Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

12 Eylül '17

 
Kategori
Sinema
 

Pazartesiye Ne Oldu?

Pazartesiye Ne Oldu?
 

Çocuğunuz var mı? Kaç tane? Ya günün birinde tek çocuktan fazlası yasaklansa ve varsa diğer çocuklarınız hükümet politikaları nedeni ile elinizden alınıp dondurularak uyutulsa ne hissederdiniz? Her ne kadar “mutlu bir gelecekte uyandırılacakları” palavrası ile uyutulmuş olsalar da çok zor bir durum değil mi? Çin’de yakın zamana kadar tek çocuk yasası vardı, yani öylesine bir uzak ihtimal de değil sözü edilen durum. Her yıl dünya nüfusu hızla artarken, doğal kaynaklar daha da hızlı biçimde tükeniyor. Dünya denen elmayı içerden kemiren kurtçuklar gibi her gün biraz daha çürütüyor, tüketiyoruz. Yakın bir gelecekte bu kaynakların bize yetmeyeceği ortada. Muhtemel felâkete üç mü var beş mi yoksa tam kıyısında mıyız bilemiyorum. İngiliz Kraliyet Akademi tarafından yayınlanan son raporlara göre, dünya nüfusundaki hızlı artış, birtakım ekonomik ve çevresel felaketleri beraberinde getirecek. İstatistik sonuçları korkunç gerçekle her an yüzleşebileceğimizi ortaya koyuyor. Gelişmekte olan ülkeler, 2050 yılına kadar ortalama olarak her 5 günde bir 1 milyon nüfusa sahip şehirler yapmaya mecbur olacaklar. Bu hıza ne bu ülkelerin ne dünyanın gücünün yetmeyeceği ortada… Raporun gözümüze soktuğu gerçek insanlığın ihtiyacı olan kaynakları karşılayamayacağı için hızlı bir biçimde tükeneceği gerçeği.
 
Son günlerde dişe dokunur bir şeylere denk gelmemiş olmanın rehavetiyle Tommy Wirkola’nın yönettiği; Yedinci Hayat’ı izlemeye başladığımda “umarım beni hakkında yazmayı isteyecek kadar heyecanlandıracak bir filmdir” diye aklımdan geçiriyordum. Film işte bu artan nüfus yoğunluğunun sebep olabileceği trajik sonuçlar üzerine kurulmuş. Seven Sisters-Yedi Kızkardeş, What Happened to Monday-Pazartesiye Ne Oldu? (Filmin orijinalinde iki adı var) filmi bize niye Yedinci Hayat diye çevrildi onu çözemedim, bu ismin konu ile hiç ilgisi yok. Hatta filmi birlikte izlediğim arkadaşımın, “Şimdi insanlar neden pazartesi sendromundan şikâyet ediyorlar. Filmin adı ‘Pazartesi Sendromu’ olabilirdi” esprili önermesi bile filmin Türkçe adından daha uygun.
 
