Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Kasım '16

 
Kategori
Tarih
 

PKK VE FETÖ kimin eseri?

PKK VE FETÖ kimin eseri?
 

Her fırsatta Atatürk’e, Türklüğe, Cumhuriyet’e, İstiklâl Marşı’na düşmanlığını gösteren, püsküllü fesli zat, bir konuşmasında şöyle diyor:

“ …Keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilâfet yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiçbiri olmazdı…”(1)

İstiklâl Savaşı yıllarında kutsal vatan toprağımızı çiğneyen, sivil, çoluk çocuk canlara kıyan, namusa, ırza tecavüz eden, camilerimizi, şehirlerimizi, köylerimizi yakan, yıkan, mala zarar veren Yunan işgal ordusunun galip gelmesini isteyen bu sözler bir delinin hezeyanları olarak geçiştirilemez.  Çünkü Türk milleti ölüm kalım yıllarında da “Yunan ordusu, halifenin ordusu sayılır. Hiç de zararlı bir topluluk değildir. Asıl kafası koparılacak mahlûkat Ankara’dadır”(2) diyen ve İngiliz uçaklarıyla Anadolu şehirlerine Milli Mücadele’ye karşı bildirileri atılan Teâli-i İslâm Cemiyeti üyelerini gördü. Demek ki; dünün Mustafa Sabri, İskilipli Atıf, Dürrizade Abdullah gibi İslamcı geçinen, yurdumuzu işgal etmiş, her türlü kötülüğü yapan Yunan’a değil de, milli mücadeleye karşı çıkanların çizgisini takip eden günümüzün siyasal İslamcı kadrosu;  Kurtuluş Savaşı’nı zaferle bitiren, Cumhuriyet’i kuran Atatürk’e karşı, kesintisiz düşmanlıklarını devam ettiriyorlar.    

Son günlerde bu cenahtan okuduğum bir yazıda Türkiye’nin baş belâsı iki terör örgütü PKK ve FETÖ’nün ortaya çıkmasına bile Atatürk döneminin sebep olduğu şöyle iddia ediliyor:

…Yeni kurulan Cumhuriyet’in o dönemde moda olan iki hatadaki ısrarlı tutumu, bugüne doğru uzanan ve bir türlü önlenemeyen problemlerin esasını teşkil etmektedir. Birincisi etnik nasyonalizmi, dinin boşalttığı kutsallık alanına oturtmasıyla ortaya çıkan Türk-Kürt problemi ki hâlâ kanamaya devam ediyor. İkincisi ise, siz namaz dahi kılınamaz bir ordu oluşturursanız, birileri o orduya sızma operasyonları yapar ve sonucunu acı bir şekilde görürsünüz.”(3)  

Günümüzde aynı cephenin politikacı ve yazarları tarafından da dillendirilen bu iki iddia aşağıda açıklayacağım gibi;  mesnetsizdir, yalandır, yanlıştır. Birincisi; Kürtlerin devletimizle problemi ilk defa Cumhuriyet döneminde değil,  Osmanlı dönemindedir. “1806 ve 1812 Babanzade isyanları, 1818 Zazaların İsyanı, 1830 Yezidilerin İsyanı,1830 Kör Mehmet Paşa İsyanı, 1832 Mir Muhammed İsyanı, 1839 Garzan İsyanı, 1843 Bedirhan İsyanı, 1832 Emir Muhammet İsyanı, 1832 Şerif Ahmet Han İsyanı, 1855 Zeydah-ı Şir İsyanı, 1877 Bedirhan Osman İsyanı, 1880 Şeyh Ubeydullah İsyanı, 1889 Eminali Bedirhan İsyanı, 1913 Şeyh Selim İsyanı”  adı altındaki Kürt ayaklanmaları, sebepleri ne olursa olsun, Osmanlı Devleti’ne karşı Kürt isyanları olarak ortaya çıkmıştır.(4)

Osmanlı Devleti, Yavuz Sultan Selim döneminde Safeviler’e karşı Sünni Kürt aşiretlerini Doğu Anadolu’ya iskân ederek korumuş; Türk aşiretlerini iskân politikalarıyla dağıtıp, merkeze bağladığı halde, Kürt aşiretlerinin feodal bir yapıyla varlıklarını sürdürmesine karışmamıştır. Osmanlı’nın Doğu Anadolu’da Kürt aşiretlerinin bu geri, ilkel toplumsal yapısına müdahale etmekte geç kalması, Kürtlerin aşiret reisleri, tarikat şeyhleri elinde kalmasına ve zamanla bunların emperyalizm desteğiyle gelişen Kürtçülük’e dönüşmesine sebep olmuştur. Kürt probleminin günümüze kadar gelmesi Kürtlerin Türk toplumuna entegrasyonunda geç kalınmasından kaynaklanmıştır.

