Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Aralık '16

 
Kategori
İş Yaşamı - Kariyer
 

Performans takibinin kesinlikle yapılması gereken iki Meslek!

Performans takibinin kesinlikle yapılması gereken iki Meslek!
 

Muhtemelen başlığa bakınca aklınıza gelmeyen iki meslek için söylüyorum bunu: Biri öğretmenlik, öteki hâkimlik. Gerekçelerimi de aşağıda açıklayacağım, katılıp katılmamak size kalmış.

Bir toplumun gelişmesinde toplumsal ahengin önemi yadsınamaz. Bunun sağlamasını yapmak da nispeten kolay; eğer bir toplumun üyeleri, birey kimlikleriyle, geleceklerine umutlu bakabiliyorlarsa ve aynı bireyler, egemen adalete de güveniyorlarsa, o toplumda ahenk vardır. Eğer bu sağlanamazsa toplum sadece sosyal eşitsizlikten mustarip olmaz, üzerlerine umutsuzluk sinmiş bireyler çoğaldıkça sokaklar tekinsiz, insanlar güvensiz olur ve o toplum gitgide kendi içinde düşman kamplara bölünür ve parçalanır. Eğitim ve yargı, bir toplumun (siz bir ülkenin deyin), parçalanmadan ve gelişerek devamının sigortasıdır (ya da yap(a)madıklarıyla tam tersi). Çünkü bu iki meslek grubu, yaptıklarıyla ve kararlarının sonuçlarıyla toplumu, gelecek yıllarda da olumlu/olumsuz etkileyebilme potansiyeline sahiptirler. Yani ikisi birden beşeri sermayenin en başta gelen kaldıraçlarıdırlar.

Eğitimden devam edelim; her günün bir yarını vardır ve eğitim o yarın içindir yani eğitim de “carpe diem”, olamaz. Peki, biz ne yapıyoruz? Çocuklarımızı, gençlerimizi yarına hazırlamak yerine, yıllardır yap-boza çevirdiğimiz, her birkaç yılda bir hiçbir ciddi bilimsel araştırmaya dayanmayan (dayanıyorsa durum daha vahim olmalı) “atmasyon” sistemlerle kısa dönemli sınavlarda başarı sağlasınlar diye depara kaldırıyoruz. Sonuç, PISA’da sonunculuk.

“İyi de sorun sistemselse öğretmenler ne yapsın” diye soruyorsanız evet, sorun sistemsel ve öğretmenlerde bunun parçası (çözümün parçası değilsen sorunun parçasısındır).

Bizde öğretmenler, mesleklerinin toplumsal ağırlığını yerle yeksan etmeye yeminli gibidirler genelde. Aşırı merkezileşmiş eğitim anlayışında yetişmiş (ki bir kısmı için tevhid-i tedrisat kutsallık derecesinde dokunulmazdır), yaptığı işi müfredat takibiyle sınırlı sayan, öncesi de var elbette ama özellikle son on yıldır varoluş amacını “öğrencilere öğretmek” olmaktan çarpıtıp, mesleki başarısını sınav kazanmış öğrenci sayısıyla ölçen, bu haliyle de arada-derede kalmış, meslek garantili memur sıfatıyla da “sıradanlaşmış” biridir öğretmen.

Kimisi buna iyice kaptırıp kendini, her güne üç, her hafta sonuna da on saatte ancak bitebilecek ödevler vererek hem aileleri çocuğun gözünde bir tür “eğitim gardiyanına” dönüştürürler, hem de bu vesileyle elinde kalan son rutin “öğretmenlik” işini de fiilen ailelere devredip, kendilerini de çocukların “Fredy’nin kâbusuna terfi ettirip, sıradanlığı aşmaya çalışırlar(!).

Her yüz öğrenciden onu (ya da yirmisi, ne fark eder ki) sınav kazanırken, kalan doksanın ne olduğu, hayata nasıl terkedildiği sorusuna tek yanıtları vardır serzeniş dolu, “o kadar da emek verdik ama onlar yapamadıııı…” …ıııyk!

Meali, “umurumuzda değil”dir, çünkü o ondan isteneni yapmıştır. Hem umurlarında olsa, her sene başında (liselerde) sınav yapıp, “iyi”leri aynı sınıflara ayırıp “kötüleri” terk, baştan yapmazlardı ki zaten.

İşte bu yüzden, eğitimde bu sınav belası acilen sona erdirilip, öğretimde aşırı merkezileşmişlikten çıkarılıp “öğretmen” merkezli hale getirilmeli, öğretmenin başarı ölçüsü de öğrencilerin yüzde 99,9’una “öğretebilmiş” olması olmalı. Bunu yapabilmesi için gereken tüm imkânlara sahip kılınıp, gene de yapamazsa o takdirde de dükkânın önünü kapatmaması sağlanmalı.

Diğer meslek yargı, özellikle de hâkimler.

Biz de malum, Roma-Germen hukuk sistemi var. Yani bizde yargı, yazılı kanunlara dayanarak karar verir. Peki, AİHM’de en çok dava kaybedip (tersinden okursak, kendisine karşı en çok dava açılan ve kaybeden ve sonrasında da) tazminat ödeyen (siz bunu da AİHM nezdinde yargısı en prestijsiz olan diye de okuyabilirsiniz), Türkiye’nin, kaybettiği davaların çoğunu neden kaybettiğini merak eder misiniz? Ben söyleyeyim; Türkiye imza attığı kimi uluslararası anlaşmaların muadili yasalarda revizyona gitmemiş, yani anlaşmanın “ak” dediğine bizdeki muadili yasa “kara” diyebilmekte. Peki, bu durumda hangisi geçerli olacak? Elbette uluslararası anlaşma, çünkü Anayasa’nın 90. Maddesi bunu anayasal hüküm haline getirmiş.

Ama gelgelelim bizde kimi hâkimler mahkemelerde uluslararası anlaşmaya değil de muadili yasaya uygun karar verme âdetindedirler. Sonuçta dava AİHM’e gider, AİHM’de Anayasa’nın 90. Maddesini göstere göstere, karar verir.

Gayet basit bir performans kriteri size. Anayasayı bilmeyen, hâkim olmamalı sonuçta.

www.istebugibi.com

 
Toplam blog
: 19
: 213
Kayıt tarihi
: 07.08.11
 
 

Bir firmada muhasebe işlerine bakanlardan birisiyim... İstanbul'da doğdum, yaşıyorum ama bir fırs..