduğum annemin yersiz, korku dolu telaşının bana verdiği tedirginliği tekrar tekrar yaşarım... Bu kadının çevreye karşı aşırı güvensizliği, sadece kendi varlığının tehlikeleri azaltacakmış gibi her an tetikte olması sıkıcı oluyordu... Bu da kendine olan aşırı güvenden kaynaklanıyor olmalı... Çocukları bu durumdan tedirgin olmaya başlamışlardı. Dersin ortasında kendisine işaretle gitmesini istiyorlardı... Bu kez biraz daha uzaklaşıp çocuklarının göremeyeceği bir yerden salonu gözetimi altına almıştı... İnanır mısın çocuklar, o uzaklaşınca daha rahat olmaya başlamışlardı.. Biraz konuşma ortamı bulabilsem, çocuklarına karşı sergilediği davranışlarının yanlış olduğunu çekinmeden söylerdim... Keşke bir imkan bulabilsem de büyüklerimin bu tip davranışlarının, yaşamıma olan olumsuz etkilerini tüm anne, babalara haykırabilsem... Düşünebiliyor musun; gece uyandığımda bazen benim odamda, bazen de kardeşimin odasında yatağın alt köşesine ilişmiş bir yanı sandalye üzerinde, çoğu zaman da yerde uyuyakaldığını görürdüm... “ Gece bana “Anne” diye seslenmeniz yeterli ben yanınızda değilsem hemen koşup gelirim.” Gerçekten de öyle olurdu... Odamıza birer bardak suyu koyup üzerini özenle örtmesine rağmen, biz susadığımız zaman yattığımız yerden “Anne su” deyince hemen suyumuzu yanımıza gelirdi. Kardeşimle birbirimizin sesine uyanıp arka arkaya su isterdik... O da üşenmeden getirirdi... Bazen bir gece içinde defalarca su istediğimiz olurdu... Bütün gece evin aydınlık, yanıbaşımızdaki konsolun üzerinde suyumuzun olmasına rağmen, kendi başımıza içme yeteneğimiz sanki yokmuş gibi bardağı eliyle tutup bize içirmesini beklerdik...

Aslında böyle davranan büyüklerin mutlaka tedavi olması gerekir. Salonun yanında otuzdan fazla veli olmasına rağmen, bir tek bu bayan böyle davranış sergiliyor... Annemin olmadığı ortamlarda, büyük bir boşluğa düşüyor, bocalıyordum... Şimdi de kurtulmuş değilim... Annemle oyunlar oynar, sinemaya, tiyatroya gitmemize rağmen, devamlı bir radar gibi üzerimizde etki bırakan tuhaf baskısından dolayı başka insanlara güvensizliğinin nedenini bir türlü sorma durumum olmamıştı...

“Bırak anne, rahat bırak ta biraz olsun yaşam ile ilgili kendi düşüncelerimi aktarayım. Bu kadar gözaltında olmak huzurumu bozuyor.. Bırak, terlemişsem terim üzerimde kurusun; yorganım üzerimden kaymışsa ben farkına varınca düzelteyim, her an karşımda hazır vaziyette olma...” Ama hiçbir zaman bunları söyleyemedim... Başkaldırışımın sinyallerini belli belirsiz vermeye çalıştım bu kadar... Onun yokluğu, benim sonum olur düşüncesindeydim... Onsuz yaşamayı kabullenemiyorum....

Konuşmasını bölmeden dinlemişti...

“ İnan bana, bu konuda ne ilk ne de teksin... Annem, ilkokul üçe gittiğimden beri evin anahtarını bana vermişti. Çalışmamasına rağmen ilkokula gittiğim ilk hafta hariç beni giydirip kapıdan geçirdikten sonra uyumaya devam ederdi. Bir gün olsun okul servisine binene kadar beni izlemedi. Defalarca yanlış servise bindim. Bindiğim okul servisi kendi öğrencilerini dağıttıktan sonra, beni okuluma bırakırdı. Belki kendi ayaklarımın üzerinde durmam için böyle yapıyordu ama ben de diğer annelere hayran hayran bakardım... Servis kapısında eteğim takılmış, birkaç metre sürüklendiğimde diğer öğrencilerin velileri benimle ilgilenmişti. Okul dönüşü anneme söylemiştim... Sen fazla ilgiden, bense benim görüşüme göre ilgisizlikten yakınıyoruz. Şimdi ise babamın ona davranışlarının sebep olduğunu düşünüyorum... Çocuk denebilecek yaşta evlendirilmesi... Hani derler ya “Yoksulluğun gözü kör olsun” diye... evin içinde 7 kız 2 erkek çocuk. Annem evdeki en küçük kız olmasına rağmen, ilk önce o evlendirilmişti.

