Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

17 Nisan '12

 
Kategori
Deneme
 

Poşet poşet yumurta

Poşet poşet yumurta
 

Poşet poşet yumurta/ Sakın beni unutma/Unutursan küserim/Seni kurda söylerim... -Bazen bir Kırmızı Şapkalı Kız Masalına bile kanarız. Oysa, bu sanal alemde tek gerçek yürektir.O bize gerçeği anlatır.


Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, annem düştü beşikten, babam düştü eşikten, annem kaptı maşayı, babam kaptı meşeyi, döndürdüler bana dört bir köşeyi derkeennn…

Efendim…

Herkesin ve her şeyin kendisini  “bir şey”, ama “bambaşka bir şey”  sandığı bir dünya varmış. Bu sanılanların diz boyu olduğu dünyada varlıklar kendilerini olduklarından o kadar farklı olarak algılarlarmış ki; karşılarındaki varlıkların onları ne sandıklarını bir an olsun, akıllarına dahi getiremezlermiş…

Yine de, akıl, yürek, vicdan, ruh, öz, gibi varlıklar Bir Gizemli Güç tarafından hâlâ koruma altında olduklarından bu tuhaf ve acınası dünya renkleri ve tatları tam olarak kaybetmiş değilmiş… Akıl, yürek, vicdan, ruh, öz kimlerde ya da nelerde mi  varmış? İşte, bu gizemli dünyanın cevaplaması en zor sorusu da buymuş zaten… Bu “değerli hazinelerin”, bu akıl almaz ve sanıla sanıla neyin sanıldığının, neyin göründüğünün, neyin yaşanıldığının anlaşılmadığı dünyada “var olduğunu” herkes ve her nesne bilirmiş de… Bu hazinelere “kim ve ne”, ne oranda ve ne kadar süreyle sahipmiş? İşte, bunu anlayabilmek ve anlatabilmek çok güçmüş…

 “Algı”lar ve “sanma”lar dünyasında bir özellik daha varmış: Bu dünyada kendinde birçok özelliğin bulunduğunu ya da o sözünü ettiğimiz hazinelerin yalnızca kendinde bulunduğunu sanan ve sandıran insanlar olduğu gibi, bu binbir rengin iç içe yaşamaya çalıştığı can çekişen dünyada yalnız insanlar değil; hayvanlar, nesneler, taşlar, ağaçlar; özetle, insan dışındaki bütün canlı ve cansız varlıklar da kendilerini bir şey sanırmış. Tuhaf bir dünyadır bu dedik ya! İnsan dışındaki tüm varlıklar kendilerini bir şey sandırmakla kalmaz; insan-mış gibi konuşmaya, dinlemeye, düşünmeye, hayatı paylaşmaya kalkarmış…

Aaaa, evvel zaman içinde mi dedim? Bakın, gördünüz mü? Ben de bu algılar ve sanrılar dünyasını “evvel zaman içinde” var-mış; sandımdı… Bilmiyorum; belki de “bu zaman içinde; şu yaşanılası günlerde” vardır, aramızdadır; böylesi bir dünya ve bu tuhaf yaratıklar… Amann, Allah korusun…

Neyse, okuyucularım; ben daha bende kaldığına inandığım aklımla masalımı anlatıp gideyim; iyilerimi, kötülerimi; cinlerimi, perilerimi, kurtlarımı, kuzularımı, sepetlerimi, poşetlerimi; yumurtalarımı, hızlı trenlerimi; kaktüslerimi, güllerimi; tabletlerimi, kitaplarımı; evlerimi, dükkanlarımı; ağaçlarımı, yeşillerimi bir anlatıvereyim. Kıssamdan hissenizi alırsınız. Fakat lütfen, çok dikkat edin de “o çok değerli hazinelerinizi” bir ormanda kaybetmeyin ya da bir hızlı trenin altında ezdirmeyin; ya da bu masalda olduğu gibi poşet poşet(yok, sepet sepet) yumurtalarınızı kuzu görünen kurtlara kaptırmayın… Hatta, “bakk, bende yumurta var; onları poşette bile taşıyabiliyorum” deyip de sonra “bakın, gördünüz mü; yumurtalarımı şu karşıdaki kırdı” deyivermeyin. Haaa, tabii! Hangi kurt görünenin kuzu; hangi kuzu postlarına saklanıp da rengi görünenlerin de kurt olduğunu da bana sormayın, artık.

