Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ocak '11

 
Kategori
Öykü
 

Pervane

Pervane
 

pervane


Akşamı çağırırım güneş doğası beri 

Neymiş iki çift gözle yıkanacakmış diye 

Bizim sokak bu gece 

İçime bağırırım 

Duymalarından korkarak sevincimi… 

İkiz kız kardeşler Perran ve Pervin, iki ergen olarak gittikleri mahallelerine döneceklerdi bu akşamüstü. Sarışın iki afet olduklarına dair duyduklarıma kapattığım kulaklarım, büyüdükçe daha da göze batar oldular. Saçlarım kıvırcık olduğundan kulağımı kapatmak için uzattığımda kafamı kocaman göstermesi, çözülemez bir paradoks yaratıyordu. Böylesi heyecanlandığım anlarda, takıntılarım üstüme kara bir orman gibi çökerek karartırdı içimi. Bu kez de sanırım Pervin yüzünden- çocukluğumuzda çok dalga geçerdi kulaklarımla- olduğundan beş misli büyük gelmeye başlayan kulaklarımı dert ediyordum. 

Mahallenin en zengini ananelerinin veraseti yüzünden yirmi yıl sonra dönecekleri mahallelerine, şehirlerine, ülkelerine olan hasretlerini tahmin ediyor ve bu duyguyu kıskanıyordum. Beni hatırlayacakları bile şüpheli olduğundan, bana bu tip bir özlem duyamayacakları gerçeğini kabul edeli çok olmuştu. Asıl derdim bu değildi, onu ilk gördüğümde ne edeceğimi bilemiyor olmak huzurumu kaçırmıştı. Merhabalaşırken elini sıkmalı mıydım, göz göze gelmekten çekindiğimi anladığında sığınacak bir kovuk bulmak artık mümkün değildi. 

Çocukluğumuzda utanıp ya da birilerine kızıp, kaçıp saklandığım yerlerin hepsini bilirdi Pervin. Biri hariç, Salih amcanın sandalını alıp gizlice açıldığımı sonradan yakalandığım babamdan başka kimse bilmiyordu. Ona yakalanışım da büyük şanssızlıktır ya, şimdi size o geceyi anlatmanın hiç sırası değil. Kocaman bir talihsizlik olduğunu bilin yeter. 

Köşklerinin müştemilat duvarına bitişik kümes benzeri bir depo, kayalıkların inilmez sanılan dik yamacındaki incir ağacının altı, karanlık olduğundan gece gitmeye çekinilen kalenin arka kapısı… 

Bazen ağlamakla, bazen şarkı mırıldanmakla, bazen de sadece göğü seyrederek geçen bu zamanların mekânları işte oralarıydı. Sinirimin geçmesi için, yanaklarımın kızarıklarına iyi gelmesi için saklandığım, gizlendikçe daha da insan olduğum bu mekânlar hamurumu şekillendiren sanatçılardı. Aileden sayılan birer fert gibiydiler benim için. Başım sıkıştığında danıştığım birer bilgeydi onlar. Canlıydılar, neşeliydiler, enerji veren renk cümbüşüydüler. Bugün eğer birazcık yakınsam insanlığıma, çok şey borçluyumdur ben bu saklandığım mekânlarıma… 

Bu akşam bir başka kişi mi çıkacaktı onun karşısına, geçen yirmi yıl neyi alıp götürmüştü, bende neleri değiştirmişti. Söyleyememek üzerine kurulu acizliği ile barışık o çocuk muydum ben halen. Diyememem, anlaşılmama korkumdan mı geliyordu. Gidememek, korkularımın izdüşümü müydü? Olmayanların artlarında bıraktıkları izlerden bulurdum her seferinde kendimi, bitmeyen her şeyin sesi getirirdi beni kendime. Kendi türküsünü bekler her insan derdi Azize Yenge. Her insan bir gün, en doğru zamanda kulağına çalınan türküsü ile tamam olur derdi. O güne kadar hep eksiğizdir ona göre, hep bir yanımız aldatmaca peşindedir. Tamamlanmamış gelişimlerimizin yarattığı bendimizle kötü gidişe bir dur deriz o türkü sayesinde. Kalkışmamız için neden olur, her başlangıcın yarattığı büyülü ortamın benzeri belirir ışıldayan gözlerimizde. Ah Azize Yenge, kalk mezarından da ‘senin türkün geldi işte Ali’m bu kez kapatma kulaklarını’ de… 

Hiç sevemedim ondan sonra bir daha. Evlendim, çocuklarım da oldu. İlk başlarda birçok aileden daha mutlu bir yaşantım olduğunu da eklemem gerekir. Ellerim çocuklarımın annesini tuttu yani ama dudaklarım kimi öptü emin değilim. Bir keresinde karımın saçlarını sarıya boyatmasını istememin nedenini sorması, Pervin’i biliyor galiba diye düşündürdü beni. Gözlerimle incittim onu, çocuklar bilmedi kavga ettiğimizi. Çok kötülük yaptım daha önce de. En çoğunu da kendime… 