Düşünebiliyor musun arkadaşları lise ikinci sınıfa giderken o beni dünyaya getirmişti. Babamın tüm gizlemelerine rağmen annem öğrenmişti. Başka bir kadınla aynı evi paylaşmasına katlanamıyordu. Kadının üniversite bitirmiş olması, yönetici olması annemin ezikliğini artırıyordu. Oysa annem o kadından 14 yaş küçüktü üstelik, ailece tanışıyorduk. Annem için bir abla gibi davranıyordu. Her defasında babam binlerce yeminler ederek ilişkisinin bittiğini söylerdi. Bunca yıl geçmesine karşın halâ o kadınla beraber yaşıyor. Küçüklüğümden beri tartışmalarını duymamak için başımı yastığın altına koyup ellerimle sıkıca kapatırdım.

Her ikisinin de gözleri dolmuştu.

İç çekerek, “Biliyor musun bütün içtenliğimle söylüyorum... Geldiğine sevindim.... “

“İyi de telefonu açmıyordun. Ben yabancı mıyım. Arkadaşlıktan öte seninle kardeş gibiyiz. Bilmeni istediğim diğer konu, artık yalnız değilsin, ablan da var. Seninle aile sayılırız. Keşke daha önce de bunları bilseydim... Tanrının izniyle evlenirsin çocuklarının halası da ben olurum. “ Acı tatlı bir tebessüm ikisinin yüzünü kaplar... Genç kız “Evleneceğin kızı bir abla olarak benim de beğenmem gerekecek ona göre”

Konuşma uzun sürmüştü. Genç kız eline aldığı dosyalardan birinin sayfalarını rastgele çevirip “ Bunu merak ettim” diyerek okumaya başlar.

Genç kız çok sevdiği arkadaşının öykülerini okurken zamanın nasıl geçtiğinin farkına varmamıştı. Birden ayağa kalkıp telefona yönelmişti. Evi paylaştığı diğer kız arkadaşı merak içindeydi. Dosyayı alıp kendi evinde okumak istediğini söyleyince genç adam tereddüt etmeden razı olmuştu. Bütün gün evden çıkmamışlardı.

Genç adam arkadaşına eşlik edip otobüse bindirdikten sonra deniz kenarındaki bir kafeye gidip oturmuştu.

Genç kız, Öyküleri okuduktan sonra arkadaşını arayıp fikrini söyleyecekti. Birden ayağa kalkıp telefona yönelmişti. Evi paylaştığı kız arkadaşının öyküleri okumasına izin istemiş, olumlu cevabı alınca kapatmıştı. Genç adam, arkadaşının yeni ev ortağını merak etmeye başlamıştı. Bir bahane bulup telefonu çaldırır. Oda arkadaşıyla konuşunca genç kıza bir karekter çizmeye çalışır. Sesinden etkilendiği kızı görme isteği artmıştı. Kendi kendine sabaha birkaç saat kaldı. Biraz sabredeyim derken, içindeki aşırı görme isteği iyice artmıştı.

Çalan telefonla uyandı. Oda arkadaşının etkilendiği, adeta kendi yaşantısından gözlemlenerek yazılmış öyküyü duyup ağlamıştı. Genç adamla dertleşmeye başladı.. Hiç tanımadığı bu genç adam öylesine sıcak, içten gelmişti ki... Kız onunla konuşurken hem için için ağlıyor, hem de başından geçeni anlatıyordu...

