Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Şubat '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Portekiz, Avrupa'nın Güneybatı Ucu

Portekiz, Avrupa'nın Güneybatı Ucu
 

Lizbon, Kâşifler Anıtı


Zeki Önsöz

Yolun sağında ve solunda, ekili-dikili araziler, narenciye bahçeleri ve şişe mantarı elde edilen meşe ağaçlarını görüyoruz. Yüksek bacaları ile beyaz badanalı evler dikkatimizi çekiyor. Burası Portekiz’in Algarve bölgesidir.

Portekiz, 92.345 km2 yüzölçümü ve 10 milyon 608 bin nüfusu ile Avrupa’nın güneybatı ucunda yer almaktadır. Bu ülke, 711-1249 yılları arasında Mağripli Müslümanların hâkimiyetinde kaldı.1385’de Kastilya ile yapılan savaşla İspanya’ya karşı bağımsızlığını kazandı. Keşiflerden sonra,15. ve 16.yüzyıllarda sömürge imparatorluğuna dönüştü. 20. Yüzyılda sömürgelerini kaybetti. Ülke fakirleşti.1949 ‘da Nato’ya, 1986’da Avrupa Birliği’ne girdi. Ülkenin en büyük kenti Lizbon, merkezde 650 bin, banliyöleri ile birlikte 2,6 milyon nüfus barındırıyor. Portekiz’de fert başına düşen gayrisâfi millî hâsıla 18.950 Dolar.(Kaynak; Der Fischer Weltalmanach 2010)

Lizbon

255 kilometrelik Faro-Lizbon yolundan sonra Tejo nehri üzerindeki köprüden Lizbon’a giriyoruz.  Geniş bir nehir olan Tejo, etrafı ile Boğaziçi’ni andırıyor. İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulduğu söylenen Lizbon, güzel olmakla birlikte, İstanbul gibi bir albenisi yok.   Önce Belem semtine gidip Keşifler Anıtı’na bakıyoruz. Bu büyük anıt; Portekiz’in keşifler yapan özelliğini ve sömürge başarısını anlatıyor.  En önde ünlü Denizci Henri, arkasında asker, din ve ilim adamları uzaklara, yani geleceğe bakıyor. Anıtın yakınındaki Belem kulesi, eskiden denize açılan gemicilere hedef ve görevleri verilen tarihi bir yapı imiş.  Bölgedeki en önemli yapı olan Geronimus Manastırı’nı geziyoruz.  Sömürgelerden gelen karabiber paralarının vergisinden yapılmış bu gotik yapının içinde Vasco de Gama’nın ve kralların lâhit mezarları var.  Portekiz’in 1986 yılında Avrupa Birliği’ne giriş töreni burada imzalanmış. Bu uygulama, AB’nin bir Hıristiyan kulübü olduğunu iddia eden görüşe hak verdirmiyor mu?   Bölgedeki çok sayıda lokanta, kahve ve sokaklarda turist, genç ve Portekiz’in eski sömürgelerinden gelen koyu tenli insanları görüyoruz. Batı Avrupa kentlerinde görmediğimiz kadar dilenciye rastlıyoruz. Lizbon’da meydanlar heykellerle süslenmiş. Tramvay, şehrin dar sokaklarından tepelerdeki semtlere kadar gidiyor.

Gülbenkyan Müzesi

Öğleden sonra Belem semtindeki Gülbenkyan müzesine gidiyoruz. Ermeni kökenli Osmanlı vatandaşı Gülbenkyan ömrünün son yıllarını Lizbon’da geçirmiş. ‘’Mister yüzde beş’’ diye tanınan bu adam, Batılı devletlerin Osmanlı’dan imtiyazlar koparmasını ayarlamış ve yüzde beşini cebe atmış. Özellikle petrol imtiyazları sayesinde zenginleşen Gülbenkyan, Osmanlı coğrafyasından, Doğu’dan ve Batı’dan sanat eserlerini de toplamayı ihmal etmemiş. Öldükten sonra adına bir vakıf kurulmuş ve bir müze açılmış.

Güya; Gülbenkyan bu eserlerle Türkiye’de bir müze açmak istemiş de, Türkiye kabul etmemiş.  Bu iddia, Türklerin azınlıkları kaçırdığına dayanak yapılıyor. Ortada bir belge olmadan bu söylentiyle Türkiye ve Türkler suçlanıyor. Hâlbuki adam, Türklerin sırtından gayri meşru yollardan büyük bir servet yapmış ve eserlerimizi kaçırmış. Bunun üzerinde durulmuyor. Kimin suçlanması gerekir?

