Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Nisan '09

 
Kategori
Öykü
 

Peyote'de ilkbahar - Bölüm 4

Peyote'de ilkbahar - Bölüm 4
 

"Koskoca" dünyanın yüz metrekaresi


BÖLÜM 4 - Dünyanın yüz metrekaresi

Dirim kimliğini kapının yanındaki okuyucuya okuttu ve onu tanıyan kapı kilidini serbest bırakarak aralandı. "Evim evim, güzel evim" dedi içeri girerken. Bunun uğur getirdiğine inanıyordu. Bunu söylemeyi unutup da içeri girdiği bir kaç seferde başına can sıkıcı olaylar gelmişti. Bir defasında yemek yaparken yumurtalar tavaya yapışmış, başka bir sefer televizyonu açtığında sigortalar atmış, bir diğerinde de ellerini yıkarken musluk, üstüne başına su püskürtmüştü. Öyle ya, evdeki eşyaları sevmek ve onlarla iyi geçinmek gerekiyordu.

Girişteki ışığın yanması için kapıyı kapattı. Her defasında kapı kapanmadan yanmamak için inatlık yapıyordu. Dirim, ayakkabılarını çıkardı ve salondaki kanepenin üzerine kendini bıraktı. Yorucu bir gündü ama bütün yorgunluklara değmişti doğrusu. Bay Ciem, bu ihalenin alınması durumunda kendisini proje müdürlüğüne atayacağına söz vermişti. Bunu hatırladığında uzandığı kanepeden doğruldu ve havaya doğru yumruğunu savurarak çığlık attı: Ye-hooo!

Az eşyalı bir evi vardı. Salona girerken solda, kitapları ve araba maketlerini koyduğu asimetrik bölmelere ayrılmış kayın ağacından bir raf, rafın solunda çizimlerini yapabileceği özel çalışma masası, sandalyesi ve bilgisayarı; sağında duvara asılı bir televizyonu ve televizyonun altında yerde duran müzik seti bulunuyordu. Bu eşyaların –ve özellikle televizyonun- tam karşısında bordo renkli ve aynı renkte yumuşacık yastıkları olan bir kanepe vardı. Kanepenin sol yanında ahşap ve ketenden yapılmış bir gazetelik ve birkaç büyük yer yastığı, sağında ise bir duvardan diğerine uzanan pencerelerin önüne konmuş kocaman bir kuş kafesi göze çarpıyordu: Papağanı İkibira’nın kafesi...

Bir gün hayvan pazarından geçerken Dirim’in gözleri kuşun parlak renkli tüylerine takılmıştı. Böylesi güzel bir kuşun küçük bir kafesin içinde hayatından bezmiş, mutsuz bir şekilde yaşamasına dayanamayarak onu alıp evine getirmişti; yanında aldığı kocaman kafesiyle beraber. İlk günler ona çeşitli isimler bulduysa da papağan bunların hepsine tepkisiz kalmıştı. İkibira, ismini Dirim’in bira içip şiir yazmaya çalıştığı bir gece almıştı. Kuş yalnız ve ilgisiz kalmaktan çok sıkılmış olacak ki ilgi çekmek için dakikalarca çığlık atmıştı o gece. İlham Perisinin kuşun anlamsız bağırışlarından rahatsız olup kaçmasından korkan Dirim, kuşu biraz sakinleştirmek için ona birasından ikram etti. Pek sevmişti birayı kuş. O gece, iki arkadaş bir güzel kafa çektiler. Bir ara Dirim kendine geldi:

-Ne kadar içtin sen bakayım? Şunları ben içtim, şu ikisini de sen. İnanamıyorum! İki bira ha! Tam iki bira!

-İkibira, ikibira!

-Hey konuşuyorsun sen! Ne çabuk. Seni akıllı kuş. Sarhoş olunca mı çenen düştü ha? İkibira... Senin adın İkibira bundan sonra.

-İkibira, ikibira...