Şüphelendiler benden, biri var sandılar, gizlice benim de gömleklerim koklandı, bakışlarım yoklandı. Dalıp gitmelerimi aşka yordular. Sebepsiz ağlamalarımdan huylandılar. İşsiz kaldım bu hallerim yüzünden, aç kaldım, kendime bakmadım, kötülük yaptım. Ayyaşa çıktı adım, delirdim zannettiler. Gül gibi işini bıraktı, güzelim karısının yüzüne bile bakmıyor, çocuklar umurunda değil diye bana çok kızdılar. Ardımdan söylenip durdular. Ölen anamdan beri kimse gelip elimi tutmadı, ‘nen var Aliş’ demedi. 

O hemen anlardı bir derdim olduğunu, önceleri etrafımda dolanır hareketlerime bakardı. Sonra yanaşır usulca, yanıma oturur, nasırlı iki eliyle sol elimi kavrardı. Korunduğumu hissettirirdi bana, sevildiğimi. ‘nen var Aliş’ derdi. Ah be anam ne de zormuş sensizlik. 

Büyümedim anacığım, anlayacağın Aliş kaldım her daim. Hüznü sevdim, olanları sindirmekle geçmiş bir gençliğin ardından, askerde Ali olmam için geldi üstüme dünya, olmadı ben Aliş kaldım. Evlenince adam olur dediler, onların anladığı anlamda adam olamadım anacım. Alişin aynı kaldı hep, bilirim ki bir tek sen sevinirsin bu duruma. Onun içindir sana anlatmalarım. 

Pervin kocasından boşanmış diyorlar, doğru mudur acep. Nedeni kimine komik gelebilir ama inanması zor geliyor. İçkili bir anında kocası, karısı sandığı baldızının yatağına çıplak girdiği için- buradan sonrasının kulaktan kulağa oyunu gibi ta Amerika’dan bize, ne denli doğru ulaştığını tahmin edebiliyorsunuzdur-. Sonrasında da güya ‘Perran daha güzelmiş’ gibi bir cümle kurduğu için- o adam nasıl hala sağ anlamış değilim, belki de bu da yalandır- boşanma kararı aldığı söyleniyor. 

Yirmi yıldır görmediğim halde, sokağın başında görsem bile ayırt edilebilecek farkları olan iki kardeşi birbirine karıştıranlara hep şaşırmışımdır. Vücutlarının duruşu, bakışları, dünyaya yaydıkları enerjiye varıncaya kadar, aralarındaki farklılıklara dair ayrıntıları bir çırpıda sıralayabileceğim o günlerden bugüne değişmemiş bu çocuk hallerim; halen adam olmadığımın bir göstergesi sanırım. 

Yok, karıştırmışmış da ondan yanına girmişmiş, gülünç değil de nedir bu… 

Mücevher imalatçısı bir Musevi için alışkanlıklarından vazgeçip, bambaşka bir kıtaya gitmiş olması; ona dair beklentilerimden çok, ona dair tanımlamalarımı sarsmıştı. İdealleri uğruna bu kadar çok şeyden vazgeçebileceğini ummazdım. Aslında bu hayal kırıklığına duacı olmam gerekir. Ondan az da olsa kopup, kendi dünyamı oluşturabilme gücünü sanırım bu şaşkınlığımdan almıştım. 

Normalden bir fazla kızmış olmalıyım ki, tüm fotoğrafları kale kapısı gecelerinden birinde yakmışım. Bir doğum gününde tesadüfen yan yana durup ve benzer tepkilerle, aynı yöne doğru neden baktığımızı hiç hatırlayamadığım o siyah-beyaz fotoğrafı bile. 

Okulun son günü karneler alınıp erken çıkıldığında hep yapıldığı gibi kumsalda ateş yaktığımız günlerin birinde, çalı çırpı toplarken çekilen o fotoğrafta bana mı bakıyordun Pervin. Saçlarının kokusunu duyabilmek için her toplu fotoğrafta hemen arkanda-boyumuz eşit olduğundan fotoğraflarda çıkmama olasılığını göze alarak- senin sevgilin olmak için çırpınan her zerremi nasıl olur da duymuyorsun diye şaşırıyordum. 

Bundan daha fazla nasıl söylenir birine âşık olduğun… 

Tüm cesaretimi toplamıştım bu akşam, köşklerinin bahçesini Selim’le temizlerken bana ‘bir tıraş olsaydın bari dediğinde’ hali hazırda üç yıldır kesmediğim sakallarıma son kez baktım. Hüseyin Avni Dede gibi geziyor olmam tesadüf değil. Onu ilk kez gördüğünde şiirlerini okuduğu birinin gerçek halini gören Pervin’deki tatlı heyecanı hatırlatıyor bana bu kıllar. Her şeyi çözümlemiş halleri ile ‘Acıya Kurşun Geçmez’ diyen o koca çınar, bizim için de bir şiir yazsın diye uzatılmış sakallardı bunlar. 