Müzede Fransız ve Hollandalı empersyonist ve Portekizli modern ressamların eserleri var. Bunun yanında müzede değerli Osmanlı ve İslam eserleri ile Ermeni dini objeleri yer alıyor. Akşam Lizbon Penta otelde kalıyoruz.

Estoril ve Sintra

Sabah şehirden çıkıp, Estoril’e gidiyoruz. Güneşli bir havada deniz kenarından Estoril’e ulaşıyoruz. Kazino önündeki güzel bahçede mola veriyoruz. Daha sonra Sintra’ya giderken Avrupa’nın en batısı olan yerde duruyoruz. En uçta güzel bir deniz feneri var. Duvarda Sintra şehrinin iki tarafta birer ayyıldız, ortada üzerinde haç işaretli kale olan arması duruyor. Fenerin yanından ufukları görünmeyen Atlantik Okyanusu’nu seyrediyoruz.

Daha sonra Portekiz krallarının yazlık sarayının olduğu Sintra’ya geliyoruz. Sarayın mimarisi de içindeki eşyalar da pek hoşumuza gitmiyor. Karşı tepede Endülüs kalesi bütün haşmetiyle duruyor. Lizbon’a otelimize dönüyoruz.          

Fado

Gece fado dinlemeye gidiyoruz. Fado; denizlere açılıp, geri dönmeyen eşlere ve sevgililere duyulan özlemle söylenen ağıtlardır. Fado şarkıları 12 telli Portekiz gitarı eşliğinde söyleniyor. Fado müziğinin gelmiş geçmiş en ünlü yorumcusu hiç şüphesiz Amalia Rodrigues’dir.  Portekizliler;  melankolik fado şarkılarını bütün dünyaya tanıtmışlar. Turist gezi programı içinde mutlaka ‘’Fado’’akşamı var.

Bunu duyunca, bir anım aklıma geldi. Almanya’da yaşadığımız şehirden birkaç defa Alman meslektaşlarımı Türkiye’ye götürdüm.  Gezi programında akşamları bir eğlence yeri de vardı. Gittiğimiz yerlerde Türk sanatçılar, Almanlara Almanca şarkılar söylediler. Hatta bir şarkıcı gruba;’’Geldiğiniz memleketi özlemişsinizdir’’ dedi ve ‘’Lilli Marlen’’adlı Alman şarkısını söyledi. Almanlar; ‘’Biz buraya sizin şarkılarınızı dinlemeye geldik, sizin müziğiniz yok mu?’’  dedi. Verecek cevap bulamadım.

‘’Fado’’ dinlerken;‘’yabancılara ülkemizde gezi programı düzenleyen tur operatörleri kendi müziğimizi, özellikle fasıl müziğimizi gezi programlarına neden almazlar?’’ Diye düşündüm. Portekizlilerin kendi kültürlerini sevmelerini, sonra bu kültürü başkalarına sunmalarını beğendim.

Nazare

Sabah Lizbon Penta Otel’den ayrılıyoruz. 9’da oldukça fazla şehir trafiğinden güçlükle otoyola ulaşıyoruz. Bakımlı bahçeler, tarlalar, yeni yapılan evler görüyoruz. Türkiye ile kıyaslamadan edemiyoruz. Hiçbir yerde gecekondu yok. Önce sur içinde daracık sokaklarıyla tarihi bir şehir olan Obidas’a ulaşıyoruz. Bütün şehir, sur ve kuleler koruma altında imiş. Kulelerde dolaşıp, şehrin resimlerini çekiyorum. Lizbon’dan 90 km. uzakta, Nazare isimli şimdinin bir turizm merkezi, eskinin bir balıkçı köyüne gidiyoruz. Önce şehri ve 5 km uzunluğundaki kumsalını gören tepede duruyoruz. Kadınların fıstık sattığı bu yerden denize, sahile, kente bakıyoruz.

Nazare’de sokak arasındaki küçük lokantanın önünde bir masaya oturup etrafı seyrediyoruz. Kendimizi Bodrum, Kuşadası gibi tanıdığımız bir yerde zannediyoruz. Karşı evde açık pencereden gördüğümüz bir genç kız ev işi yapıyor, bir yandan şarkı söylüyor. Biz alkışlayınca, bakıp gülüyor. Şarkılarına devam ediyor. Bir kadın sokakta mangalda balık kızartıyor. İlerde bir kadın pencereden çocuğuna bağırıyor. Çocuklar oyun oynuyor, bebek arabalı kadınlar ayaküstü sohbet ediyor. Havalı kızlar, jüponlu elbiseleri içinde kadınlar, balıkçı tipli yorgun erkekler önümüzden geçiyor. İhtiyar garsonumuza yemek listesinden ‘’kalderone’’ isimli patatesli balık güvecini istediğimizi söylüyoruz. Önce bize zeytin, tereyağı ve ekmek getiriyor. Sokağı seyrederek ve karşıdaki kızın konserini dinleyerek bunları atıştırdık. Bir saat beklemeden sonra kocaman bir güveç geldi. Allah’tan ihtiyar adam tek güveç anlamış. Güveç iki kişi için bile çok fazla olduğu için ikinciyi yiyemezdik.