Bu gerçeğe rağmen, siyasal İslamcı, neo-liberal etiketli eski Marksistler, Kürtçüler Türk toplumu ile Kürtlerin ilk defa bütünleşme ve uyumunu sağlamaya çalışan Cumhuriyet dönemini Kürt ayaklanmalarına sebep olarak göstermekte; ülkemize Türkiye adının verilmesinden tutun da, Türkçe eğitim yapılmasına kadar her milli adımı eleştirmektedir.     

Yeni kurulan Cumhuriyet’in etnik nasyonalizm yaptığı iddiasına gelince;  Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu,  her şeyin bitti sanıldığı bir anda milliyetçi bir ruhla şahlanan Türklerin Atatürk’ün liderliği altında düşmanları yurttan kovmasıyla gerçekleşti. İşte bu milliyetçilik Türkiye’nin küllerinden doğuşunu sağladı.  Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, yeni devlete 1000 yıldır bu topraklar üzerinde oynadığı rol ve meydana getirdiği kültürüyle hâkim olan Türk milletinin adı verildi. Zaten bu tarihe kadar başkaları devletimize Türkiye diyordu; ilk defa Türkler kendi ülkelerine “Türkiye” dedi.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda cumhuriyet hükümetlerinin önünde şu iki büyük sorun vardı:

1)      Uzun savaşlar sonucu, yanmış, yıkılmış yurdu imar etmek ve çağdaşlaşma yolunda adımlar atmak.

2)      13 milyon olan ve yarısına yakını göçmenlerden oluşan nüfusu tek bir millet halinde birleştirmek.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu zaman vatanın hali içler acısı idi. Ülkenin büyük şehirlerinde bile elektrik, su yoktu. Koca ülkede çalışan 1-2 fabrika vardı. Sağlık, eğitim, tarım, sanayi, yollar çok ilkeldi. Cumhuriyet hükümetleri yaptıkları çalışmalarla başka milletlerin 200 yılda yaptıkları işler başardı.

Türkiye’nin ikinci büyük sorunu göçmenlere iş, aş ve başlarını sokacak bir ev temin etmekti.  Balkan, Kafkasya ülkelerinden ve Kırım’dan gelen 5 milyondan fazla göçmenin anayurda entegrasyonu gerekiyordu.

Demokrasi ancak milli birlik ile başladığı için, 1924 yılında Tevhid-i Tedrisat yasası ile eğitimde birlik sağlanarak, genç nesillere ortak kültür, devlet eliyle örgütlenen eğitim sistemiyle okullarda verildi. Halkın büyük bir heyecanla, gönülden bu birliğe katıldığı ve Türk vatanının kalkınmasına omuz verdiği görüldü.1927’den itibaren yapılan nüfus sayımları, araştırma ve anketler; gerek anadili Türkçe olanların sayısı, gerekse aidiyetini Türk olarak ifade edenlerin Türkiye nüfusunun büyük ekseriyetini teşkil ettiği görüldü.

Şimdi burada siyasal İslamcılara ve yeni liberal geçinen eski Marksistlere sormak lâzım; “Cumhuriyet Hükümetleri Balkanlar’dan ve başka ülkelerden gelen göçmenleri, etnik nasyonalizm(!) yapmamak için, Osmanlının çökmesine sebep olan millet sistemine göre mi ayrıştırmalıydı? Bölünen, ayrıştırılan bir daha nasıl bütün olacaktı? Kaldı ki, Balkan ve Kafkasya’dan gelen göçmenler Türk kültür sahasında yaşamak için ülkemize geldi. Böyle olmasaydı başka ülkelere giderlerdi.

