- Kategori
- Siyaset
Post-seküler dünyada din ve siyaset
TDK, sekülerizm yerine ‘dünyacılık’ kelimesini önermiştir. Sekülerizm veya dünyacılık; toplumda ahiretten ve diğer dinî, ruhanî meselelerden ziyade maddi hayata odaklanılması gerektiğini söyler. Bu görüşün fikri köklerine Yunan ve Roma filozoflarından Marcus Aurelius ve Epikür; Ortaçağ Müslüman filozoflarından İbn Rüşd; Aydınlanma dönemi düşünürlerinden Diderot, Voltaire, Baruch Spinoza, John Locke, James Madison, Thomas Jefferson ve Thomas Maine’den başka agnostik diye tabir ettiğimiz Robert Ingersoll ve Bertrand Russell’de sıkça rastlanır.
Nilüfer Göle, Seküler-Dinsel Sınırlar: Benlik, Devlet ve Kamusal Alan, kitabında (Metis, s. 19.) “sekülarizmin hikâyesi herhangi bir ulus-devletle sınırlı değildir; bilakis, farklı kültürler ile medeniyetler arasındaki karşılaşmaların, çarpışmaların, seküler ile dinsel arasındaki tartışmaları şekillendirmek, ayrımları bozmak ve karşılıklı ödünç alışları hızlandırmak açısından son derece önemli hale geldiği ulusötesi dinamiklerin bir sonucudur” diye söyler. Hindistan ve Türkiye gibi örnekler Batı dışı sekülerizmin bir deneysel modelidir. Yeni sekülerizm hem kendi dışındaki dünya hem de kendi içindeki görüşler ile zaman zaman çatışmalara girmektedir.
Örneğin AKP ve cemaat arasındaki ilişkiye bile bir açıdan da yaklaşılabilir. Yani bütünlüklü düşünüldüğünde artık bir tek değil birden çok tartışılan bir sekülerizm modeli söz konusudur. Son dönemde ise devlet mekanizması tüm 80 yıl düşünüldüğünde her zamankinden fazla bir şekilde Ortodoks Sünni yapıya kaymıştır. Bu durum muhafazakâr çevrelerce devletle dinin barışması olarak görülürken diğer laik ve sol kesimce ise aşırı bir sapma olarak görülmekte ve bu kitlede bir rahatsızlık duygusu oluşmaktadır. Şerif Mardin bu durumu ‘mahalle baskısı’ kavramıyla biraz daha farklı bir şekilde izah etmeye çalışmıştır.
Geçtiğimiz günlerde Bağlam Yayınlarından Gabriel Martinez-Gros Lucette Valensi’nin “Başkaldıran İslam” diye bir eseri çıktı. Aslında İslamcılık görüşü, monolitik değildir. Ve 20. yüzyıl komünist hareketi gibi, pek çok tezahürü vardır. Bu iki yazar İslamın farklı yapılarından söz ederken; “El Kaide tipi şiddet yanlısı ve radikal olanlarından, Türkiye ya da Fas’taki İslamî partiler gibi uzlaşmacı ve barışçı olanlarına kadar... Amaçları aynı olsa da (Müslüman toplumları yeniden İslamîleştirmek, Müslüman ülkelerde İslamın egemenliğini ve Batı ile İslam arasındaki güç dengesini yeniden kurmak), bu amaca nasıl ulaşılacağı konusunda farklı örgütlerin farklı yaklaşımları vardır. İslamcılık aynı zamanda dinamiktir de; aynı grup, değişen koşullarla birlikte, daha radikal bir projeden daha ılımlı bir projeye kayabilir. Bu dinamizmi -ve hatta değişkenliği- aralıksız bir bölünme ve çoğalma sürecinde de görülebilir. Bir örgüt şiddet eylemlerinden yasal düzleme kaydığında (Mısır’daki Müslüman Kardeşler gibi), yeni bir uç grup ortaya çıkar ve radikal yaklaşımı o üstlenir. Ya da aynı örgütün (Filistin’deki Hamas gibi) bir yandan terörist yöntemleri kullanmaya devam eden askeri bir kanadı varken, diğer yandan siyasallaşmaya hazır bir siyasal kanadı olabilir” derler. Türkiye’deki AKP eski İslami çizgiden çok Post-Seküler Dünyada Amerika’daki Obama yönetimi gibi bir rol ve fonksiyona sahiptir denilebilir.
Nilüfer Göle kitabında Fransa ve Türkiye’nin seküler geçmişini ilginç bir şekilde mukayese eder. “İki ülke de Cumhuriyetçi sekülarizm ilkesinin üzerine titremekte, dinsel göstergelerden azade bir kamusal hayatı idealleştirmektedir; ama son otuz yıl zarfında iki ülke de kamusal hayatta İslami görünürlüğün artışına, seküler ile dinsel arasındaki yerleşik sınırların bozulmasına ve bunların sonucunda ikisi arasında bir çarpışma, çekişme ve taklit sürecinin yaşanmasına tanıklık etmiştir.”(s.18) Örneğin her iki ülkede de başörtüsü olgusunun sorunsal boyutta işlenmesi benzer bir seküler çağrışıma sahiptir. Yalnız buradaki durum bizim karşılıklı olarak birbirimize öykünmemiz söz konudur. Eğer bizdeki laiklik geçmişi İngiliz- Anglo Sakson (Sekülerizminden) dünyadan mülhem olsaydı ayrışmanın ve kimi zamanda çatışmaya varan kırılmaların daha az olabileceği öngörülebilirdi. Göle’nin ifadesinden mülhem bir şekilde söylersem bizdeki cumhuriyetçi milliyetçiliğin kurucu ideolojisi olan laiklik yerine İngiliz sekülerizmi dikkate alınmalıydı.