Yemekten sonra sahilde dolaşıyoruz. Bahar olduğu için geniş kumsal boş. Pastel renklerle boyalı balıkçı kayıkları kumsala çekilmiş Çocuklar kayıkların etrafında, içinde gülüşerek oynuyor bana poz veriyor. Yediğimiz yemekten sonra bu güzel havada, içinde martılar, çocuklar, kayıklar ve deniz olan bu harika manzaradan zorla ayrılıyoruz.

Batalha

Daha sonra Batalha isimli yere gidiyoruz. Buradaki önemli eser olan kilise 1385 yılında İspanyollara karşı kazanılan zaferin anısına yapılmış. Londra’daki West Minster’e benzeyen bu yapıyı bir İngiliz mimar yapmış. Kilise önünde Batalha’nın at üstünde heykeli var. Biz oradayken, meçhul asker anıtı gibi olan bu yerde askerler mızıka eşliğinde resmigeçit yaptı. Buradan ayrılıp, Fatima isimli şehre gidiyoruz.

Fatima

Burası Katolik kilisesi için önemli bir ziyaret yeri. Fatima adı, Endülüs döneminde burada yaşayan Müslüman bir prensesten geliyormuş.1917 yılında üç çocuğun Hz. Meryem’i gördüğüne ve onlara 3 önemli şeyi işaret ettiğine inanılıyor. Burası bu nedenle kutsal bir yer olmuş.

 Bizim Selçuk’taki Meryem Ana mezarı öyküsüne benziyor değil mi? Meryem Ana’nın mezarının Selçuk’ta Bülbül Dağı’nda olduğunu Katherine Emmerich adlı bir Alman rahibe rüyasında görmüş, İzmir’de bir misyoner okulu müdürüne yazmış. O da şimdi ziyaret edilen yeri bulmuş. Türkler de bu rüyayı turist gelir diye sahiplenmiş.  1961’de Papa, Bülbül dağındaki bu yapıyı kutsal yer ilan etmiş. Bu tarihten itibaren 3 ayrı Papa da buraya gelip ibadet etmişler. Anlaşılan Katolik Kilisesi kutsal mekânlar bulmada ve bunu kitlelere benimsetmekte oldukça başarılı.  

Hıristiyan devletlerin, 19.asrın sonundan itibaren Osmanlı Devleti toprağı olan Kudüs ve etrafını ‘’kutsal yerler’’diye üzerinde hak iddia ederek ele geçirdiğini unutmayalım. Zaten Bülbül Dağı’nın arazileri de Kilise tarafından satın alınmış. Bu kutsal yer (!)  bir İslam ülkesinde olunca, iş artık basit bir turizm olayından dini-siyasi bir boyuta taşınmıştır.

Fatima’nın kent merkezi, Roma’daki St. Peter meydanını andırıyor. Her tarafta o tütsülü kilise kokusu var. Gece, gündüz Hz. Meryem heykeline ve kiliseye insanlar dizleri üzerinde sürünerek geliyor.

Gezdiğim Batı ülkelerinde Hıristiyanların Hıristiyanlığa ve Hıristiyan kültürüne bağlılıklarının, İslam ülkelerinde Müslümanların din ve kültürlerine bağlılığından daha fazla olduğunu söyleyebilirim. Hıristiyanlar, dinle fazla ilgilenmiyor gözükse de, dinlerini günlük hayatlarına sanat, estetik,  ve kültürel etkinliklerle katmışlar. Müslüman ülkelerde ise ya taassup, ya da cehalet yanlışı var. Sanat ve kültürün karışmadığı din, fanatiklerin eline geçiyor. İslam ülkelerinin entel, batı yandaşı aydınları ise İslam’a ve kültürüne tamamen yabancı kalıyor.

Fatima’da çok sayıda ziyaretçi görülüyor. Her tarafta buraya ait dini, hatıra ve hediyelik eşyalar, kocaman haçlar satılıyor. Geceyi yakındaki tütsü kokulu bir otelde geçiriyoruz.