1923’de Cumhuriyet’in kurulmasında esas alınan temel, ırk temeli değildir. Atatürk’ün ‘’Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran halka Türk milleti denir.’’ Ve anayasamızın 66.maddesi ‘’Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı herkes Türk’tür’’ cümlesi bu kuralı açıklar. Türkiye’de Türk bayrağı altında yaşayan herkese, dini, inancı, etnik kökeni ne olursa olsun Türk denildi. Din ya da ırk üzerine kurulu bir devlet düzeni reddedildi. Cumhuriyet’in kurulduğu yıllarda bazı aşırılıklara sapılsa da, devlet Osmanlı anlayışını devam ettirdi. Yâni, Müslümanlar kurucu unsur olarak kabul edildi ve gayri Müslimlere azınlık hakları verildi. Bu tek millet 1924 ve diğer anayasalara Türk adıyla girdi. Türk’ün Müslüman’la eş anlamlı olduğu yolunda yazılmamış, ortak bir anlayış vardı. Türk ise, Türk kültür sahasındaki Müslümanlardır. Karaman’daki Hıristiyan Türkler Yunanistan’a yollandı,  Bulgaristan’daki Müslüman Pomaklar Türkiye’ye kabul edildi. 16 Mart 1921 Moskova antlaşmasıyla; 1878’de elimizden çıkan Kars, Ardahan Türkiye’ye verilirken, Batum Gürcistan’a bırakıldı.  Batum yakınlarındaki Macehel(Camili) bölgesindeki Müslüman Gürcüler Türkiye’yi seçtiler. Türkiye bu isteği kabul etti. Balkan ülkelerinden gelen Müslüman Arnavutlar ve Boşnaklar göçmen olarak Türkiye’ye alındı. Bütün bu örnekler, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken ırk esasına göre kurulmadığını açıklar.

Cumhuriyetle birlikte Osmanlının vermiş olduğu haklardan hiçbiri Kürtlerden geri alınmadı.1921 Koçgiri, 1925 Şeyh Sait ve 1937’de Dersim isyanlarında İngiliz parmağını, Salahi Sonyel İngiliz arşivlerindeki gizli belgelere dayanarak açıkladı.(5-6) Bu isyanlarda emperyalizmin “böl ve yönet” hedefini görmeyip, Atatürk döneminin vatanın birliğini savunan uygulamalarını suçlayanlar acaba kimden yanadır? Tunceli operasyonu o günün terörle mücadelesidir.   Cumhuriyet döneminde Kürtçülükle mücadele feodal yapıyla, emperyalizmle mücadeledir.  
 

Son dönemde, Kürt meselesini çözüyoruz denilerek,“ Çözüm süreci” , “Demokrasi paketi” adı altında, Türk milleti ve vatanının bölünmesine yol açacak etnik ikinci dilde eğitim başlatıldı. Uluslararası hukukta etnik kesimlerle ilgili hiçbir düzenleme olmadığı halde; 24 saat etnik dilde yayın, siyasi partilerin etnik dillerde propaganda yapması, üniversitelerde etnik dil, kültür ve edebiyat bölümlerinin açılması, coğrafi yer adlarının etnik dilde değiştirilmesi, okullarda etnik dilde ders gibi uygulamalar devletimizin hukukuna sokuldu. Bunlar Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerine aykırı adımlar oldu. Bu adımların birleşme değil, ayrışmaya götürdüğünü, Türkiye acı tecrübelerle yaşadı, gördü. Eğer bu açılım ve çözüm paketleri olmasaydı, PKK’ya böyle müsamaha gösterilmeseydi; Güneydoğu bombalarla döşenmez, hendek savaşları yaşanmaz onlarca vatan evladını kaybetmezdik.

