Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Şubat '10

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Priştina ve Makedonya izlenimlerim

Priştina ve Makedonya izlenimlerim
 

Vardar Ovası


Necati Cumali’nin Makedonya 1900 ve Viran Dağlar adlı kitaplarını kaçınız okudu bilmiyorum ama ben okuduğum günden beri Makedonya’yı yüreğimde farklı bir yere oturttum. O kitapları okuduğum yıllarda Makedonya görülmesi gereken yerler listesinde yoktu bile. Ama ben yine de listeme aldım. Belki biraz içgüdüsel, biraz hayalci, biraz da uzak bir ihtimaldi. O yıllarda Yugoslavya parçalanmamış, dünya turizmi henüz o toprakları keşfetmemişti.

Aradan yıllar geçti. Balkanlar aynı acıları tekrar yaşadı. Bu acıları bütün dünya ve Türkiye sadece seyretti. Tarih tekerrürden ibarettir derler ya, tarih yine tekerrür ediyordu. Balkan halklarının sanki kaderiydi bu. Necati Cumali’nin birçok eserine konu olan Makedonya aynı acılarla ve yeniden dünya kamuoyunun gündemine bir bomba gibi düştü. Bu acılara daha fazla seyirci kalamayan dünya kamuoyu geç de olsa müdahale etti. Balkanlar bir kez daha parçalandı.

Makedonya bu parçalardan sadece biriydi. İnsanoğlunun unutamayacağı hiçbir acı yoktur derler ya bu acı da unutuldu.

Yeniden hayata sarıldı oradaki insanlar. Ülkelerini yeniden kurma savaşına girdiler. Ortak bir tarihi olan Balkanlar ve Türkiye tekrar yakınlaştı. Kardeşim bu yakınlaşmadan sonra oralarda kurulan Türk şirketlerinden birinde çalışmaya başladı. Gidişi ailemizi hem hüzünlendirdi, hem de mutlu etti. Hüzünlendik, çünkü ilk kez bu kadar uzağa ve belirsizliklerin olduğu bir yere gidiyordu. Mutluyduk çünkü gittiği topraklar bize çok da yabancı değildi.

Onun oraya gidişi benim Makedonya hayallerimin ilk adımı oldu. Kardeşim bana sürekli Balkanların ne kadar ilginç olduğunu anlatıp duruyordu. Son konuşmamızda “Neden gelmiyorsun?” dedi.

İki gün içinde pasaport işlerini hallettim. Üçüncü gün yoldaydım. Çok heyecanlıydım. Hem onu görecektim, hem de yeni bir ülke tanıyacaktım.

İstanbul’dan uçağa bindiğimde biraz şaşırdım. Çünkü Priştina uçağı Anadolu’daki kasaba otobüslerini andırıyordu. Yolcuların naylon poşetleri, pazar çantaları ile uçağa bindik. Priştina havaalanı ve gümrüğünde derdimi yarım yamalak İngilizcemle nasıl anlatacağımı düşünürken Türkçe konuşabileceğimi fark ettim. Çünkü gümrüklerdeki görevliler Türkçe biliyordu.

Kardeşim beni karşıladı ve Priştina’ya girdik. Savaşta perişan olmuş bir kent bekliyordum. Ancak öyle bir kentle karşılaşmadım. Herkes en güzel giysileriyle sokaklardaydı. Kimse evinde yemek yapmıyormuş. Yemeklerini kafelerde yiyorlarmış. Kafelerdeki koltuklar bunun için çok rahat tasarlanmış. Evinizdeki salonda oturuyormuşsunuz gibi hissediyorsunuz. Ancak yemekleri bizim damak tadımıza pek uygun değil. Hatta Bursalı bir ailenin işlettiği kebapçıda yediğim kebaplar bile çok kötüydü.

Priştina halkı Clinton’a hayran. Öyle ki yüksek binalarda büyük boy fotoğrafları var, Rugova’nın fotoğraflarının yanında. Hatta bir mermer atölyesinin adı da Clinton.

