Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

18 Ekim '13

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Popoya patlak yerine tükürük!

Geçenlerde sohbet ediyoruz, konu geldi çocukluğumuzda yaptıklarımıza, mesela Nilüfer her oyuncağını paylaşırmış ama minicik bir tuzluğu varmış, diyor ki “muhtemelen plastiktendi, nasıl sevmişsem artık, kimse dokunsun istemezdim!”

Benim paylaşma konusunda problemim yoktu, hatta paylaştığımdan dolayı fena halde annesi tarafından azarlanan çocuklar da olurdu!

Şöyle anlatayım: İzmir gibi sıcak bir yerde annem sabah kahvaltısı sonrası izin verirdi dışarıda oynamamıza yaz tatillerinde, öğle yemeği sonrası ille de akşamüstü beşe kadar bekleyecektik tekrar dışarı çıkmak için.

Epey küçükken ille de öğle uykusu uyumamızı isterdi; el ve ayaklarımızı yıkar, geceliklerimizi giydirir, yallah yatak derdi.

Kız kardeşim ile didişmeyi tercih ederken annem celallenir, ikimizi de yatağına alırdı, uyuyalım diye… (Sabahın köründe kalkmış kadın, kocasına kahvaltı hazırlamış, daha sonra bizim için ikinci kahvaltıyı hazırlamış, evi silmiş-süpürmüş, yemek yapmış, bu arada bizi kontrol etmiş, falan… Bir-iki saat dinlensin istiyor, üstelik de çocuklarını doğru yetiştirmek istiyor).

En mutlu olduğumuz yer annemlerin yatağında olmaktı ama öğle uykularında edepsizleşebiliyorduk. Haliyle annemin de kendine göre yöntemleri vardı; bir anda bir benim, bir de kardeşimin poposuna “Uyuyun artık!” diyerek dokunduruyordu!

Acıdan falan değildi, acıtacak gibi de zaten değildi, ama ağlardım; ağrıma giderdi sanıyorum. Ağlarken de uyurdum.

Bir, iki derken işi çözmüştüm: Ağlarken kolayca uyuyorsam, neden popoma şaplak yiyeyim! Durduk yerde ağlayamayacağıma göre… Hımmm, ağladığımda gözlerim yaşlanıyor, kirpiklerim birbirine yapışıyor. Olay buysa, tükürüğümle ıslatırsam gözlerimi ve kirpiklerimi, uyuyabilirim kolayca!

Bu yöntem acayip işe yaradı; tükürüğümü sürüyordum bolca gözlerime ve kirpiklerime, mışıl-mışıl uyuyordum!

Beş yaşındaki aklımı seveyim!

(Bir-kaç sene önce anneme söyledim, inanamadı. Nasıl gözünden kaçmışsa artık! Ya da nasıl gizliden yapıyorduysam!)

Yaşımız sekiz-dokuz olunca aynı dönemlerde ille de uyuyun diye diretmedi; “Dinlenme saati, ister uyuyun, ister kitap okuyun” dedi, ama yine ayaklar yıkanacak, gecelikler giyilecek ve yataklara uzanılacak. Acayip komik gelecek muhtemelen birilerine ama kitaplar bittikçe ansiklopedi okurduk, bildiğin ansiklopedi! Keyif de alırdık iyi mi! Öğrenme keyfi işte; ne televizyon ne de Google var o dönemde!

Bir büyük beyaz kutum vardı, ne kadar işe yaramaz şey varsa toplardım. Öğle uyku vaktinden sonra annem ille de akşamüstü kahvaltısı hazırlar, saçlarımız taranır, giysilerimiz yenilenir ve ancak sonrasında tekrar sokağa çıkmamıza izin verirdi.

O ara en sevdiğim araydı: kutumu alır ve başına otururdum. İçine tıktığım neler varsa onlardan bir şeyler yaratmaya çalışırdım. Eskiden kitap-defter kapları muşambanın incesi plastik bir maddedendi; iki rengi vardı: Kırmızı ve koyu mavi…

Eski kitap kaplarından terlik yapmışlığım vardır kendime, aralarına sağlam mukavva yapıştırıp, üst bandına kırmızıdan üç boy kalp figürü ile süslediğim.

Arka bahçede şahsi kimya laboratuvarım vardı, yaseminlerden, hanımellerinden, güllerden parfüm ürettiğim, renkli kalemlerin içlerinden minik kaplar içinde boya ürettiğim! Gülmeyin, ürettiğime inanıyordum!