Milenyum çağının o en tatlı günlerinden birindeydi. Kırmızı şapkalı kız; her zamanki alışkanlığı ile tavuklardan ya da tavuk sandığı varlıklardan topladığı yumurtaları poşetine doldurup da ormana dalıp anneannesinin yolunu tutmuştu. Ormanın derinliklerine her zaman gidiyordu da şu kız, elinde poşetiyle; o yumurtalarıyla neye ulaşmak istediği; anneanne denilenin bu kadar yumurta sevişinin sırrı da henüz keşfedilmemişti. Sakın ola! Her sırrın çözüldüğüne inanmayınız, siz.

Ağaçlar kırmızı görünen poşetli kızı daha ormanın girişinde görünce, hemen konuşmaya başladılar...

Köknar, her zaman objektif olmaya çalışırdı, sanki kendisinin köknar olduğundan emin bir hali vardı:

 -Şu kırmızı şapkalı poşetli kıza hayranım. Ne zaman yumurtaları topluyor da, ne zaman yola düzülüp anneannesinin evinin yolunu tutuyor, hiç anlamıyorum! Bravo doğrusu…

Kavak ağacı inatçı ve dik başlıydı; hem de yolun başındaki en uzun ve en önde olmasından olacak olanları net gördüğüne, sesleri tam duyduğuna inanmıştı. Başını şöyle şiddetle salladı:

 -Yok canım… Hiç poşetle yumurta taşınır mı? Ya kızın elindeki poşet değil de sepet; ya kız poşette( ya da sepette) yumurta taşımıyor; ya kız kırmızı değil, ya da kız aslında daha büyük! Diye diye itirazlarını sıraladı. Başını sallamaktan ya başı dönmüştü ya da gözü karamıştı… Fakat, inatçı ya; döne döne aynı şeyleri söylüyordu.

Karşı yamaçtaki Ardıç; gördükleriyle duyduklarını anlamaya uğraşırken; hani utanmasa, başını kaşıyacaktı. Konuşmaya başlamadan evvel; bir sağa çoook uzaklara baktı. Bir de sola çoook derinlere baktı. Aklı karıştı… Sanki ne sağda bir tavuk çitliği vardı; ne de solda bir yaşlı ninenin evi… Fakat, şu karşıdan elinde poşeti ile, gülerek gelen de kimdi ve nereye gidiyordu? Şaşırdı, utandı, hayrete düştü. İyi de… Soru sormak aklına nereden düştü? İşte bunu bilemedi…

- Hey küçük kız, küçük kız! (Küçük kız o sırada bu orman yollarına yüzyıllardır alışık gibi; hep aynı nakaratta, aynı türküyü, aynı tınıyla söyleyip duruyordu):

  “Poşet poşet yumurta
  Sakın beni unutma
  Unutursan küserim
  Seni kurda söylerim”

Türkünün son dizesi poşetin hışırtısından mı; kurdun kaşınmasından mıdır, nedir; net anlaşılamıyordu:

Son dize; rüzgara karışan tınılarda kaldı sanki…

“Ben, kurdum seni yerim” şeklinde mi çınlıyordu, dize? Bunu elbet, bir gün bilen bilir. Milenyum çağında kurt ve kuzu postu kaldı mı ki?... Ya algıyla yaşıyoruz ya da postlar düşünce çıplak gerçeğe şaşıyoruz!

Artık dayanamadı Ardıç… Ona “Ardıç” mı, andıç mı derler; o da tam bilemiyordu ama; soruyu patlattı:

- Küçük kız; poşetin içinde ne var; onu nereye götürüyorsun?

Kız neşeli neşeli türküsünü söylerken, bu soruyla karşılaşınca biraz tedirgin oldu ama neşesini bozmadı:

- Yumurta var. Anneanneme topladım onları; ona götürüyorum..
- Anneannen nerede oturuyor?
- Ay şaka yapıyorsunuz; bu ormanda oturuyor bilmiyor musunuz?