Priştina’yı gezdiğinizde Osmanlı döneminden kalma cami ve binalar görebiliyorsunuz. Gençler Türkçe bilmiyorlar, ama yaşlılar yarım yamalak biliyorlar. Türkçe’yi unuttukları için de üzülüyorlar.

Hafta sonu Makedonya’ya götürdü beni kardeşim. Sınırdan girerken polis pasaportumun yeşil olduğunu görünce; “Hususi pasaport bu, bakmaya gerek yok.” diye açmadan geri verdi. Üsküp büyüleyici geldi bana. Sonunda o topraklardaydım. Üsküp’ün en yüksek tepesine devasa bir haç dikmişler, savaştan sonra. Önce onu görüyorsunuz.

Üsküp, eski ve yeni Üsküp olmak üzere iki bölümden oluşuyor. İki yakayı Vardar nehri ayırıyor. Üstünde Osmanlı’dan kalma taş köprü var. Yeni Üsküp modern ve güzel binalardan oluşuyor. Vardar nehri kenarında güzel kafeleri var. Her yer dolu.

Eski Üsküp’e geçip Kemeraltı’ndaki salaş köftecilere benzeyen bir lokantada nefis köfteler yedik. Bize hizmet eden garson çok güzel Türkçe konuşuyordu. Biraz ilerde Mado pastanesi gözüme çarptı. Sahibi İstanbul Mado’da çalışmış. Üsküp’e dönünce aynı adla bir pastane açmış.

Kapan Han, Çifte Hamam, kale Osmanlı’dan kalma binalar. Ve çok güzel korunmuşlar. Yalnız sokaklar aşınmış kaldırım taşlarıyla sizi geçmişe götürüyor. Oralarda dolaşırken içimi bir hüzün kapladı. Çünkü her köşede izlerimiz vardı. Binalar, kaldırımlar, minareler, yemekler olduğu gibi duruyordu. Ama dilimiz büyük ölçüde kaybolup gitmişti.

Günlük yaşamda pek görülmeyen Türkçe, yazı dilinde varlığını hala sürdürüyor. Makedonya’da bütün tabelalar iki dilli. Hem Kiril alfabesiyle Makedonca, hem de Türk alfabesiyle Türkçe yazılmış.

Üsküp beni çok duygulandırdı ama duygularımı nasıl anlatacağımı bir türlü bulamadım. Kardeşimin bilgisayarını kurcalarken onun yazdığı bir yazıyı buldum. “Hah!” dedim. İşte bunları demek istiyordum. O yazıyı sizlerle de paylaşmak istiyorum.

“Nasıl başlasam bilmiyorum. Bazı şeyleri geç yaşadığıma mı yoksa erkenden tükettiğime mi yansam ? Ailemde hiç kimsenin görmediği nice topraklar, ülkeler, şehirler gördüm; kimsenin hissetmediği derin, kimi nedenli kimi nedensiz hüzünler hissettim. Yüzüm gülerken içim kan ağladı Vardar Ovası'nın kenarında nehre bakıp dalıp giderken... Eski Üsküp Çarşısını gezerken kaybettiğim bir şeylere ölesiye üzüldüm... Neyi kaybettiğimi bilmeden... İlk kez gördüğüm bir şehirde nasıl da yüz yıldır yaşıyormuşum gibi hissettim ? Ben kimim ? Neden buradayım kime sorsam bilemedim. İçimdekileri kimselere söyleyemedim... Vardar Nehrinin kenarında Meksika birası içip, Makedon şarkısı dinleyip, Türkçe üzülüp, İngilizce yalan söylemek zorunda kalarak hayat bu işte dedim. Hüznün dilinin olmadığını sadece gözleri olduğunu anladım... Makedonca “Seni seviyorum.” diyebilmeyi inanılmaz istedim adını bile bilmediğim birine... Atalarım geldi aklıma eski Üsküp Çarşısındaki Külliyenin önünde... Bilmiyorum ama Osmanlıca ağlamak istedim... Her gittiğim yere hemen alışıp ait oldum ama her yerde de yabancı oldum İstanbul'da bile...En çok kendimi sevdim en çok da kendime acıdım. Akşamın karanlığı çökerken Üsküp sokaklarında en güzel kıyafetlerini giyip cumartesi eğlencesi için dışarı çıkmış, hırslarından arınmış insanları gördüm. Hırslarımdan arınmak istedim... Bir şehri terkedip bir başka şehre dönerken hissetmediğim bir duyguya kapıldım. Geri döneceğim... Ve her şeyi eskisi gibi çok seveceğim... Hangi dilde konuşursam konuşayım doğru bildiğim şeyleri söyleyeceğim...”
Yalçın Avcı- 9.06.2007 / Makedonya- Üsküp


