Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Ağustos '11

 
Kategori
Öykü
 

Radyodaki şarkı

Radyodaki şarkı
 

(N.A.’ya…) 

Emin misin patron kolileri tek başına açmak konusunda?” 

“Sen hala burada mısın? Abinin otobüsü altı da değil miydi, gecikeceksin biraz daha oyalanırsan.” 

“Altıdaydı da gitmesem de olur karşılamaya, evde görürüm nasılsa, kalayım yardım edeyim ben de.” 

Yardımcısı sözlerini daha tamamlamışken ona doğru yürümeye başlayan Emre, elini genç üniversite öğrencisinin omzuna attı ve onu kendisiyle birlikte kapıya doğru yürümeye zorladı. Sol eliyle kapı koluna uzanıp, kapıyı açtı, yardımcısının omzundaki sağ eliyle de onu sırtından dışarı itip: 

Patron ben olduğuma göre, benim dediğim olur. Hem her zaman bulamazsın böyle izinleri, tadını çıkar” derken kitapçının kapısını çocuğun yüzüne kapattı. Sonra da yardımcısının, “Teşekkür ederim” deyişini beklemeden, kapıdaki ‘açık’ ibaresini, ‘kapalı’ ya çevirip, kilidi de haznesinde iki kez döndürdü ve alt kattaki depoya doğru yürümeye başladı. 

… 

Dairenin kapısına dek adeta sürüdüğü bavulunu son bir gayretle duvara yaslayan Zeynep, iki kez çaldığı kapı ziline yanıt gelmeyince çantasının uçsuz bucaksız dağınıklığında evin anahtarını bulma çalışmalarına başladı. Üç dakika kadar sonra, kapıyı açtığında yüzüne vuran sıcaklık ona evini ne denli özlediğini hissettirdi. Tekerleklerinden biri havaalanında kırılan bavulunu tekrar sürüyerek içeri aldı, çantasını hemen kapının yanına bırakıp hızlıca evin odalarına bir göz gezdirdi. Bu küçük turun ardından salona yöneldiğinde kendini ‘sevgili koltuğu’nun kollarına bırakırken, ‘Bütün kariyerimi sadece bu koltuk için bile feda edebilirim’ diye düşündü. Önemli bir dış ticaret firmasında, ihracat bölüm müdiresi olarak çalışmaktaydı ve on gündür bir fuar nedeniyle bulunduğu Londra’da ilk kez mesleğini sevip sevmediğini düşünmüştü. Koltuğun aklını çelmesi boşuna değildi. 

… 

Emre elindeki turuncu maket bıçağıyla yayınevinden gelen son kitap kolisinin de kapağını araladı. Yıllardır sürdürdüğü adeti üzere koliden bir kitap çekip sandalyesinin arkasına yaslanarak kitabın sayfalarını çevirmeye başladı. Sattığı her kitap konusunda bir iki cümle de olsa bilgi sahibi olmayı her zaman önemsemişti. Elindeki, Marguerite Duras’ın Yazmak adlı kitabında, rastgele açtığı ilk sayfada karşısına, ‘Yazmak; yaşamımı dolduran, beni büyüleyen tek şey buydu...’ cümlesi çıkınca, birden yıllardır üzerinde çalıştığı romanını anımsadı. Yedi aydır tek satır olsun yazmışlığı yoktu. Bu akşam bir istisna olabilir miydi? Elindeki kitabı düzgünce koliye geri bıraktı. Deponun karanlık köşesinde pimapenle kapattığı küçük ofisinin kapısını araladı. Bilgisayarının açma düğmesine dokunurken, masasının çekmesinde sakladığı notları da çıkararak hızlıca göz gezdirdi. Bilgisayarında kayıtlı kitap dosyasını açtı, son bıraktığı yeri peş peşe dört kez okuyunca bütün hikaye tekrar gözlerinde canlandı. Sonraki on beş dakikada sanki kitap dosyasını yetiştirmek için sayılı günü kalmış bir yazarmışçası aceleyle hızlı hızlı yazdı. On beş dakika sonunda ise benzini biten bir araba gibi yavaşladığını hissedince, eli radyosuna uzandı, her zaman dinlediği istasyonu açtı ve müziğin de desteğiyle yeniden yazmaya koyuldu. 