Ağaçlar bir anda birbirlerine baktı… Biliyor gibi görünmeliydiler… Belki de asıl bildiklerini, bilmiyor görünmeliydiler. Bir bakışla hemen ortak karara varıp da “bilmiyor görünmeyi” tercih ettiler. Neyi mi, bilmiyor görünmeyi tercih ettiler? Ne sandınız arkadaşlar. Ben şimdi, masaldan çıkarak sizlere bildiğimi anlatacak, bir yazara mı benziyorum!! Ne sandınız beni?? Neyse… Ben çıkayım da aradan, yumurta poşeti elinde giden yoluna devam etsin…

Ardıç da devam etti:

- (Hafiften bir gülümseme biriken ağzıyla) Aaa, tabii bilmez miyiz; benimkisi de soru işte! Peki, başka bir sorum daha var sana, kırmızı şapkalı… Daha çok küçük, çok tazesin ama; bu kadar çok yumurtayı hem bir çırpıda nasıl topluyorsun; hem de yollarda hoplaya zıplaya giderken yumurta poşetini hoplatarak, yumurtaları kırmadan anne annene nasıl götürebiliyorsun?

 - (Küçük kızın poşetindeki yumurta sanılanlar hafiften tıkırdadı. Orman, bir an için yumurtalar kırılacak sandı ve bu sarsıntı imajı karşısında sanki üzülür gibi oldu…) Şeyy… Ben yıllardır yumurta nasıl toplanır ve taşınır, öğrendim. Anneannem de beni bu konuda eğitti. Beni küçük kız mı sanıyorsunuz siz?...

Ağaçlar, yeniden bakıştı. Ardıç, kaşlarını kaldırdı… Kavak, başını “Allah Allah” anlamına gelecek şekilde; şüphelerini ve sorularını bildiren eda ile salladı… Ama her şey sanal ya bu alemde… Ağaçlar; yerlerinde bir kararda durabilseler de küçük kızın sözlerinden, poşetinden, neşesinden, cesaretinden, anlattıklarından hatta gittiği yoldan ve tutturduğu türküden hiçbir şey anlamadılar…

Uzun zamandan beri ağaç arkadaşlarının sohbetine katılmamakta kararlı olan Çınar Ağacı, dayanamadı artık…

- Küçük kız, hani söylemeyim, söylemeyim diyorum ama; hadi Çınarlık bende kalsın. Sen kurttan da mı korkmuyorsun? O seni ya da şu poşetini (şey yani, sepetin  içindekilerini) yemez mi?

Hani herkes, bari bu soru karşısında, küçük sanılan kızın kızarmasını ya da korkmasını bekledi. Ama nafile! Kız zaten kırmızı şapkasını baştan başına taktığı için, asıl rengini görmek imkansızdı. Bu son soruya cevap vermeyi istemez gibi bir hali vardı. Hah, tamam işte! Uzun uzun zamandan beri ağaçlar poşet poşet yumurtaların anneanneye gidiş sırrını bugün çözeceklerini düşünerek; bir parça rahatladılar… Hele hele “kurdun; bu minicik kızı ve elindeki çil çil altın gibi parlayan poşet içindeki yumurtaları yemeyen o adilcenap kurdun sırrına erebileceklerdi”… İşte, gün gelmişti…

Kız, öncelikle bu soruya aldırmaz bir tavır takındı. Sanki “dünya”ya öyle geldi ki; kız küçük bir kız değil de; kuzu postuna sarılmış kurttu… Hatta, dünya içindeki akıllı ve vicdanlı ağaçlar “taa ezelden bunun böyle olduğunu bilmişçesine” sükut ve vakar içinde, bir kıza, bir poşete (hay Allah,sepete), bir yumurtalara bir de şu tuhaf, algı ve sanallık dolu acılı, dertli ama dimdik ayakta duran “şaşmaz terazili” dünyaya baktılar…

Kız, aldırmaz tavrın bu hendeği atlamaya yetmeyeceğini anlayınca; koşarak oradan uzaklaşmak istedi… Ama, çok pervasız koşarsa poşetin boş olduğunu ya da “kurt masalının” düzmece olduğunu çakarlar korkusuyla bu düşüncesinden de vazgeçti… En iyisi yerinde durmaktı ona göre ve masaldaki –hâlâ elinde hazineleri bulunan- ağaçlara masal içinde masal anlatmaya başladı.