Üsküp’ten Gostivar’a kadar bütün köyler Müslüman. Camilerin minarelerinden anlıyorsunuz. Gostivar’dan sonra Hıristiyan köyleri başlıyor. Ve Ohrit’e kadar yemyeşil ormanlar. Gözünüzün görebildiği her yer yeşil. Yeşilin hemen hemen her tonu var.

Ohrit büyük bir tatlı su gölünün kenarına kurulmuş. Balıkları, şarabı ve müzikleriyle ilginç bir yer. Makedon müziği eşliğinde balık yiyip şarap içtik. Hemen her yaştan insan bir yandan yiyip bir yandan dans ediyor. Üstelik bizim tatil yörelerimizden çok daha ucuz. Ayrıca Makedonya’ya gitmek için vize almanıza gerek yok. İstanbul’dan uçağa bindiniz mi iki saat sonra Ohrit’tesiniz. İster çok lüks bir otelde, ister küçük bir pansiyonda kalın güzel bir tatil yapacağınızı söyleyebilirim.

Güzel bir otelde kaldık. Sabah göl çok güzel görünüyordu. Kardeşimin bütün itirazlarına rağmen kendimi sulara bıraktım. Dayanamadı o da geldi. Yüzerken ağzınıza giren suyun içme suyu kalitesinde olması ilginçti. Dipteki çakıl taşlarını ve balıkları görebiliyorsunuz. Su biraz soğuktu ama sorun etmedim.

Dönüşte Gostivar’da Vardar nehrinin kenarında gezerken İskender amcayla tanıştık. Evinde badana yapılıyormuş. Karısı onu evden atmış.(!) “Nehrin doğduğu yeri görmek ister misiniz?” diye sordu. İstediğimizi söyledik. “Makenanız var mı?” dedi. “Var.” dedik. Arabaya bindi ve bizi bir köye götürdü. Vardar Ovası türküsü kulaklarımızda çınlayarak tepeden ovaya baktık. Çok güzel bir peynir, patates salatası ve balık eşliğinde İskender amcayı dinledik.

Önce acıklı şeyler anlattı. Şu anda ortalık durulmuş olsa da her an yeni olaylar çıkabilirmiş. Dayısının karısını Kosova’da öldürdüklerini anlattı. Cesedi bir hafta kapının önünde kalmış. “Bilmeyiz hangi törenle gömüldi, Hıristiyan ya da Müsliman…” dedi. Makedonların ne kadar inatçı olduğunu anlatmak için de; “Biz Makedonların kafası aha bu agaç gibidır. Ne zaman duşsek tepe usti silkelenır yurüriz. Ama ne zaman duşsek sırt usti ölüruz.” dedi. Bir sürü tarihi bilgi ve fıkrayla bizi güldürdü. Ne yazık ki kardeşimin ertesi gün işi vardı ve gitmek zorundaydık. İskender amcayı evine bırakıp tekrar görüşme dilekleriyle ayrıldık.