Yıl 2073 olmuş. Her dört günde bir, nüfusa bir milyon kişi daha katıldığından ve dünyanın kaynakları insanlara yetmediğinden, radikal nüfus kontrol yöntemleri geliştirilmiş. Yetkililer tek çocuktan fazlasına izin vermiyor ailelerin gizli saklı büyütmek istedikleri başka çocukları olursa onları yakalayıp dondurdukları özel bir güvenlik birimi bile kurulmuş. Nüfus kontrol projesinin mimarı, aynı zamanda başkan adaylığını bu proje üzerine oturtan bir politikacı olan Dr. Cayman rolünde izlediğimiz usta oyuncu Glenn Close “çılgın bilim insanı” klişesine, maske taşır gibi duran yüzü ve mekanik oyunculuğu ile çok uygun, zahmetsiz bir oyun sergiliyor. Hikâye, Karen Settman adında bir kadının babalarının kim olduğunu bilmediğimiz yedizlerini doğururken ölmesinden sonra başlıyor. Herkes ikinci çocuğu saklayacak yer bulamazken, biricik kızını kaybeden Terrence Settman (Willem Dafoe)  torunlarını her ne pahasına olursa olsun gizlice yaşatmaya karar veriyor ve kendince bir düzen kuruyor. Yedi kızı gizlice büyütüyor. Kızların evin içindeki isimleri haftanın günleri; Monday, Tuesday, Wednesday, Thursday, Friday, Saturday ve Sunday. Yedi gün adı taşıyan yedi kardeş evlerinde birbirinden farklı kimlik ve kişilik özellikleri ile büyüyor ancak dış dünyada ölmüş annelerinin adı olan Karen Settman olarak yaşamaya çalışıyorlar... Çocukların büyüdükleri ev bir yandan onları dış dünyanın acımasızlığından koruyan bir güvenli alan öte yandan sadece haftada bir gün birinin dışarı çıkabildikleri hapishaneleri. Burada küçük bir detay vereyim, yedi kardeşin çocukluğunu Clara Read, yetişkinliğini Noomi Rapace canlandırıyor. Film hilesi duygusunu hiç yaşamadan çoğunlukla aynı ortamda yedi ayrı kişi izlediğinizi düşünüyorsunuz. Bu gerçeklik algısının film tekniği ile yaratıldığını söylemek Noomi Rapace’in mükemmel oyunculuğuna haksızlık olur. Kimlik ve kişilik problemleri yaşayan kardeşleri, yalnızca kılık kıyafetleri, dış görünüşlerindeki farkları ile değil, bakışlarından mimiklerine kadar, ruhsal ayrılıkları belirginleştirerek enfes biçimde işleyen Noomi Rapace 7 kişilik çok başarılı bir oyunculuk sergiliyor. Benim Oscar favori adayım eğer daha iyisini göremezsem şimdiden belli anlayacağınız. Akademi üyeleri umarım gelecek yıl için fikrimi sorarlar J Ancak belirtmeden geçemeyeceğim bir eksiklik duygusu -ki belki bu yönetmenin bilinçli tercihidir, yedi kız kardeşi “birey” olarak değil, birbirlerinin “kopyası” gibi değerlendiriyoruz. Hangisinin asıl olduğunu bilemediğimiz yedi kopya var sanki karşımızda. Bu yüzden birer birer öldürülmeye başladıklarında birey olarak acılarını son ana kadar çok fazla hissedemiyoruz. Hatta daha ileri gideceğim, kardeşler bile birbirinin kaybından olması gerektiğinden az etkileniyor gibiler. Kişilik özellikleri, yetenekleri birbirinden farklı, “no-name” yaşayan, hayatta kalmak için haftada bir günü olmadıkları biriymiş gibi yaşayan kızların dünyadaki varoluş biçimleri daha ilk günden itibaren sahte. Bu sahtelik duygusu onları kişi olarak kavramamızı engelliyor olabilir. Kızların “ben kimim?” sorusuna ne psikolojik ne felsefi ne de sosyolojik boyutta verecek gerçek cevapları yok.  İzleyiciye alttan alta hayata dair, felsefi sorular sorduran filmin senaryosunu Max Botkin ve Kerry Williamson birlikte yazmış. Kızlar, sadece haftanın altı günü evde değil, yedinci gün dışarı çıktıkları dış dünyada bile Karen Settman maskesinin altında tutsak bir robot gibiler. Gizli hayatlarını son ana kadar başarı ile sürdüren kardeşlerin düzenleri, günün birinde Pazartesi’nin eve dönmemesiyle bozuluyor. İzleyin bakalım, sonra yine hakkında konuşuruz. Sahi, aşk ne güzel bir mazeret değil mi varoluşumuz için… Sevginin olduğu yerde hayat var. 
 
Toplam blog
: 96
: 1137
Kayıt tarihi
: 28.03.07
 
 

 Hacettepe Üniversitesi mezunu, nörobilimden psikolojiye disiplinlerarası eğitime hevesli bir Türko..