Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Nisan '11

 
Kategori
Dostluk
 

Pazara kadar değil, mezara kadar

“Ah ne güzeldir, ne güzeldir o, çıkar ilişkisine dayanamayan dostluklar!...” diye söze başlasam: “-Seninki de laf mı şimdi Hüseyin Erkan? İşin içinde çıkar varsa, menfaat söz konusuysa, dostluk değildir ki o. Sevgi vardır; gerçek dostluğun temelimde, saygı vardır.” diye itiraz edersiniz hemen. Siz de çok hoşsunuz hani! Ben, aksini mi iddia ediyorum sanki? Elbette sevgi vardır; saygı vardır; gerçek dostluğu temelinde. Dost görünüp dostluk taklidi yapanların, mutlaka bir çıkar hesabı vardır kafalarında. Neyse düşündükleri, planladıkları, onu elde edinceye kadar sürer, onların dostlukları. Ya da -böyle bir ilişkiyle- onu elde edemeyeceklerine kesinkes inanıncaya kadar… “Öküz öldü, ortaklık bozuldu” deyimimiz, bu tür ilişkileri anlatır işte. “-Pekiyi, gerçek dostlukları anlatan bir deyimimiz de var mıdır?” diye sorarsanız…  

Bakın, bunu hiç düşünmemiştim; şu âna kadar. Sahi, var mı bizim böyle bir deyimimiz? Derim ki, vardır; mutlaka vardır! Olması gerekir. “Niçin?” mi dediniz? Olumsuzu için bir deyim yaratmışsa halkımız, olumlusu için niçin yaratmasın ki? Ve bu arada, buldum; ben aradığımı. Evet, çıkara dayanmayan, gerçek dostlukları da şöyle anlatır halkımız: “Pazara kadar değil, mezara kadar!..” Öf be!.. Ne muhteşem bir anlatım bu!.. (Yazımın başlığı yapayım ben; bu sözü en iyisi!) Alın şu: “Öküz öldü, ortaklık bozuldu.” Ya da “Pazara kadar değil, mezara kadar…” deyimlerini, ciltlerle öykü yazın, roman yazın.  

“Aslen Türkçe ve edebiyat öğretmeni olduğunu biliyoruz. Bugünkü dersimiz “deyimler” mi hocam?” diye soruyorsanız; estağfurullah!.. Kimseye ders vermek gibi bir niyetim yok asla. Ben; resmen öğretmen olarak çalıştığım yıllarda bile “öğretmen” olarak değil, “öğrenci” olarak gördüm hep kendimi. Belki bu yüzden, sınıfta en çok konuşan ben olmadım; hiçbir zaman. Ve inanır mısınız; çok şey öğrendim ben, öğrencilerimden. Dicle’de de, Hasanoğlan’da da… Arpaçay’da, Keşan’da, İstanbul’da da… Yalnızca öğrencilerimden değil… Az konuşmaya başlayalı beri işçiden de, çiftçiden de… Kasaptan, manavdan, köylüden, kentliden de… Evet, evet… Ders vermeye değil, ders almaya ihtiyacım var benim, herkesten… Bunca uzun bir girişten sonra, sözü nereye mi getirmek istiyorum? Söyleyeyim: Geçen hafta, ziyaretime gelen bir dosta… “Bir” dediğime bakmayın siz; karı-koca iki kişiydi onlar. Şairin: “Bir elmanın yarısı sen, yarısı ben” diye anlattığı, tencere yuvarlanıp kapağını bu-lanlardan… Kim, diye merak ediyorsunuz, öyle mi? Tamam, söyleyeyim: Dr. Ahmet Nil ve eşi Seniha Hanım… Nereden mi tanırmışım?... Nasıl mı dost oluyormuşum, ben onlarla?... Kusura bakmayın ama birçoğunuzdan çok daha önceden tanışırız biz. Ve kırk bir yılı çoktan devirdi dostluğumuz. “Maşallah!..” deyin hele bir canım, ve parmağınızı masaya vurun da anlatalım. Şaka değil, gerçekten de kırk bir yılı devirdik.  