Dönüşte yeniden Üsküp’e uğradık. Koç topluluğu orada Ramstore diye kocaman bir alışveriş merkezi açmış. Hem dolaşmak, hem de alışveriş için uğradık. Sebze bölümünde bamya bulunca dünyalar bizim oldu. Çünkü Priştina’da sebze olarak sadece biber, domates var. Bir de pazarda ıspanak buldum. Kardeşim ev yemeklerini çok özlemişti. Ne yazık ki çok fazla bir şey pişiremedim ona.

Kosova’ya girerken gümrükteki polis kardeşime; “Yalçin ne iş yaparsın?” dedi. O da “Kosova Ere müdürüyüm.” dedi. Adam sigorta şirketlerine duyduğu güvensizliği şöyle anlattı: “Kosova Ere, dalavere!” Güldük ve yürüdük.

Priştina’yı bana Nora gezdirdi. Nora üniversite öğrencisi. Haftada üç gün kardeşimin evini temizlemek için geliyor. Ama ben varım diye her gün geldi. O Türkçe bilmiyordu, ben de Boşnakça. Allahtan ikimizin İngilizce’si de çok iyi değildi. O yüzden gayet güzel anlaştık. Hatta kardeşim; “Abla o kıt İngilizcenle bütün aileyi nasıl tanıttın Nora’ya?” dedi. Yedi kardeş olduğumuzu düşünürseniz ne büyük bir başarı olduğunu anlayabilirsiniz.

Nora’yla mağazaları gezdik. Priştina müzesini gezdik. Çok zengin bir müze değil. Sadece UÇK’nın silahları ve fotoğrafları var. Kuvayi Milliye bizim için ne ise UÇK da Kosova için o. Miloseviç’in Sırp zulmüne karşı koymak için halk tarafından kurulmuş bir örgüt. Kosova ve civar ülkelerde pek çok eski UÇK gerillası bulunuyormuş. Kosova’nın tarih itibariyle en güçlü siyasi liderlerinden bazıları da eski UÇK mensupları arasından çıkmış. Şu anda durulan Sırp zulmüne karşı lağvedilerek yerine TMK adında Kosova muhafız gücü olarak silahsız bir kuvvet kurulmuş.

Priştina’da bir yerel üniversite bir de Nora’ya göre çok pahalı olan Amerikan üniversitesi var. Ona daha çok paralı ailelerin çocukları gidiyormuş. Ayrıca bir Türk hastanesi var. Her yerde Spitale Turk yazıları görünce Nora’ya ne olduğunu sordum. Türk hastanesiymiş. İyi bir hastaneymiş. Priştina özellikle bağımsızlıktan sonra yatırıma çok uygun bir yer aslında. Çünkü insanlar hemen her şeye çok hevesliler. Yani ne satarsanız alacaklar.

Hayatımın ilk kumarhanesini de orada gezdim. Müdürü Rizeli bir hemşerimiz, kardeşimin de arkadaşı. Uzay üssü gibi makinelerle doluydu. Ama ben gezerken içerde kimsecikler yoktu. Zaten denememe de izin vermediler. Oraya özgü bir kahve içirip beni oradan çıkardılar.

Sonunda dönüş günüm geldi çattı. Kardeşim beni havaalanına bıraktı. Beklemesini istemedim. Ancak Ohrit’ten dönerken aldığımız balları koyduğum bir kutu vardı. Onu yanıma almama izin vermediler. Telefonum çekmediği için kardeşimi de arayamadım. O sırada havaalanında çalışan bir kadın yardımıma koştu. “Balları bana ver, ben kardeşine götürürüm.” dedi. Yapacak başka bir şey yoktu. Balları verip uçağa bindim. İstanbul’a inip kardeşimi aradığımda ballar yerine ulaşmıştı.

Şimdi canım tekrar gitmek istiyor. Bu sefer Arnavutluk ve Slovenya’yı görmek istiyorum. Umarım gerçekleştirebilirim.

 
Toplam blog
: 11
: 1933
Kayıt tarihi
: 27.08.06
 
 

Edebiyat öğretmeniyim. Sanırım iki oğlum var :)) Evden o kadar uzun ayrı kaldılar ki nasıl büyüdükle..