Son dönemdeki bu yanlış bakış ve uygulamalar ile Türk milleti etnik kökende bölündü; bu dönemin politikacıları Türk milletinin içinde olanları konuşmalarında; “ Kürtler, Çerkezler… “ diye ayrıştırdılar. Bu dönemde iktidarın ileri gelenlerinin “Filistinli Arap kardeşlerinden, Yahudiler’den, ’” bahsettikleri halde “ Türk “ adını ağızlarına almamaları dikkat çekici oldu. Anayasal adı Türkiye olmasına ve üzerinde vatandaş sıfatı ile yaşayan herkese Türk denilmesine rağmen, bu dönem iktidarda olan partinin siyasetçileri söylemlerinde milletimizi bütünleştirici bir unsur olan Türklüğü sürekli ve anlaşılmaz bir biçimde bir etnisite, alt kimlik haline getirme çabası içinde oldu. Galiba bunların anladıkları etnik nasyonalizm “Türk” adıdır. Hâlbuki “Türk” tarih boyunca bir etnisitenin değil, bir milletin adı olmuştur. Milletimizin adı olan “Türk” silinmek, Devletimizin adı olan Türkiye Cumhuriyeti’ her yerden kaldırılmak istendi. Anayasanın Türklükle ilgili maddeleri değiştirilmeye çalışıldı. Okullarda Türk çocuklarına kimlik bilinci veren “Andımız’ ve millî bayramlarımız yeniden düzenleme adı altında kaldırıldı. Çözüm süreci denilen bu dönem, 1856 Islahat Fermanı’ndan sonra İmparatorluğun dağılma, parçalanma ve çözülme sürecini andırmaktadır.

Bu dönemde Türkiye’deki gelişmelerin başlangıcı olarak Amerika’nın 2002 yılından itibaren, Büyük Orta Doğu Projesi ile bölgemizdeki İslam ülkelerini bölmeye, mevcut sınırları değiştirmeye başladığına dikkat etmek gerekir. Büyük Ortadoğu Projesi emperyalizmin ikinci Ortadoğu paylaşım savaşıdır. ABD önce Barzani peşmergeleri ile Irak’ı, sonra PKK’nın Suriye kolu PYD ile birlikte Suriye’yi bölmeye ve çalışıp, bu kanlı örgüte her türlü yardımı yaparken suçüstünde yakalandı. Amerika kendi çıkarları ve İsrail için günümüzde Irak’tan başlayıp, Suriye’den geçip Akdeniz’e ulaşan sınırımıza paralel bir “Kürt Koridoru” kurmak istiyor. Buna karşı tavrını geç de olsa gösteren Türkiye,  PKK’nın bir Amerikan projesi olduğunu anladı.

                                                                  xxx

Gelelim Fetö’nün ortaya çıkmasına Atatürk döneminin sebep olduğu iddiasına. Günümüzde tek adam rolüne soyunan politikacı bu örgüt için “ Aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüm.” Dedi. Aynı kişi Rize’de yaptığı konuşmada Fetö için  tek parti dönemini suçlayarak “ Camileri kapattılar, dini anlatan kimseler kalmayınca ortalık, Fetö gibi şarlatanlara kaldı “ diyerek Atatürk dönemini ima etti.

Hâlbuki Atatürk, Yunan Anadolu’dan çekilirken, yaktığı binlerce caminin,1922 yılındaki Bakanlar Kurulu’nun ilk toplantısında yeniden yapılmasını istedi. Atatürk İslam dinini bilime emanet etmek için1924’de imam hatip okullarını ve Diyanet İşleri’ni kurdu. Atatürk daha sonra millet okuduğunu anlayarak inancını sürdürebilsin diyerek Elmalılı Hamdi Yazır’a Kur’an’ı Kerim’in tercüme ve tefsirini yaptırdı, Kamil Miras’a da en güvenilir hadis kaynaklarından Buhari Hadislerini Türkçeye tercüme ettirdi.

 Atatürk bizzat kendi parasından vererek emir eri Ali Metin Çavuş’un memleketi Mihallıçık’ta yakılan caminin yerine yenisini yaptırdı. 1925 yılında Niğde’nin bir köyündeki kilisenin camiye çevrilmesi kararlaştırdı. Edirne Selimiye Camii gibi önemli camilerin onarımına ödenek göndertti. Ayrıca 1926’da tamamlanan Paris Camii ‘ne yardım edip, 1931’de Tokyo Camii’ni bizzat kendi parasıyla yaptırdı.

Atatürk döneminde ezanlar okundu; camiler açık kaldı. Namaz kıldığı için kimse suçlanmadı; camiye gitmek suç sayılmadı.