Yatak odasında ise tavanın dört köşesine tutturulmuş, tam orta noktada tavandan 30-40 santim kadar aşağı sarkan balıkçı ağı ve altında kocaman, yumuşacık bir yatak vardı.

Dirim, yatağına uzandığında ağın üstüne atılmış veya ağa iplerle bağlanmış aşağı doğru sarkan ufak tefek sevdiği eşyalarını seyrederek uyurdu. Sabahın ilk ışıkları , odasının küçük penceresinden içeri süzülüp alnına yumuşak bir öpücük kondurarak onu uyandırdığında, ona en sıcak gülümsemesiyle "günaydın" diyen bir resim asılıydı duvarında. Bu çok güzel bir kızın resmiydi ve yatağının tam karşısına, gömme dolabın bittiği yerden 135 santim sol tarafa özenle yapıştırılmıştı. Kim bilir kimdi bu kız? Dirim de onu tanımıyordu. Bir gün bir moda dergisinin sayfalarını karıştırırken rastlamıştı ona.

Mutfağa geçti Dirim. Buzdolabından vakum balığını ve raftaki kavanozun içinden mineral pirincini çıkardı. İkisini de ayrı tabaklara koydu ve fırının ayrı bölmelerine yerleştirdi. Daha sonra fırını kendi tarifine göre programladı. 18 saniye sonra yemeği hazırdı. Tabağına pişmiş pirinçleri koyduktan sonra vakum balığını küçük parçalar halinde üzerine yerleştirdi. Ardından özel sosunu küçük bir kaşıkla ve tabağın üzerinde eğlenceli şekiller oluşturarak ekledi.

Yemeği bittikten sonra elinde küp şeklinde kesilmiş elma parçaları olan bir tabakla salona geldi ve elma parçalarını yere doğru gelişigüzel serpiştirdi. Ardından İkibira'nın kafesinin kapağını açtı. Doğal ortamından çok uzakta olan sevgili dostunun hiç değilse yemeğini sıkıcı bir şekilde yememesi için bunu yapıyordu.

-Aptalkuş... Albakalım... Aptalkuş... Yemekvakti... Albakalım... Aptalkuş...

İkibira'nın sevinçten çenesi düşmüştü yine.

-Kapa çeneni İkibira! Yemek yerken konuşulmaz. Bunu sana kimse öğretmedi mi? diye takıldı Dirim.

-İkibira... Aptalkuş... Yemekvakti... Giaaak!

Televizyon seyretmeyi pek sevmiyordu Dirim. Yüzlerce değişik kanalı yüzlerce değişik kamera açılarıyla seyretme şansı olmasına rağmen yine de bu kadar seçenek içinden seyretmek için vakit harcamaya değecek bir şeyler bulmakta zorlanıyordu. Haber kanallarında hep iç karartan felaket haberleri, magazin kanallarında düşük zeka seviyeli insanlarla onları kullanan şeytan zekasına sahip uyanıkların hiç de ilginç olmayan özel hayatları, eğlence kanallarında yüz yıldır değişmeyen yaratıcılığıyla son derece sıkıcı eğlence programları Dirim’in ilgisini çekmeyi başaramıyordu. Bazen İkibira’nın kafesini bir örtü ile kapayıp belgesel kanallarından birini seyredecek oluyor, ilk dakikalarında bu ilgi çekici gelse de dünyadaki doğal hayatın insan elleriyle nasıl yok edildiğini seyretmek onu üzüyordu. En son seyretmek istediğini de yarım bırakmıştı zaten. Halen yaşamakta olan 2600 kaplandan birinin daha yavrularının gözleri önünde öldürülüşü ve onu öldüren insanlara verilen cezayı konu alan kaplanların kalan küçücük doğal ortamlarından görüntülerle süslenmiş belgeseldi bu. Dirim, mahkemenin kararını bile beklemeden televizyonu kapatmıştı. Çünkü olan olduktan sonra insanlara verilecek ceza umurunda bile olmuyordu. O halen, annesiz kalan yavru kaplanları düşünüyor ve insanlık adına onlardan özür diliyordu.