 -Eee, şey… Ben aslında küçük kız değilim; anneanneyim. Aslında kırmızı değilim de yeşilim. Kurt yok kiii. Şaka yapptımm; kurt benim. Ayy inandınız mı canım!! Allah Allah, hiç de jestten, şakadan anlamıyorsunuz. Kurt O! Hani şu anneannemin evinin arkasında bana yumurta veren yumurtacı var ya; kurt o. Bana zorla yumurta veriyor; al da anneanneme götür diyor… Anneannem kim mi? Bana yumurta toplamayı öğreten yaşlı kadın o…

Küçük kız anlattıkça batıyordu… Ağaçlar da bu anlatışları duydukça yeşil yeşil açıyordu. Çünkü onlar taa ezelden bu ormanda bir anneanne evi görmemişlerdi. Emindiler. Ama küçük kızın hayalleri suya düşmesin diye, bunu bugüne kadar kıza söylememişlerdi… 

Ağaçlar, durdukları yerden hep birlikte öyle bir kararlı bakış fırlattılar ki kıza; kız oracıkta dondu kaldı… Artık, ne yapacak bir şeyi ne de söyleyecek bir sözü kalmıştı kızın.Ağaçların tüm gerçeği baştan beri bildiğini; onların gözlerinden anladı, nihayet. Kırmızı şapkasını başına geçirdi ve ormanı o anda terk etmesi gerektiğini kavrayarak ormandan hızla uzaklaştı…

Küçük kız, elinde altı delinmiş sepeti olduğu halde, koşa koşa tırmandığı dağın ardına varana kadar; ağaçlar sessiz ve sakin kızın ardından baktılar. Sanki, sepetin içinde varoluşlarına inanılan yumurtalar da teker teker erimiştiler. Ağaçlar, hiç olmadıkları kadar şaşkındılar. Belki de, şu ana kadar bir küçük kız dahi hiç olmamıştı; kim bilir? Şaşkınlıkları biraz da tüm sanal aleme rağmen “gerçekten, gerçeklerle yaşayabildiklerini” idrak etmeleriydi…

Tüm algıların ve sanallığın inadına, tek gerçek vardı; hayata canlılık katan yeşil orman; kökleri yere sağlam basan ağaçların dayanışmasıyla dimdik ve ebediyen ayaktaydı. Ormanın derinliklerinden hayata doğru vakur ve serinleten bir rüzgâr esti yürekten… Rüzgarın uğultusu geçmiş zamana bir “poşet poşet yumurta” masalı savurdu… 

Ormanın ruhu, yine o eski günlerdeki asil ve berrak rengine kavuştu. Tüm sağlam ve hakiki ağaçları el ele verince; büyük bir “Orman” olduğunu duyumsadı yeniden, neşeyle… Ve derin bir nefes aldı, orman. Dünyanın tatları ve renkleri tüm gücüyle, bütün gerçekliğiyle yaşamaya devam ediyordu, çünkü.

Saygıdeğer Okuyucular; “ben daha bende kaldığına inandığım aklımla masalımı anlatıp gideyim” sözüyle başlamıştım masala. Masalımı anlattım; gidiyorum yoluma. İyilerimi, kötülerimi; cinlerimi, perilerimi, kurtlarımı, kuzularımı, sepetlerimi, poşetlerimi; yumurtalarımı, hızlı trenlerimi; kaktüslerimi, güllerimi; tabletlerimi, kitaplarımı; evlerimi, dükkanlarımı; ağaçlarımı, yeşillerimi bir anlatıverecektim! Sanıyorum hepsini anlattım. Sizce de öyle değil mi? Ama en fazla Ağaçlarım, yaşadıkları gerçeği bizimle paylaşarak; algı ve sanallık dolu acılı, dertli ama dimdik ayakta duran “şaşmaz terazili” dünyaya bir bakış fırlattılar, yürekle yaşadılar, olanı anlattılar ve bizlere kıssadan büyük bir hisse bıraktılar…

 Yegâh Elif Mirzâde

 

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..