Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

06 Mart '08

 
Kategori
Müzik
 

Pink Floyd’un parçalanmış ruhu: David Gilmour ve Roger Waters

Pink Floyd’un parçalanmış ruhu: David Gilmour ve Roger Waters
 

Müzik konusunda yazmanın kolaylıkları ve zorlukları vardır. “Ben, bu müzik türünden hoşlanıyorum / hoşlanmıyorum, ” dediğiniz andan itibaren eleştirinizin kendince doğrultusu ortaya çıkar, yazınız bu havada sürer; kimse de tek bir kelime edemez. Ama iş bir müzik parçasının teknik yorumuna giriyorsa çok zor bir yerdesiniz demektir; biraz sonra başınız mutlak suretle derde girecektir.

Çok daha ağır; çok daha özen isteyen, bir kaç adım sonra her türlü polemik ve tartışmanın içinde kendimizi bulacağımız bir konuyla başbaşayız. Bu yazı bir sonrakinin de hazırlığı niteliğinde olacak.

Demek sen
Hoşlanabileceğimi düşündün
Gösteriye katılmaktan
Hissetmek için karmaşanın ılık heyecanını
O uzay çocuğunun ışıdığı
Söyle bana senden kaçan bişey mi var güneş ışığı
Bu değilmiydi görmeyi umduğun?
Eğer öğrenmek istersen bu soğuk gözlerin ardında
Tek yapman gereken pençelerinle açmaktır kendi yolunu
Bu gizlenmenin içinden

‘86 sonbaharı İstanbul’a çok sert bir kış getireceğinin haberini verir gibi, ağaçlardaki tüm sararmış yaprakların saplarını dalından koparmış, çırılçıplak soymuştu.

Yalnızdım....

Sanmayın ki bu yalnızlık tercih edilen, arzulanan, yaratıcılığa götüren bir teklikten kaynaklanıyordu? Bir bedenin buz gibi havada giysisiz kalarak, her türlü dış etkiye açık hale gelmesine benziyordu. Tam tamına bu vaziyetteydim. Yukarıdaki dizelerle başlayan Alan Parker'ın The Wall isimli uzun klip / filmi böylesi bir durumdayken beni yakaladı. İstanbul kara teslim olmuştu. Son yılların en büyük kışı yaşanıyordu. Gösteri başlamıştı:

“The show must go on!”

Darbe yıllarının çocuğuyduk. Yeni düzen sanki bizleri biçimlendirmek için gelmişti. Belki bu nedenle şarkıların sözleri bizleri derinliklerimizden yakalayıp, oralarda bir yerlerde sarıp, sarmalıyor; geç kalınmış bir isyana çağırıyordu.

Büyüyüp okula gittiğimizde
Bazı öğretmenler vardı orada
Her fırsatta çocukları inciten
Alay ederek
Yaptığınız herşeyle
Ve ortaya sererek her zayıflığınızı.
Çocuklardan özenle gizleyebilmelerine rağmen
Tüm şehir çok iyi biliyordu ki
Akşamları eve döndüklerinde, şişman ve
Psikopat karıları zehrediyorlardı onlara
Yaşamlarının her anını.

Pink Floyd hayatımıza çok daha önceleri girmişti. Onun muhteşem albümü The Wall da. Liseli günlerimizde biz de hocalarımıza haykırmak istiyorduk. Onların baskısına ve bizleri tek tip insan olarak yetiştirme gayretlerine isyan ederek.

Eğitime ihtiyacımız yok
Düşünce denetimine de ihtiyacımız yok
Sınıflarda aşağılanmaya da
Öğretmenler rahat bırakın çocukları
Hey öğretmen! Rahat bırak biz çocukları
Hepsi hepsi, yalnızca duvardaki bir başka tuğla
Hepsi hepsi, yalnızca duvardaki bir başka tuğlasın sen.

Bugün öğretmenlerin ilkokullarda ve liselerde aynı şekilde eğitime devam ettiğine şahit oluyoruz. Yirmi yıl öncenin öğrencileri, bugün büyümüşler, öğretmen olmuşlar, taze beyinleri o günlerin yöntemleriyle hizaya getirmeye çalışıyor. Eğitim konusu önemli. Ama bir başka yazının konusu. Geçiyoruz...

Aynı İtalo Calvino’nun savaş sırasında düşen bir bombanın Terralbalı Vikont Medaryo’yu ikiye bölmesini anlatan “İkiye Bölünen Vikont” öyküsündeki gibi bir kaç sene sonra Pink Floyd’un iki parçaya ayrıldığının haberini aldık. Uzun zamandır grup bünyesinde iyi ile kötü, ışık ile karanlığın çatışması gibi bir iktidar savaşı veren Pink Floyd’un kurucusu David Gilmour ile The Wall’un yaratıcısı Roger Waters artık aynı çatı altında bulunamayacağını sevenlerine duyurmuşlardı.