“Namaz kılınamayan ordu” yalanına ise son günlerde Fetö Darbe Komisyonu’nda konuşan eski genelkurmay başkanlarından Işık Koşaner şöyle cevap verdi: “ Harp Okulu bahçesinde bizim camimiz var. Harp okulu öğrencisi namazını kılar gelir. Siz askerken namazınıza, orucunuza karışan oldu mu? Bizim böyle suçlayıcılığımız olamaz" dedi. Aynı komisyonda bir başörtülü milletvekili Engin Alan’ın komutan olduğu dönemde ordu evine “ Başörtülüler ve evcil hayvanlar giremez” şeklinde bir yazının asıldığını söyledi. Bu iddianın yalan olduğu komisyonda bulunan diğer milletvekillerinin hemen Alan’la yaptığı bir telefon görüşmesinden sonra anlaşıldı.

Atatürk döneminde namaz kılınamadığı için Fetö’nün orduya sızmak istediği iddiası gülünçtür. 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra gelen tek parti dönemi 1950’de bitti. O günden bugüne 66 yıl geçti. Bu 66 yılın son 14 yılında tek başına iktidar olan, ordudaki bütün Fetöcü üst rütbeli subayları atayan, aynı menzile gittiğini zanneden parti vardır. Çok partili dönemde yüzlerce imam hatip okulu, Yüksek İslam Enstitüsü, İlahiyat Fakültesi açıldı.  Her mahallede yeni cami yapıldı. Kimsenin namazına, orucuna karışılmadı.   Gerçek bir din özgürlüğü yaşanan Türkiye’de, namaz kılınmadığı için orduya Fetö örgütü sızdı demek; Cumhuriyet dönemine düşmanlık bahanesi veya eski dönemi suçlayıp, kendi dönemlerini yüceltme, tarihi kendilerine göre yazma isteğidir.

Peki, diğer İslam ülkelerinde bizdeki gelişmeler olmadığı halde,  o ülkelerden El Kaide, Bako Haram, Daiş, İşid nasıl çıktı?

İtiraf edilse de, edilmese de bütün bu İslam’a aykırı terör hareketlerinin arkasında emperyalist devletler vardır. Bizdeki Fetö hareketi de Amerika tarafından korunup, kollanmıştır. Bu örgütün Amerika’nın yardımıyla çeşitli ülkelerde yüzlerce okul açabilmesi ve liderinin bu ülkede kalmasına izin verilmesi bu hareketin bir Amerikan projesi olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak,  yukarda anlattığımız gibi; PKK ve FETÖ Cumhuriyet döneminin eseri değil,  emperyalizmin projesidir. Pakistan Devleti’nin kurucusu ve ilk devlet başkanı Muhammed Ali Cinnah Atatürk hakkında “ ehli İslam’ı, ehli salibe çiğnetmeyen büyük kumandan” diyor. Bu gerçekten bahsetmeyip,  Atatürk’ü İngiliz ve Yunandan beter düşman görmek; yalnız bilgisizlikle açıklanamaz. Bunun arkasında, en azından Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine, cumhuriyeti kuranlara, Türk kültür ve kimliğine düşmanca saldırı yatmaktadır.

Kaynakça:

1.Yenicaggazetesi.com.tr, 12 Ekim 2016

 2.Milli Mücadele Beyannameleri ve Basını (Hazırlayanlar) Zekai Güner- Orhan Kabataş

Atatürk Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Merkezi Yayını sayı 33, sayfa 218-223) Ankara, 1990

3. Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, Pensilvanya Mezhebi’ne karşı Anadolu İrfanı, 25.7.2016

4.Özgür Billur,  Türkiye’de Kürt İsyanları,www.kicgine.blogcu.com

5.Salahi Sonyel, Gizli Belgelerde Osmanlı Devleti’nin Son Dönemi ve Türkiye’yi Bölme çabaları, Kaynak Yay. s. 215-264, Mayıs, 2009, İstanbul

6.Salahi Sonyel, Kıskaç Altında, Remzi Kitapevi, s. 40-60, 2010, İstanbul

 

www.zekionsoz.com

 

Kasım/2016

 

 
Toplam blog
: 100
: 2186
Kayıt tarihi
: 28.01.12
 
 

1945 Bayburt'ta doğdu. Yüksek öğreniminden sonra çeşitli liselerde öğretmen ve yönetici olarak ça..