1969’da Paşayiğit Ortaokulu’nun ilk öğretmeni ve müdür vekili olarak göreve başla-dığımda, Dr. Ahmet Nil de Paşayiğit Sağlık Ocağı’nın ilk doktoru ve Başhekimi olarak göreve başlıyordu. Evet, 1969’da atıldı bizim dostluğumuzun temelleri. O diyebilirdi ki: “Bana ne ortaokuldan, bana ne öğretmenden!.. Eğitim başka bir iş, sağlık başka… Benim ne işim olabilir; okulla, öğretmenle?.. Selam verirse, ayıp olmasın diye, alırım; vermezse, kendisi bilir. Köyün ve köylülerin sorunlarıyla da işim olmaz benim; okulun, öğrencinin, öğretmenin sorunuyla da.” Oysa ki, ne Ahmet Bey böyle düşündü, ne ben… Aksine… “Devlet bizi boş yere okutmadı onca yıl. Ama az, ama çok laf olsun diye maaş vermiyor, bu millet bize her ay… Çevremizdeki köylere de, elimizden geldiği kadar, bir şeyler vermeye çalışalım.” dedik. Görev yaptığımız üç yıl içinde çok şeyler yaptığımızı söyleyemem ama kırk yıl geçtikten sonra bile Ahmet Nil ve Hüseyin Erkan adını unutmamışlarsa Paşayiğitliler, Lalacıklılar, Maltepeliler, Karasatılılar, Altıntaş-lılar… Karınca kararınca da olsa bir şeyler yapmışız demek ki. Çıkar ilişkisine dayalı bir dostluk olsaydı bizimkisi, ben Paşayiğit’ten ayrılıncaya kadar sürerdi en çok. Oysa 39 yıl oldu; ben Paşayiğit’ten ayrılalı. Onca yıl, ne ben dostlarımı unuttum; ne de dostlarım beni. Demek ki, pazara kadar değil, mezara kadar bizim dostluğumuz. Uzun zamandır görüşemiyor; telefonlaşıyorduk yalnızca. Geçen kurban bayramında, yayınevine uğramışlar ama kapalı olduğumuz bir güne rastla-mış; ne yazık ki! Bu kez, önceden haber verdiler; gelecekleri günü ve saati. Öyle sevindim ki, iple çektim; o günü ve saati. Düşündüm de bu arada: Niçin seviyordum ben Dr. Ahmet Nil’i? Ve niçin dost bellemiştim O’nu? Çünkü hem insanları, hem mesleğini seviyordu; Dr. Ahmet Nil. Çoban da gelse sağlık ocağına, ayağı çıplak bir Roman da, ortaokul müdürüne, muhtara, Üzeyir Ağa’ya nasıl davranırsa, onlara da aynı güler yüzle davranıp dertlerine derman olmaya çalışıyordu içtenlikle. Eşi, Hemşire Seniha Hanım da öyle… Hastaları hasta gibi değil, ziyaretlerine gelmiş bir konuk gibi görüyor ve güler yüzünü eksik etmiyordu hiçbir zaman. İşte bu tutumları, bu anlayışlarıydı; fetheden gönlümü benim. Yaklaşık iki saat sohbet ettik. Kimi sorduysam, daima iyi bir yanından söz ettiler hep. Feyzullah Aktan, Metin Çırpan, Zihni Akman, Şaban Akkaya, Haspi Sözbir, Öğrt. Mehmet Özcan’ın da kulaklarını çınlattık bol bol; Dr. Naime Sürekçi, Recai Zambak, Hakkı Gürel, Mehmet Emin Su, Ergün Pınarcı, Mehmet Güven (Dağlı) ve İskender Kıroğlu’nun da… Salih Sürücü gibi, rahmetle andığımız dostlarımız da oldu. Ve iki saat boyunca hiç kimsenin dedikodusunu yapmadık; hiç kimsenin aleyhinde konuş-madık. Dostlarımı dış kapıya kadar uğurladıktan sonra, neden bilmem, Nâzım Hikmet’in şu di-zeleri döküldü dudaklarımdan: Bilmiş olun ki, benim için daha hayret verici daha kudretli daha esrarlı ve kocamandır yolu üstünde durulan zincire vurulan İNSAN! 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..