Filleri, aslanları, kaplanları, kurtları, kartalları ve her gün en az bir canlı neslini yaşadığı yerlerden atıp acımasızca katleden ve o topraklara kendisi yerleşen insan, yaşamadığı ve yerleşmeyeceği yerlerdeki fok balıklarını ve balinaları da yok ediyordu. Bunun için elinden bir şey gelmiyor olması Dirim’i üzüyordu. Kimi zaman Tanrıdan da yardım istediği olmuştu:

Tanrım! Bana bir gün için, sadece bir gün için senin kadar güç ver. Başka türlü durdurulamaz bu katliam. Lütfen Tanrım!

Yıllar boyu Tanrı kendisine yanıt vermedikçe Dirim, bu derece üzüldüğü problemin büyüklüğü karşısında kendisinin ne kadar küçük olduğunun farkına varmıştı. Bu gerçeğin farkına vardığından beri, belgesel programlarını da ateşli bir izleyici gözüyle seyredemez olmuştu. Televizyonun açılmasını istediği nadir zamanlarda bazen ekonomi haberlerini dinler, bazen de iyi bir film veya keyifli bir sohbet yakalardı yüzlerce kanalın birinde. Hepsi bu…

O gece de televizyonu açmadı. Müzik dinlemeyi daha huzur verici ve rahatlatıcı buluyordu. Müziği, televizyondaki müzik kanallarından da dinleyebilirdi ama o şımarık v.j.'lere dayanamıyordu. Ayrıca bu son moda yeni şarkıları da pek dinlemeye değer bulmuyordu. Müzik setinin açılması için baş parmağıyla işaret parmağını birleştirip ağzına götürdü ve kuvvetli bir ıslık çaldı. Ardından programlama ünitesini buldu ve hafızaya kayıtlı 14387 şarkı içinden istediğini bulmak için "ada göre" tuşuna bastı. "Daha" yazdı minik klavyeyi kullanarak. Bu harflerle başlayan şarkılar programlama ünitesinin üzerinde beliren neon gazının oluşturduğu ekranda görüntülendi. Ekran havada 15 saniye kaldıktan sonra kayboldu. Bu süre, Dirim’in şarkı listesinden "Daha Ne Kadar Kayıp Gideceğim-RHCP" nin numarasını doğru seçmesine yetmişti ve şarkı çalmaya başladı. Diğer dinlemek istediği şarkılar için aynı zahmete katlanmadı ve "sen seç" tuşuna basarak kalan şarkıların, müzik setinin işlemcisi tarafından seçilip çalınmasını istedi.

Yaşadığı şehirdeki son yeşil alanın da imara açılması Dirim' i endişelendiriyordu. Ama bir yandan da bu projeyi kendisinin yapacak olması onu heyecanlandırıyor ve onurlandırıyordu. En azından bu proje para düşkünü ve doğa düşmanı birileri tarafından yapılmayacaktı.

Dirim eğer ihaleyi kazanırlarsa projeyi nasıl yapacaklarını defalarca zihninde canlandırmış, defalarca yapmayı düşündüklerini değiştirmiş ve sürekli “daha iyi nasıl olur” diye mükemmeli arayıp durmuştu. Artık bunları bir an önce gerçeğe dönüştürmek için sabırsızlanıyordu. Önce Bay Ciem' i hem havuz hem de konut ve çevre düzenlemesi projelerini kendilerinin yapmaları için ikna etmeliydi. Oysa Bay Ciem “bizim işimiz havuz yapmak, biz işimizi yapalım; projenin geri kalan kısmını da başkasına satarız” diye düşünüyordu. Bu düşüncesini de çeşitli zamanlarda ve laf aralarında dile getirmişti. Ama Dirim onun bu konudaki düşüncesinin değişebileceğine inanıyordu.


