Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

09 Mart '12

 
Kategori
Aşk - Evlilik
 

Rehin yürekler

Rehin yürekler
 

Rehin Yürekler


Nedense hikâyelere hep esas oğlanın, esas kızın gözünden bakarız ve diğer karakterlerin kendi hikâyelerini irdelemeyiz. Hiç Pamuk Prenses’teki kötü cadının psikolojik sorunlarına, onun çocukluğunda neler yaşadığına kafa yoran oldu mu? Örneğin ben, Tom ve Jerry hikâyelerinde hep Tom’a üzülmüşümdür, mutlaka taraf olacaksam Tom’dan taraf olunması gerektiği inancındayım. O sadece kendi genlerinde yazılı bir prosedürü uygulamaya çalışmıyor mu aslında?

Elbette bir Pamuk Prenses ya da Tom ve Jerry hikâyesi kurgulamayacağım; söylemek istediğim hikâyelere baktığınız her yönden farklı bir hikâye karşılaşacağınızdır. Hatta eğer bakış açınızı değiştirir iseniz karşınızda diğer hikâyedeki isimler ile hiç bir ortak noktası bulunmayan bambaşka bir öykü bulacağınızdır.

Başrollerde asgari bir esas kızımız ve esas oğlanımız olur aşk hikâyelerinde.

Esas kız:

- Baharın ilk öpücükleri değdi mi narin kirpiklerine, tüm çim çiçek, börtü böceğin uyanıverdiği,

- konuştu mu kiraz dudaklarından tane tane mutluluk dökülen,

- yüreği de tıpkı beli gibi incecik güzeller güzeli bir kızdır.

Esas oğlan: ,

- Bir gün hiç beklemediği bir anda esas kızın karşısına çıkıveren genç bir adamdır.
- Esas oğlan şiirler okur tabiatın dahi kıskandığı güzel kıza, ay ışığında şarkılar söyler.

Sevdalanırlar başlarlar rüyalarda, masallarda yaşamaya...

O kadar, o kadar severler ki birbirlerini, nihayetsiz bir mutluluk için and içerler,

REHİN VERİRLER YÜREKLERİNİ birbirlerine;
SONSUZ SAADETİ YAKALAMA ADINA...
Evet bu bir masal. Lakin masalın başlangıç bölümüne baktığımızda masallar ile reel hayatın pek farklı olmadığını görürüz. Sadece esas oğlan ile esas kızı betimleyen sıfatlar ayrışır belki. Belki de o sıfatlar zaten kızın ya da oğlanın gerçek güzelliklerini değil, sadece uyandırdığı etkiyi, verdiği mutluluğu tanımlamak için pekiştirilmiş sıfatlardır.

Ama gerçek hayatta (asla) masallardaki gibi bitmez aşklar.

VE SONSUZA DEK MESUT YAŞADILAR…
Aşk, aslında fırtına ertesi sığınacak liman arama döneminde karşımıza çıkan en olası limana sığınma eylemidir. İnsanlar umumiyetle zayıf oldukları dönemlerde âşık olurlar; yalnızlık hissi, bir gençlik bunalımı, mutsuz bir evlilik, aldatılma ertesi, bir yakınını kaybetme, hayatımızda çok yer kaplayan yeni bitmiş bir ilişki veya o an adını koyamadığınız bir buhrandan mürekkep bir güçsüzlük hissi.

Bilimsel araştırmalar aşkın, beyinde muhakeme ve yargılama yapan bölümleri etkisiz hale getirdiğini göstermektedir. Aşık olanlarda -beyindeki kimyasallardan- serotonin seviyesinin saplantılı -obsesif kompülsif bozukluğu bulunan- kişilerinki ile aynı seviyede bulunduğu tespit edilmiştir. Olaya bu açıdan bakıldığında, aşk aslında bir hastalıktır demek çok yanlış bir betimleme olmaz. Evet, aşk bir hastalıktır; AMA YAŞANILASI BİR HASTALIK.

Aslında çapraşıklık aşık olmakta değil sonucuna hazırlıklı olmamakta ve monotonluktadır.

Çünkü kendi yörüngesine bırakılan hiçbir aşk sonsuz olamaz.