“İnanın varlığı benim için bir sığınaktı. Öylesine içten, öylesine canlıydı ki... Bütün dünyasında bir tek ben varmışım gibi konuşuyor, olumlu olumsuz her duyguyu paylaşıyor, iyi vakit geçiriyorduk.O benim dünyamdı tüm benliğimle bağlanmıştım. Her an aklımın bir köşesinden gözlerime yansıyordu. Her şey öylesine iyi gidiyordu ki... O benim yaşam bağımdı...”

Genç adam kıza beslediği duygulardan bir an utandı. Naif sesinden etkilenmişti. “İstersen yarın bir yerde buluşup bu konuyu konuşalım ya da telefonu kapat ben arayım...” Konuya bir soğukluk girmişti. Dediğini yapıp telefonu kapatır. Genç adam telefonu çaldırır. Hemen ahizeyi kaldırıp “Okulda olurum, isterseniz gelin orada konuşalım. Birden samimi konuşmalarımı bağışlayın, problemlerimi kimseyle paylaşmadım bu güne kadar. Yazılarınızı okuyunca sanki çoktan tanıdığım biri gibi geldiniz bana... Manevi olarak bulunduğum boşluk size anlatmama sebep oldu. Hem de gecenin o vaktinde... “Sorun değil, okula giderim. Hoşça kal.”

Genç adam telaşla kıyafetini değiştirip evden çıkmıştı. Otöbüs durağına geldiğinde yağan çilenti biraz daha hızlanmıştı... Beklediği otöbüs çok geçmeden gelmişti. Başını cama yaslayıp akıp giden yolu; ıslanmış, buğulanmış camın arkasından seyrediyordu... Elinin tersiyle camın bir kısmını silmişti. Evrendeki yapayalnızlığını düşündü... “Yaşam devam ediyor, bu çıkmazdan kurtulmalıyım...”

Anlaştıkları yere doğru yürüdü. Masaların çoğu boştu. Yola yakın bir masayı tercih etmişti. Bir genç kızın telaşlı adımlarla yaklaşması heyecanlandırmış farkına varmadan ayağa kalkmıştı... Anlaştığı gibi telefonu çaldırmasına gerek kalmamıştı.

Birkaç gün kendilerinin tanışmasını sağlayan arkadaşına bu buluşmadan söz etmemişlerdi... Genç adamın telefon açışı sıklaşmıştı.... Her ikisinin birbirlerine karşı olan samimiyetleri artmıştı.

“Yıllar önce bir eleştirmenin gazetedeki yazısı okumuştum. Havaların sıcaklığından zorlukla nefes almama karşın, üşümeyi andıran büyük bir ürperti duymuş, şaşırmıştım. Korkuyla etrafıma gayri ihtiyari bakmıştım. Yazıyı tekrar okuma ihtiyacı duymuştum. Çok sevdiğim köşe yazarının sözettiği kişi bendim. Masamın üzerinde bay boy sözlükler, deyimler kitabı, planlı yazma sanatı ile ilgili kitaplar, o gün okumak için ayırmış olduğum bir şiir kitabı, bir roman... İşin ciddiyetini bilmeden adımımı atmıştım. O yazıyı okuyunca elime kalemi alma zamanının gelmediğini anlamıştım. Ona, hazırladığım dosyayı gönderdiğime öylesine utanıyordum ki... Yaşamımdaki ilk büyük utancım olmuştu.

Aklımdan çıkmayan eleştiri sonucunda yazdıklarımı gizlemeye başlamıştım. Genç Şairler Antolojisi’nden aldığım mansiyonu, yazımın çıktığı birkaç antolojiyi, çeşitli illerde çıkan mahalli gazetelerdeki yazılarımı kimsenin görmemesi için saklamıştım. “Takma isim kullanırsam nasıl olsa kimse beni bilmez, düşüncesi doğmuştu içimde... Bir süre kullanmıştım.