… 

Üst kattaki bebeğin zamansız ağlamasıyla koltuğunda daldığı uykudan uyanan Zeynep, yüzünü ovuşturup, birkaç kez gerindikten sonra üstünü değiştirmek üzere odasına yöneldi. Beş dakika sonra ev kıyafetleriyle mutfağa döndüğünde önce eli telefona uzandı ama sonra ani bir karar değişikliği ile ahizeyi yerine bırakıp, mutfak dolaplarından birine yöneldi, üst raftan bir kadeh indirdi, her zaman dolabında soğutulmuş halde bulunan şarabından bir kadeh doldurup, salona, ‘sevgili koltuğu’na geri döndü. Bir süre, ertesi gün hazırlaması gereken rapor, göndermesi gereken elektronik postalar, teslim edilecek sipariş listeleri zihnini meşgul ettiyse de sonunda yine kariyerini sorgularken buldu kendini, karşı duvarda çerçevelenmiş duran, küçük bir çocuğun çizimi resme bakarken, ‘Keşke ben de sadece resim yaparak yaşayabilseydim’ diye ilk gençlik hayaline döndü. Sonra yerinden kalktı, salonun ışığını söndürdü, sokak lambasının perdeye vurmasıyla aydınlanan salonunda yeniden koltuğuna kurulurken sehpanın üzerindeki kumandayı aldı, radyoyu açtı, her zaman dinlediği o istasyonu bulup, az önce yalnız bıraktığı düşüncelerinin yanına dönerken, kadehini de dudaklarını götürdü. 

… 

Emre, yazdığı iki sayfanın ardından birden romanının seyrini değiştirdiğini fark etti. İkinci çekmecenin kağıt kalabalığı arasında ilk taslağına ulaştı, altı defalarca çizilmiş satırları tekrar tekrar okumaya, hangi noktada kurgusuna sadakatinden şaştığını anlamaya çalıştı. Bu dalgınlığın içinde radyodaki disk jokeyin, ‘sırada artık nostaljik diyebileceğimiz bir şarkı var, Bryan Adams’tan geliyor, ‘I’ll Always be right there’’ dediğini duymadı ama şarkının daha başında kulağına dolan ezgiyle irkildi. Gözleri radyoya çevrildi. Elindeki kalemi kağıdı bırakıp koltuğuna yaslandı… 

.... 

Vücudunun yorgunluğu, zihninin bitmez enerjisiyle yarışırken, bu yaştan sonra kariyerine başka bir yön vermeyi, bunun risklerini, gerçekten kendisini mutlu edip etmeyeceğini düşünmeye başladı Zeynep. Nihayet mutsuz olduğunda karar kılmıştı. Bir şeyleri değiştirmesi müthiş bir zorunluluktu. Ama buna cesaret edecek gücü olup olmadığı noktasında şüpheleri vardı. ‘Yarın gidip istifa ediyorum’ dedi kendisi de söylediğine inanmaksızın. Yorgunluğa daha fazla dayanamayan göz kapakları kepenk kapattı sonunda, sevgili koltuğunda bir kez daha derin bir uykuya doğru yola çıktı. ‘sırada artık nostaljik diyebileceğimiz bir şarkı var, Bryan Adams’tan geliyor, ‘I’ll Always be right there’’ diyen disk jokeyi duymadı Zeynep. Şarkı başladığında ise, yorgunluğa teslim olmuş gözleri birden açıldı, radyoya dikildi. Unutulmuş bir tebessüm belirdi yüzünde, kadehinden bir yudum daha alıp arkasına yaslandı… 

… 

Bir anda çoktan yitip gitmiş yıllara döndü Emre. Sokak lambasının aydınlattığı iki apartman arasında kıvrılan merdivenlerde onunla diz dize oturdukları o geceyi anımsadı. Tam da o gün farklı şehirlerde farklı üniversiteleri kazandıklarını öğrenmiş, birbirlerinden sakladıkları aşkın sırrına sadık kalmak adına sahte sevinç gösterilerini ardı ardına sıralamışlardı. Birlikte sokakları arşınladıkları her gecenin sonunda olduğu gibi bu merdivenlere gelmiş, yan yana oturmuş Emre’nin yeni doldurduğu altmışlık kaseti walkmaninden, kulaklıkları paylaşarak dinlemeye başlamışlardı. O yılın en beğenilen şarkılarından biri, Bryan Adams’ın, ‘I’ll always be right there’i nerdeyse her şarkıdan sonra bir kez daha yer buluyordu kasette kendine… 

… 

Anıların ne denli unutulsa da asla yok olmadığına şaşırdı Zeynep. İlk kez bu şarkıyı dinlerken birini öpmüştü. Ne deli bir çocuktu o… Evlerinin hemen yanında, hem sokak lambasınca bir sahne dekoruna dönüştürülen o merdiven aydınlığında, gözlerini gözlerine dikmiş, susmuş, konuşacak olmuş, yeniden susmuş ve sonunda, ‘Ben senden uzak kalmak istemiyorum’ demişti, ‘Hep yanında olmak istiyorum… Şimdi susarsam, yarın sen gittiğinde içimdekilerden kurtulamam. O yüzden bilmen gereken şu ki ben seni çok seviyorum.’ 