İlişkileri bu kadar monoton yaşadığımız, sevdiğimiz her şeyi fasılasız birlikte yaşayıp birbirimizi, ilişkimizi bu denli hızlı tükettiğimiz sürece aşk sonsuz olamaz.

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki; aşık olunan dönemde dopamine ile norepinephrine adlı hormonların kandaki düzeyleri hızla yükseliyor. Dopamine motivasyon artışına, noreinephrine ise heyecan ile enerji düzeyinin artımına neden oluyor. Aşkın miadını ise sinir büyüme faktörü (NGF=Nerf Growth Factor) belirliyor. Tutkulu aşkın ilk dönemlerinde ellerin terlemesine ve heyecanın yükselmesine de neden olan NGF değeri yükseliyor fakat insanın doğası gereği bu tutkuyu sürdüremediği ortaya çıkıyor ve arzunun şiddetiyle doğru orantılı artan NGF değeri en fazla 3 yıl sonra azalıyor. (Prof. Dr. Semir Zeki, Londra Üniversitesi)

Yani “sonsuza kadar mutlu, mesut yaşadılar” ya imkânsız, ya da bunun müsebbibi aşk değil.

Evet, gerekli önlemleri alınmayan aşklar reel hayatta mutlaka bitiyor. Ancak evlilikler, ilişkiler devam ediyor. Asıl sorun nasıl devam ettiği. Taraflar ya mutsuz oluyor ve bunun teşhisini zamanında koyarak, hayatlarında radikal bir başkalaşım ile -birbirlerinden ayrı ya da birlikte olmak üzere- yeni bir reçete uygulamaya geçiyorlar, ya ilişkilerini tüketmeyip, ilişkilerinde adrenalini mümkün olduğunca zirve de tutuyorlar (ki bu sınıfta yer alanlar özellikle ülkemizde istatistiksel olarak göz ardı edilebilecek kadar az sayıda), ya da taraflardan güçlü olanının baskısında bir ilişki altında ezilen tarafın “eğer mutlu olmak istiyorsam öncelikle karşımdakini mutlu etmeliyim” çabaları altında devam eden, -felaketlere gebe- bir REHİN süreci yaşanmaya devam ediyor. Burada kullanılan güçlü kavramı yanlış anlaşılmasın, burada bahsedilen fiziksel güç değildir. Aslında burada bahsedilen, ilişkinin bittiğinin farkında olan ve ilişkiyi kendi kafasında bitirip kendi hayatını yaşayan/yaşamaya çalışan/yaşamak isteyen, partnerini ise yenemediği mazeretleri nedeniyle terketmeyen, evli ise sadece evlilik cüzdanında bir isim olarak taşıyan taraftır.
Yaşanan bu rehin süreci ve haksız da olsa güce teslim olma eğilimi, taraflardan güçsüz olanında bir çeşit Stockhlom Sendromu oluşumuna sebep olur. İnsanların mevcut konumlarını korumak istemesi, ya da sorumluluk almamak için konformist olmayı seçmesi (daha doğrusu bir seçim yapmaktan kaçınması) sonucu ilişkiler bir avcı-kurban ilişkisine, köle-efendi diyalektiğine doğru evrilir. (Hegel'e göre güçlerin eşit olmadığı her ilişki efendi köle ilişkisine döner.)

Kurban önce dış dünyadan tamamen soyutlanır ve baskı yapan tarafa bağımlı olduğunu hissetmeye başlar. Müteakip evrede kurban, baskıcının yaptığı küçük iyilikleri gözünde büyütmeye ve kendisi için ne kadar hayati olduğuna inanmaya başlar. O derece ki; baskıcının yaptığı kötülükler göz ardı edilebilir unsurlar haline gelir. Baskıcıyı gözünde büyüttükçe güçlendirmekte ve kendisi de aynı nispette küçülmekte ve güçsüzleşmektedir. Zamanla kurban kendisini, baskıcının yerine koyup olayları onun gözünden görmeye, yaptıklarına hak vermeye başlar. Kurban tarafından baskıcının şiddet eğiliminin tamamen göz ardı edilmesi sonucunda içinde bulunulan tehlike de reddedilir. Kurban tek olumlu ilişkisinin baskıcı ile arasında olan olduğunu düşündüğü için bu ilişkiyi de kaybetmek istemez ve dolayısıyla kurbanın baskıcıdan ayrılması gitgide zorlaşır.