Rahmetli babamın askerden beri arkadaşı berber Sami beni görünce ağlamaya başladı. Çok muhterem biriydi baban diyerek daha önce en az on kez dinlediğim o hikâyeyi anlattı. Ben ilk kez duyuyor gibi şaşırdım, dükkânın her köşesi ayrı birer tarihti Sami ustanın. Kolları demir, koyu yeşil derili koltukların köşeleri açılmış, süngerlerinin üzerindeki belki de babamın parmak izleri… 

Dükkânın duvarlarına avladığı hayvanların başlarını - çocuklukta çok korktuğumu itiraf etmeliyim- doldurup asan birinin, annesinden kalma diye bir gaz lambasını saklayacak kadar da duygusal oluşu bana hep tuhaf gelmiştir. 

Makas darbelerinin ilkçağdan kalma bir canavar gibi saldırdığı an, yapamayacağımı anladım. Bu kez de ona açılamayacaktım. Aynaya bakmak; yüzümdeki kırışıklarla yüzleşmekten çok kendime söyleyeceğim ‘sen ne beceriksiz adamsın’ tiradına hazır olmamak yüzünden zor geliyordu bana. Hazır değildim ve korktuğum o ki hiç hazır olamayacaktım… 

Berberden çıkarken, girdiğimi görmüş olmalı ki- sürekli o şirin cumbasında oturup, sokağı izlerdi- Madam bana bir fular attı. Yüzüne baktım, sanırım ağlamıştı. İpekten, şal desenli, koyu kahve-yeşil bir fulardı bu. Benim için dua ettiğini işaret ederek haçını çıkardı ve gülümsedi bana. Kocası öldüğünden beri evden çıkmayan, devamlı siyah giyen ve bizimkiler gibi başörtüsü kullanan Madam biliyordu her şeyi. Berber Sami, Selim biliyordu. Kaç para borcum olduğunu unuttuğum büfeci Rasim, pizzacıda çalışan amcaoğlum, kahvedeki tüm müdavimler, camiye gitmiyorum diye her gördüğünde beni azarlayan Hacı Ekrem bile biliyordu. 

Fular boynumda komik mi durdu? 

Çok az bir zaman kalmıştı, bahçede yirmi kişilik bir masa hazırlanıyordu. Beni gören gülümsüyordu, tıraşlı halimi unutanlar tanımakta güçlük çekiyordu. Çocuklar, beni en çok anlayan, en fazla şeyimi paylaştığım o şeytanlar olmasa hayat ne zor olurdu. Kızlı erkekli kan ter içinde yapılmış maçlar sırasında alıştılar bana. Ebeveynlerinden yedikleri zılgıta aldırmadan, zararımdan çok faydam dokunduğunu bildiklerinden sevdiler beni. Deliliğin korkulacak bir şey olmadığını gördüler benimle. Asıl korkulması gerekenin akıllı sanılan aptallar olduğunu anladılar. İnsanın kendi çocuklarıyla paylaşamadığı şeyleri, hiç kan bağı olmayanlarla yaşaması ne acıtıcıdır bilemezsiniz. Büyüklerin dolduruşu yüzünden öz babalarına düşman kesilen çocuklarım elbette ki suçsuzdu. 

Kimseye kırgın filan değilim. Ne karıma ne çocuklarıma sitem etmek aklıma bile gelmez, hatalarımın sonucunu çekiyorum işte. Bu saçma hayatta benim de payıma düşen buymuş demek ki. 

Evden ayrıldığımda kalacak yer sorununu, köşkün bakımında ona yardım etme karşılığı müştemilatta kalmama izin veren Selim sayesinde çözmüştüm. Her yeri Pervin kokan burada onun hayaliyle yaşamayı seçmem, gerçeğe karşı yenilgimi kabul etmemdendir. 

Gidemediğim yerler birikir her gün içimde, sen bilme istemem zaten sevgilim ama gel bana ansızın bazı sabahlar, dolan yamacımda benim olmadan. 

Birazdan gelecekler beni paspas edip, üzerimden kıvırtarak geçecekler. Ben hafif sekmelerinden hangisinin o olduğunu anlayacağım. Perran’ın kızı teyzesine Pervin Anne diyormuş, onun sesiyle çınlayacak bu sokak. 

O dedikçe Pervin Anne 

Ben olacağım ölmeye hevesli bir pervane… 

Sevdamı giyinirim her düello öncesi 

Ateş almış namlu ucudur gece 

Otağlar kuruludur sevgilinin bağrında 

İçime inanırım 

Vurgunundan ürkmeden… 

15.01.11 

 
Toplam blog
: 70
: 412
Kayıt tarihi
: 02.11.09
 
 

Gençliğime kadar İskenderun'daydım, sonra Yıldız Teknik'te İnşaat Mühendisliği okudum fakat o mesleğ..