Çalışma masasına oturdu ve masanın kapağını kaldırarak çizim yapmaya uygun hale getirdi. Çizim panelinin enerjisini açtı ve otomatik konumdan kişisel konuma aldı. Böyle çizim yapmayı ve proje yaratmayı daha çok seviyor ve değer veriyordu. Çünkü, otomatik konumda yapılan çizimlerde, çizen kişinin, projeye kendisinden koparıp verdiği parçalar son derece az ve kısıtlı oluyordu. Eline, çekmecesinden çıkardığı şablonlardan birini aldı, şablonu panelin ortasına koydu ve elektronik kalemiyle orta büyüklükteki dairelerden birine dokunup kalemin düğmesine bastı. Güzel bir daire oluştu panelin üzerinde.

"Zevk çemberinde, sonsuza dek iki pi-re!" diye mırıldandı Dirim. Okulda, çok sevdiği bir arkadaşı, her çizdiği daireden sonra böyle söylerdi. Aklına okul zamanları geldi. Nasıl da güzel ve değerliymiş meğer o yıllarımız, diye düşündü. Şimdi kim bilir neredeydi arkadaşları, neler yapıyorlardı? Bazılarının evlenmiş olduğunu, bazılarının çocukları olduğunu ve bazılarının da kendisi gibi yalnız yaşamaya devam ettiklerinin haberlerini alıyordu. Kimilerinin de nerede olduklarını ve ne yaptıklarını kimse bilmiyordu. Her zaman birbirleriyle görüşme isteğiyle doluydular ama bir türlü bu gerçekleşemiyordu. Hiçbir şey eskisi gibi olamazdı artık. Çünkü bu şehirde insanlar çalışmaktan özel hayatlarına yeterince vakit ayırmaya fırsat bulamıyorlardı. Büyük bir çoğunluk kendi iç dünyasında küçük bir zevk çemberi kurmuş ve çalışmaktan kalan zamanını bu çemberin içinde geçiriyordu. Bazılarının zevk çemberi eğlence yerleriydi. Ama bir süre sonra hep aynı yerlere gitmek onlara sıkıcı geliyor yeni yerler arıyorlardı. Sonra yeni yerler de eski oluyordu. En sonunda yoruluyorlardı bununla uğraşmaktan ve yıllardır yarattıkları zevk çemberinin sıkıcılığı onları bunalıma itiyordu. Bazıları için bu evleri ve eşyaları demekti. Onlar da bir süre sonra bütün güzelliklerin, bütün renklerin, bütün şekillerin eski olduğunun farkına varıyorlar ama kendi yarattıkları bu çemberin aslında kendilerini esir aldığının farkına varmıyorlardı. Pek çoğunun çemberi de hüzün ve karamsarlık içinde şikayet edip hayata küsmenin acı zevkini bedeninde hissetme ve böylece karşılarına önem verdikleri bir şeyler çıkana dek her şeyi önemsiz, kötü, gereksiz ve anlamsız kılmaktı.

Dirim için hayatın anlamı ise huzurlu ve özgür olmaktı. Çalışmak zaten başlı başına bir esaretti. Çalışmaktan kalan zamanlarda da sahibini esir alan bir zevk çemberi yaratmamak için elinden geleni yapıyor hiçbir şeye tutku ile bağımlı olmamaya özen gösteriyordu. Zevk, hiç kesişmeyen iki paralel doğru olmalıydı, bir çember değil.

İkibira masanın üzerine çıkmış Dirim'e bakıyordu. Dirim bir heyecanla çizim masasına oturmuştu ama şimdi canı hiçbir şey çizmek istemiyordu. Çünkü, henüz nasıl bir proje olacağı şirket yönetimince kesinleştirilmemişken kafasındakileri bir bir çizip boşa zaman harcamanın alemi yoktu.

-Gezelim mi biraz İkibira? Ne dersin, dedi kuşun gagasına işaret parmağının ucuyla dokunarak.

-Giaaak! Giaak!

 
Toplam blog
: 30
: 777
Kayıt tarihi
: 01.11.08
 
 

Elektronik mühendisiyim. Peyote'de İlkbahar adlı romanın yazarıyım. Özel bir şirkette iş birimi müdü..