The Wall’ın etkisinden çıkamamış bizler için bu ayrılık çok ciddi bir sarsıntıydı. Burada bir başka şeyden söz etmek istiyorum. Yetiştirilme tarzımızdan mıdır nedir, nedense hep bir taraf tutma ihtiyacı hissediyorduk. Yaşamın karşıtların diyalektik birliği ve onların çelişkilerinden kaynaklanan motor gücü ile ilerlediğini, biri olmazsa diğerinin var olamayacağını biliyorduk; ama yine de bir saf tutuyorduk. Roger Waters “adamımızdı.” Duygularımızı en iyi o ifade ediyordu ve adımlarına basarak gidiyorduk. Hemen onun tarafına geçtik. Hatta şu isim hakkı meselesi yüzünden diğerine kızdık. Adam tek başına Pink Floyd’u sırtlamıştı. Şimdi büyük haksızlığa uğramıştı.

Peş peşe albümler geldi sonra. Pink Floyd ismini devam ettirenler, biz öyle görüyorduk, A Momantary Lapse of Reason, Roger Waters da Radio K.O.A.S.’u çıkarmıştı. Her ikisini de ezberlercesine dinledik. Üzerinde tartıştık. Birini diğerine üstün tuttuk. David Gilmour’da duygu yoktu. Uçmayı yeni öğrenen acemi kuş gibi görünüyordu gözümüze.

...Ayakta tek başına duruyorum duyularım sersemleşmiş durumda
Önüne geçilemez bir çekim beni sımsıkı tutan, nasıl
Kurtulabilirim bu karşı koyulmaz kavrayıştan?

Gözlerimi ayıramıyorum kuşatıcı gökten
Dilim tutulmuş ve çarpılmışım yeryüzünde tam bir uyumsuzum, ben

Buz tutuyor kanatlarımın uçları
Düşündüm, düşündüm herşeyi, gereksiz uyarıları
Tek bir kaptan yok bana evime giden yolu gösterecek
Yüküm boşaltılmış ve taşa çevrilmişim

Gerginlik içindeki bir ruh bu öğrenen uçmayı
Karaya koşullanmış fakat denemeye kararlı
Gözlerimi ayıramıyorum kuşatıcı gökten...

(Learning to fly – A Momantary Lapse of Reason)

Sonra diğer albümler geldi. Eskisi kadar taraf değildik, sanki. Division Bell’de David Gilmour öyle şeyler yapmıştı ki, ister istemez bir yerlerde hata yapıp yapmadığımızı kendi kendimize sorar olmuştuk.

Şimdi burada albümleri bir kenara bırakıp başka bir şey yapacağız. Hani girişte bir müzik yazısı yazmanın zorluklarından söz etmiştik ya; şu ana kadar kimseyi rahatsız edecek bir şeyler yazmadık. Biraz zorlamaya başlayalım.

Keşke bu bir yazı olmasaydı da, dinleti şeklinde düzenlenebilseydi. O zaman ne demek istediğimi daha kolay ifade edebilirdim, belki. Öncelikle Pink Floyd’u oluşturan adamlar çok yetenekliler. Çaldıkları müzik aletlerine tamamen hakimler. Sonra, sözden çok müzikle anlatıyorlar, dertlerini; konuşuyorlar, konuşturuyorlar, çaldıklarını...

Yıllar önceydi. Şimdi Rusya Federasyonunun en doğu ucunda, günü Türkiye’den yedi saat ileride karşılayan Sakhalin’de çalışan, benim müzik altyapımda ne var ne yok bir şekilde sebebi olan bir dostumla, Türkiye’deki müzik kalitesi üzerine konuşmuştuk. Ben çok ümitliydim. O ise ümitlenmek bir tarafa, olan bitenden hiç hoşlanmıyordu. Televizyon açıktı ve ekrandaki görüntüde piyano eşliğinde pop müzik yapan genç bir Türk müzisyeni neredeyse bizim dostluğumuzu bitirme noktasına getirmişti. Ne demek istediğini anlamak için uzunca bir süre geçmesi gerekti. Hemen kestirmeden söyleyebilirim; artık ben de onun gibi düşünüyorum. Çok uzatmadan son bir şey ekleyeyim bu pragrafa, bizde müzikle uğraşanlar, çaldıkları aleti hiç bir şekilde tanımıyorlar. Bir çoğu onu akor basmak için kullanıyor ki, müziğe taparcasına bağlı benim gibi biri için bu onlar adına utanılacak bir durum. Neyse...

Pink Floyd’un parçalanması sırasında benim de taraf tutmuş olmamı benzer bir şekilde utanılacak bir durum olarak ifade edebiliriz.