Durmuş, lafını tamamlayacak son cümleyi düşünür gibi ağzında birkaç kelime gevelemiş ve birden dudaklarından öpmüştü Zeynep’i… 

… 

Emre, kâhkülleri alnına dökülen, o dokunsan kırılacak narinlikteki esmer kızı ne denli sevmiş olduğunu anımsayınca gülümsedi. O gecenin kendisi adına en sevindirici anı kızın da aynı duygularla kendisine yanıt vermiş olmasıydı. Hem öpücüğünü de karşılıksız bırakmamıştı. Binlerce yıllık bir hasretin ardından kavuşmuşçasına birbirlerine sarılmışlar artık ayrı yollara sapacak hikâyelerini sonsuza dek nasıl birleştireceklerinin yollarını aramaya, hayalini kurmaya başlamışlardı. Farklı şehirlerde olacak olmaları onların sevgisi karşısında olsa olsa teferruattı… 

… 

İnsanların ilk gençlik dönemlerinde ne denli şapşal, ne denli hayatın gerçeklerine yabancı, ne denli hayalperest olabildiğini düşündü Zeynep. O çocuğu son kez göreceği yerin anımsadığı gecenin ardından birkaç kez daha buluştukları o merdiven basamakları, sokak lambası aydınlığı olacağına o dönem kendisi inanabilir miydi acaba? Orda öylece, sımsıkı sarılmışken önce birkaç hafta sonra ayrı şehirlere ve kaçınılmaz olarak yavaş yavaş farklı hayatlara savrulacaklarını düşünebilirler miydi? 

Sık sık edilen telefonların yerini, haftada bir gönderilen elektronik postalara bırakacağını, özenle yazılan mektupların bir süre sonra yük olacağını, kilometrelerce öteden kavga edilebileceğini ve farklılaşan hayatlarında gün gelip farklı insanları seveceklerini ve sersemce sessizliklerin sonunda yerini telafisiz bir kopuşa bırakacağını o an kestirebilirler miydi?.. 

… 

Radyodaki şarkının ardından koltuğunda bir süre daha hareketsiz kaldı Emre. Zihnini işgal eden anımsayışlar siperlerine henüz çekilmemişti ki ofisin telefonu olanca gürültüsüyle geri püskürttü işgalcileri… 

… 

Radyodaki şarkının ardından bir kez daha kadehine uzandı Zeynep. Artık ısınmış şarabını dudaklarına götürürken evin telefonu çaldı… 

… 

‘Canım nerde kaldın? Annemler de yemeğe bizdeler. Gecikme sakın. Yeliz’e de ‘sana bugün bebek alacağım’ diye söz mü vermişsin ne, deminden beri babam nerde diyip duruyor. Bekliyoruz hadi…’ 

… 

‘Anneeeeeeeeeeee, gelmişşsssssiiiin! Dur babamı veriyorum!’ 

‘Hoşgeldiniz hanımefendi. Vardın mı eve diye merak ettik. Biz de yoldayız, dışarıdan yemek getireyim mi, aç mısın?’ 

… 

Masasına dağılmış kitap notlarını alelacele düzelten Emre, ofisin ışıklarını söndürdü. Bu kez dışarıdan kilitlediği kapıyı eliyle yokladıktan sonra hafif çiseleyen yağmur altında sokağın karanlığında kayboldu. 

… 

Salonun ışığını yakan Zeynep, elindeki kadehi hızlıca yıkayıp yerine kaldırdı. Kapı girişine bıraktığı bavulunu alıp odasına doğru sürümeye başladı… 

 

 

www.taylanozbay.com 

 

 
Toplam blog
: 74
: 1874
Kayıt tarihi
: 06.05.07
 
 

Zonguldak’ta doğdu. On altı yaşından beri çeşitli yerel, bölgesel ve ulusal gazete-dergilerde, ay..