Biz benzeri durumlar ile birçok kez Türk Filmleri vasıtasıyla zaten karşılaştık. Esas kızın kendisini rehin alan, dağa kaldıran adama âşık olduğu Yeşilçam filmlerini hatırlarız birçoğumuz. Yani, bizim senarist ve yönetmenlerimiz Stockholm Sendromu’nu 23 Ağustos 1973 günü Jan Erik Olsson’un, Stockholm’un Normalmstorg semtinde bir banka şubesine girerek 3 banka memuresini rehin almasının ardından gelişen olaylarla bilim dünyasına kazandırılmadan önce de biliyorlarmış aslında.

Bu sendrom sadece rehin alma durumlarında gerçekleşmez: Şartların eşit olmadığı –bir tarafın bağımlı olduğu-, baskı uygulayan bir kişinin bulunduğu, hayatta kalma içgüdüsünün ağır bastığı durumlarda da ortaya çıkabilir. İncelendiğinde hemen her uzun ilişkide görülen bir olgudur. İlişki uzun ve derinse, evliliğe gidiyorsa, ya da zaten evlilikse taraflar ilişkiye kafaları rahat devam etmek isterler. Başlangıçta karşısındakinin yanlışlarını görürler, bu yanlışlara ilk aşamada muhtemelen protest bir tepki ile cevap verirler ama baskıcı tarafın püskürtmesi ile geri çekilmek zorunda kalırlar. İkinci aşamada yanlışları partnerine ifade etmeden, bir kenara yaza yaza biriktirir ve ancak -tabiri caizse- bıçak kemiğe dayandığında ifade eder ve -yine tabiri caizse- ağızlarının payını alırlar. Çünkü istediklerini, beklediklerini yine elde edemezler. Ancak bilinçaltı şunu öğrenir; “bu farkındalık ilişkiye zarar vermektedir”. Sonuçta konformist olmayı seçerek karşısındakine karşı bir duygudaşlık geliştirir ve kendini onun yerine koymaya başlarlar, baskıcı taraf sanki hiç yanlış yapmıyormuş gibi bir mekanizmaya kendini inandırıp, "boyun eğmeye", "alttan almaya" başlarlar. Bir sonraki aşamada ise “artık suçlu o değil, kendisidir”.

Galiba hala koyunlardan çok da farklı hareket etmiyoruz ve galiba davranış itibariyle beynimizin geçirdiği evrim, bu konuda aldığımız yol o derece kısa ki hala primatın alt beyninin verebileceği tepkileri veriyoruz. Bu arada ilginç olan, bu evlilikler, bu ilişkiler diğerlerinden daha uzun sürmektedir. Aslında burada hastalıkmış gibi anlatılan bu sendrom belki de beynin bir savunma mekanizması belki de patolojik bir duruma düşen ilişkiye uyguladığı bir reçetedir. Konunun başında da değindiğim gibi hikâyeye nereden baktığınıza bağlı. Her ne kadar yazıda bu sendrom bir hastalıkmış bakış açısıyla anlatılsa da, belki bu sendromu yaşayan kişiler makalede anlatıldığı kadar rahatsız değil bundan. Aksine belki de mutlu. Ve ilişkinin devamı için kendini adapte etmiş rolüne -Susan SARANDON’un Gönüllü Rehine (Earthly Possessions) filmindeki gibi-. Belki de sorun sadece farkındalık. Farkında olmadığımız şeylerden rahatsız olmuyoruz zira. Galiba çok ta farkında olmamak, belki de dünyanın dönüşüne çok da müdahale etmemek lazım. Yukarıda araştırmasından bahsedilen Prof. Dr. Semir Zeki’nin dediği gibi, “Aşk bir hastalık ama tedavi etmeye gerek yok. Hayatınız boyu devam etmesini istediğiniz bir hastalık. ARZU EDİLEN BİR FELAKET”.

 
Toplam blog
: 5
: 749
Kayıt tarihi
: 02.03.12
 
 

Ben kim miyim? Kendimi nasıl ifade edebilirim ki...   Kimdir : Sanırım hiçkimse, belki bi..