Roger Waters yirmi yıl önce ruhumun derinliklerine işlemişti. The Wall albümündeki Comfortably Numb isimli şarkı söz, müzik, duygu olarak her şeyi veriyordu insana. Parçanın girişi, içindeki gitar soloları, çok geri planda duran, hiç bir şekilde fark edimeyen ama müziğe inanılmaz bir devamlılık veren violensel hem bir duygusal ziyafet, hem de “bu iş nasıl yapılır” sorusunun cevabı niteliğinde, kuşkusuz. Ama sonradan fark ediyordum, öğreniyordum ki, o gitar sololarını David Gilmour yapıyordu; ve söylüyordu da. Pink Floyd’un bir ruhu vardı ve o iki parçadan oluşuyordu.

Pink Floyd’u The Wall ile tanıyıp, bitirenler çok şey yitiriyorlar. 1994 yılı albümü Division Bell, ismi çok ön planlarda yeralmayan; ama benim çok severek dinlediğim bir eser. Duygularımın karma karışık olduğu bir seneydi. Askere gidecektim. Üstelik komando olmuş, o yıllarda ciddi bir çatışma sahası olan Güneydoğu Anadolu’da görev yapan bir birliğin kurasını çekmiştim. Dağıtım öncesindeki on beş gün içinde yaptığım bir kaç şeyi burada elbette paylaşacağım. Kendime bir walkman satın aldım ilk olarak. Division Bell henüz piyasaya çıkmıştı. İstanbul’dan ayrılacağım günden bir gün önce, benimkine oranla çok zengin müzik arşivi olan bir başka arkadaşımın evinde sabahlıyorduk. Yaptığım iş, “oralarda” dinlemek üzere, arşivden müzik kopyalamaktı. Kopyalanlar arasında da David Gilmour’un ustalığını yansıttığı Division Bell vardı.

Dedim ya, keşke bu bir dinleti olsaydı. O zaman hemen albümü CD Player’a yerleştirir, girişte, birinci parçada yeralan müzik aletlerinin sohbetinin dinletirdim size; piyanonun başlattığı sözlere, gitarın verdiği cevabını... Sonra bir cümle daha; peşi sıra cevabı. Tedirginlik mi var? Kelimelerin bir kaç cümle sonra birbirine karıştığı, coşku ve hasret dolu kucaklaşmaya dönüşecek buluşmayı mı anlatıyordu, bize?

Ya da...

Albümün kapağına baktığında insan ister istemez “David Gilmour, acaba parçalanmış Pink Floyd’un ruhunu mu anlatmak istiyor?” diye soruyor, kendi kendine. Piyano ile gitarın hemen girişte yaptığı sohbet, yıllarca bir araya gelememiş, uzak düşmüş iki dostun tedirginliklerini üzerilerinden atamadıkları bir konuşma mıydı acaba?

Pnik Floyd’un gerçek kurucusu Syd Barrett’tir. Onun hakkında çok fazla bir şey söyleyemem, tanımıyorum; bununla birlikte Syd Barrett öncesi ile sonrası arasındaki müzik ayrımını yapabiliyorum. David Gilmour ona hasret dolu satırlarla seslendiği “wish you were here” albümünde çok net olarak ortaya çıkan, işte bizim sevdiğimiz Pink Floyd ruhudur, sesidir. O sesi de Roger Waters ve David Gilmour veriyorlar. Geçtiğimiz sene Live 8 konserleri sırasında bir araya gelen bu ikili ve grubun diğer üyelerinin, sahnede birbirlerine gülümserlerken bize verdikleri “çok özel bir duygu” vardı. Bu duygu yazılamaz. Ancak hissedilebilir.

David Gilmour turneye çıkıyormuş. Bu yepyeni bir haber. Ona “Wish you were here!” diye seslensem, duyar mı?

Nasıl isterdim, nasıl isterdim burada olmanı.
Biz yalnızca iki yitik ruhuz bir akvaryumda yüzen, yıllardır,
Aynı eski toprakları aşındırarak. Ne bulduk ki?
Aynı eski korkuları
Keşke burada olsaydın.

Roger Waters ise bambaşka bir şey yaptı. Fransız Devrimini anlatan bir opera besteledi. Bu yazıdan sonra, Ça İra üzerine düşüneceğim. Özellikle de yerimde duramadan dinlediğim, “Silver, Sugar and Indigo” kısmını nasıl bir yaratıcılığın içinde ve hangi coşku ile yaptığını hissetmeye çalışarak...

Şarkı Sözleri için kaynak:

http://www.okeania.net/


Uzay Gökerman

İlk kitabım, "Adalar ve Kıtalar" çıktı.

<ımg height="265" hspace="0" src="http://www.indigodergisi.com/adalar_ve_kitalar_uzay_gokerman_indigo_dergisi.jpg" width="170" border="0">

 
Toplam blog
: 2033
: 1268
Kayıt tarihi
: 09.06.06
 
 

"Keyif verici bir yalnızlık" olarak gördüğüm yazma serüvenimin en önemli merkezlerinden bir tanes..