Sabit kalemin içi en göz alıcısıydı; morun çeşitli tonları, yeşilin ördekbaşı olanı birbirine karışıyor suyun içinde…

İstanbul’dan ziyarete gelen misafirlerin çocuğuna gösteriyorum, benden bir-kaç yaş küçük, o da o kadar etkileniyor ki, aynen benim gibi, elliyor, falan…

Ellemesine hiç kızmıyorum, dedim ya, paylaşma problemim yok!

Annesi sevmemişti bu paylaşımı gerçi; beyaz kedime elbisesine sürmüş dediler ellerini; ama dikkatli ol demiştim, sabit boyadır bu!

Berrin’den çok bana kızmışlardı sanki… Paylaşmak kötü bir şey miydi yani?

******

Bunu sanıyorum daha önce anlattım, emin değilim, neyse…

Altı yaşımdayım, henüz ilkokula başlanmıyordu o vakitlerde, aile bağları daha güçlüydü, tv falan yoktu ya, akrabalar her fırsatta bir arada oluyorlardı.

Böyle olunca da kuzenler de bir arada oluyor, büyüklerden küçükler epey şey öğreniyorlardı. Anne-babalar da bu öğrenime destek veriyor, çocuklarına oyun ve keyif ile hep bir şeyler öğretiyorlardı.

Şiir öğretiyorlardı, mesela, marş öğretiyorlardı. Doğruluk öğretiyorlardı, hakkaniyeti falan… Onuru da, vicdanı da öyle öğrendik!

Neyse… Güzel bir şiir öğretmişlerdi, güzelce okumam yalnızca öğretimiydi, bir parça da beceri miydi, yorum yaparsam adaletli olamam diye endişeyim.

Bir on Kasım sabahı, annem her törene katıldığı gibi bu törene de katılmamazlık etmedi; bir elinde ben, diğerinde kız kardeşim!  

Yer, bulunduğumuz yerin ilkokulu, kalabalık mı kalabalık; öyleydi o vakitler, insanlar sırf çocuklarını görmek için gitmezlerdi böyle merasimlere, annem gibi Cumhuriyet kadınları, adamları iştirak ederlerdi, içlerinden geldiğince…

Çeteleler de tutulmazdı, kim katıldı falan diye, siyaset amaçlı ise hiç değildi; yalnızca bir teşekkür, bir anma, efendime söyleyeyim bir insanlık durumuydu!

Şiirler okunuyordu, öyle özendim ki anneme “Ben de okusam” dedim. Annem huşu içinde törene kilitlenmiş; her şiir okuyan çocuk için gözleri ayrı dolmuş, yüreği ayrı çarpmış vaziyette…

“Anne, ben de okusam?”

“Hıı?”

Müdüre sormak lazım dedi, dikkati törende…

“Anne, müdür hangisi?”

“Hıı?”

“Müdür hangisi anne?”

Şuradaki bey…

******

O beyi bulmak için okulun içine girdim, sahnenin hemen arkasında kendisine ulaştım, şiir okumak istiyorum dedim! (Nasıl bir özgüvene sahipsem o anda? Keşke devam edeymiş!...)

“Ne şiiri okumak istiyorsun” diye sordu, Atatürk şiiri tabii ki dedim! Göğsümü nasıl dikleştirdiğimi hala anımsarım! (Başka ne şiiri olabilir ki, der gibi!)

“Hadi” dedi, çıktım, mikrofonu ayarladı birisi, en küçük boya, başladım şiirimi okumaya… Ne korku, ne kaygı… (Off, bu özgüveni nasıl oldu da yitirdim?)

Nasıl içten okuduysam artık, öğrenciler alkışlıyor, öğretmenler “Yas günü, alkışlamayın” diye uyarıyor; merdivenlerden inerken öğretmenler başımı okşuyor…

Annem bayılmak üzereymiş neredeyse, beni orada görünce…

******

Şimdilik bu yazı burada sona erer, siz işinize dönersiniz, benimse hala çözemediğim bir sorunum var: Bu kadar özgüven nasıl oldu da uçtu gitti?

“Yazık olmuş” demek geliyor içimden, bulmak gerek: ama neden?

 

http//twitter.com/Gulgunkaraoglu

gulgun_2006@hotmail.com

 
Toplam blog
: 1269
: 1343
Kayıt tarihi
: 18.09.07
 
 

İzmir, 1963 doğumluyum. Dokuz Eylül Üniversitesi İngilizce bölümü mezunuyum ve özel bir şirkette ..