Evora

Sabah Tejo nehri üzerinde bir barajı ve gölünü görüyoruz. Daha sonra 240 km sürecek bir yolculuk yapıyoruz. Alentejo’nun şişe mantarı ağaçlarını seyrediyoruz. Bu ağaçlardan elde edilen şişe mantarı üretiminde Portekiz dünyada birinci imiş. Kabukları soyulmuş ağaçlar kırkılmış koyunlar gibi görünüyor. Evora şehrine geliyoruz.  Evleri, tarihi yapılarıyla açık hava müzesi gibi olan bu şehirde güzel Evora Otel’de kalıyoruz.

Sabah, artık aşina olduğumuz ve hoşumuza giden ekili, dikili veya nadasa bırakılmış tarlalar ile zeytin, şişe mantarı ağaçları manzarasında Beja şehrine geliyoruz. Bizim Anadolu şehirlerindeki gibi bir pazarda, satış yapan bir kadının resmini izniyle çekmek istedim. Kadın para işareti yaparak bana doğru geldi. Buradan yola devam edip Monchique dağına tırmanıyoruz.1000 metre yüksekliğindeki dağın kaynak suyunu içiyoruz. Dağın tepesindeki lokantada yemeğimizi yedikten sonra bütün vadiyi, ilerde denizi ve koyları seyrediyoruz. Buradan inip bir Endülüs kalesinin bulunduğu Portimao’ya geliyoruz. Müslümanlara karşı zafer kazanan Hıristiyan şövalyenin büyük heykeli duruyor. Mağripli Müslümanlar buraya 500 yıldan fazla bir zaman hâkim olmuşlar. Onlardan bir iz kalmamış. Evlerin üzerinde gördüğümüz minare gibi bacalar o dönemin etkisi imiş. Faro’ya otelimize geliyoruz.

Sabah ilk uğradığımız şehir Albufeira, Arapça ‘’denizdeki kale’’ anlamına geliyormuş. Burası Algarve’nin son yıllardaki gözde turizm merkezi olmuş. Şehirde çirkin bir yapılaşma var. Yapılan şehir planlamasını da kimse takmıyormuş. Demek ki; rant hırsı bizdeki gibi burada da sınır tanımıyor. Atlas okyanusu kıyıları bizim Antalya’daki falezleri hatırlatıyor. Ama Okyanus’un Akdeniz’den daha büyük dalgalarından çekiniyoruz.

Albufeira’dan sonra Logos şehrine gidiyoruz. Denizci Henri heykelini ve şehri geziyoruz.  Bir zamanlar, Afrika’dan gemilerin ambarlarında zincirlere bağlı getirilen esirler burada satılırmış. Portekizliler, Akdeniz’in Türklerin elinde olduğu yüzyıllarda açık denizlere yöneldiler. Portekizlilerin Hint Okyanusu’na çıkışlarına kadar, Uzak ve Güney Doğu Asya’dan Avrupa’ya yapılan ticaret Müslümanların elindeydi. Portekizli Vasco de Gama’nın denizden Ümit Burnu’nu aşarak Doğu’ya giden deniz yolunu bulmasıyla dünya ticaret yolları değişti. Osmanlılar gelen tehlikenin farkına vardı. Fakat bu yeni deniz yolu ticaretini kontrol altına alamadılar. Denilebilir ki; bu küçük kâşifler ülkesi, Türk devletine ekonomik yönden en büyük darbeyi indirdi. Portekiz’i takip eden diğer batılı ülkeler, sömürgecilikle Afrika ve Amerika ülkelerinin yalnız zenginliklerini ele geçirmekle kalmadılar, o ülkelerin insanlarını da köle olarak kullandılar veya kendilerine karşı çıkanları yok ettiler. Sömürgeleştirdikleri ülkelere kendi kültür ve dinlerini zorla benimsettiler. Bu durumu konuştuğum bir Portekizli aydın; ‘’Ama biz oralara medeniyet götürdük ‘’ dedi. Fakat sömürgeciler ele geçirdikleri ülkelerde Aztek, İnka, Maya gibi gelişmiş medeniyet ve kültürleri yok etti, ellerinden zenginliklerini aldı ve insanları köleleştirdi.  Logos’da, bugünkü Batı’nın refahının temelinde bu kanlı geçmiş olduğunu düşündüm.  

İber yarımadasına yaptığım bu üçüncü gezi ile Avrupa’nın en batı ucuna ulaşıyorum.  Portekiz’den bu düşüncelerle ayrılıyorum.

Şubat / 2012

 

www.zekionsoz.com

 
Toplam blog
: 100
: 2186
Kayıt tarihi
: 28.01.12
 
 

1945 Bayburt'ta doğdu. Yüksek öğreniminden sonra çeşitli liselerde öğretmen ve yönetici olarak ça..