Yaşanmış konuları paylaşabilme, daha çok huzura erebilme duygusuyla yazdıklarım masamın çekmecesinde yığılmıştı. Başkasına zarar vermeyecek tüm doğrularımı yaşayabileceğim düşünsel bir mekan seçtim kendime. Somut dünyamda, duygularımın aşırı yoğunlukla tabulara aykırı istikamette yöneldiği anda, kendimi çekip alabilmem zorlaştığında yan tesiri olmayan hafif sakinleştiriciler almaya başlamıştım. Kimyasaldı, bitkiseldi, şuydu... buydu.. Nihayet tek bir çözüm buldum. Zor oldu ama o sakinleştiricilerden kendimi çekip alabilmem için isteklerimi düşünsel olarak masanın bir ucuna, kutsal kitabı diğer ucuna koydum. Elim kutsal kitaba yöneldi.... En büyük desteğim oldu.

Hiçbir zaman aklımın ucundan geçirmemeye çalıştığım konuyu şuan ben yaşıyorum... Onun gidişiyle birlikte benim de yaşam sevincim bitecekti. Hiçbir zaman onun bulunmamı istemediği duygu selinde boğuluyordum...

Yılların birikimiyle aniden beliriveren bu rahatsızlığı, duyduğu ağrıları görmezden gelişi, biraz tedbir alabilseydik...

Sorgusuz sualsiz çekip gidiyordu, karşımda gün geçtikçe küçülen bedenini görmek bana acı veriyordu... Elinden gelse bu hareketsiz duran bedeni bir anda kalkıp üstümü başımı düzeltmek için can atıyor gibiydi... Bunun da farkındayım. Çökmüş, adeta kanı çekilmiş yüzünden sessizce süzülüp akan gözyaşları, halâ hissettiğini belirttiği duygularının canlılığını gösteriyordu... Yaşamın son basamağında oluşu beni atmosferine çekmişti..

Tanımlayamadığım bir duygunun tesiri içindeydim. Belki ara sıra bulunduğumuz kasvetli havanın etkisi, belki de sonuçlarını bir türlü alamadığım çabalarımın somut bir sonuca ulaşmaması... Ard arda yığılan sorunlar... Ama düşen o cemrenin bir türlü kalın buz tabakasını yarıp toprağa erişmemesi, gerçekleşmesini yıllarca beklediğim hayellerimin sonu olmuştu... Günlerce “O eski heyecanımı nasıl canlandırabilirim” düşüncesi her anımı kapsıyordu... Bu değişik sendromdan kurtulabilmenin yollarını arıyordum... Düşünsel olarak çizdiğim tüm yollar kör bir noktada birleşiyordu... Küçük bir heyecan duyabilme fırsatını adeta kolluyordum... Belki de geçici bir durumdu bu ama bir türlü kendimi o dar üstüvaneden çekip alamıyordum. Hayran kaldığım bütün yazarlar, şairler, ressamlar bir kat daha büyüdü gözümde...

O an annemin şefkatine öylesine ihtiyacım vardı ki... Sağlıklı günlerindeki davranışlarını bekliyordum... Ayaklarının yanına kıvranıp, sıcaklığını hissetmek istedim... Yok... Yok... Hıçkıra hıçkıra ağlama isteğimi bastırabilmek için büyük çaba sarfettim. Kendime hakim olamadım... O hareketsiz elini başımda hissettim. Bir mucize gerçekleşmişti.... Eli başımın üzerinde öylece kalıverdi. Günlerce süren uykusuzluğuma yenik düşmüştüm.

Uyandığımda, gözleri açık, bir noktaya sabitlenmişti... Beklediğim sondu yine de büyük bir şok içindeydim. Şaşkındım. Ne yapacağımı bilemez haldeydim...

Günler sonra, yatağının altına düşmüş, gözümden kaçan, son gücünü kullanarak yazdığı bir notu buldum.

“ Elim, kolum, bacaklarım, bu yorgun ruhum, bedenim. Üstümü iyice ört çocuğum, bir an evvel ört, ört de uzun bir uykuya yol alayım. Uzun, sınırsız bir uyku... Yüzümü de ört çocuğum, bana bir şey söylemeden yanıbaşımdan çık ta git...” Bir kez daha yıkılmıştım...

 

 
Toplam blog
: 77
: 505
Kayıt tarihi
: 03.07.07
 
 

Yaşamsal boyutta etkilendiğim; kimi zaman bir kısım, kimi zaman bütün insanların orijininde birle..