Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Ağustos '11

 
Kategori
Kitap
 

Rıfat Ilgaz, Karadeniz'in kıyıcığında.

Rıfat Ilgaz, Karadeniz'in kıyıcığında.
 

Karadeniz'in kıyıcığında.


Artık orta yaşa merdiven dayayıp hatta ilk basamaklarına da çıkınca gidilecek tatil yeri, ortamı, yemekleri, hava koşulları konusunda daha bir seçici olmaya başlıyor insan. Mesela deniz suyu sıcaklığı ya da soğukluğu verilecek kararda gittikçe daha ön sıralarda yer bulmaya başlıyor kendisine. 

Hepimizin çocukluğumuzdan beri okullarda coğrafya kitaplarında okuduğumuz sonra da tecrübeyle sabit bir gerçektir, 'Denizler geç ısınır ve geç soğurlar'. Temmuz, ağustos aylarında Güney'e inmeyeli yıllar oluyor. O sıcaklarda onca insan. Her yer insan dolu, yollar, deniz, lokantalar, ağaç gölgeleri, tekne üstleri, bir de başta da söylediğim gibi yaşla değişen alışkanlıklar yüzünden Bodrum, Çeşme, Fethiye, Marmaris, Didim katlanıl(a)maz oluyor artık kimileri için. Şu anda bulunduğumuz yaşlarda 20-30 yıl öncesinde olsak yine bir dereceydi. Bodrum'un içinde olmasa bile çevresindeki koylarda neredeyse istediğin yere havlunu ser, bunaldın mı atla denize ferahla tekrar kumsala çık suya yakın bir gölgelikte soğuk bir şeyler iç. Şimdiyse öyle mi? Herkes bir yerin ya sahibi ya da kiracısı olmuş. Kumsala uzanmak ne mümkün, parasını verip bir şezlong bir de şemsiye kiralamadan adama neredeyse denize adım attırmıyorlar. İstersen kumsalın bir kıyıcığına eşyalarını bırak da üç beş kulaç atayım diye denize girmeye çalış. Eğer gözün sürekli havlunda terliklerinde değilse çıkınca ara da bul biraz önce elinle koyduklarını. 

Bir süredir mayıs ve eylüllerde onbeşer günlük tatillere çıkmaya bayağı bir alışmıştım. Mayıs ayı, okullar açık olduğu için yükünü yerli turistten yana yeterince almamış Bodrum'u mevsimin henüz yeni açan çiçekleriye ilk yaşayanlarından oluyorduk. Kışı Bodrum'da geçiren yerli halk da 'turist akını' başlamadığından daha yerlerini terk etmemiş oluyorlardı. Yabancı genç turist adayları da ülkelerinde çalışmaya devam ettiklerinden sadece sessiz sakin emekli yabancılarla ağır adımlarla Bodrum sokaklarında turlamaca, öğlen güneşine fazla çıkmayıp uykuya yatmaca, akşamları da restoranlarda hafif yemekler yiyip belki bir bardak şarap içmece 'oynamak' eğlenceli oluyordu. 

Sıcak denizlere inmeyi tabi sadece Ruslar sevmiyor. Orta yaş kuşağı da ister istemez tatil yeri seçerken deniz suyu sıcaklığını da dikkate almaya başlıyor bir yaştan sonra. Bodrum kim ne derse desin benim aklımda hiçbir zaman denizinin suyunun sıcaklığı ile kalmamıştır. Yani onlarca yıldır Bodrum'a giden, sayısız anısı olan birisi olarak ben bir kere bile 'Offf dışarısı yanıyor, deniz de hamam suyu gibi' dediğimi hatırlamam. O işin merkezi bana göre Fethiye Ölüdeniz'dir. Tam benliktir Belcekız, kaynar suyu küvete boşalt, plastik ördeği de suyun üstüne koy, yanına da UFO ısıtıcıyı kendi üstüne doğrult, ahan da sana yaz ortasında Fethiye'nin havası suyu. 

Geçtiğimiz kış artık kararımı vermiştim 2011 Mayıs'ında Karadeniz'e gidecektim 17 yıl sonra. Çünkü Bodrum da bir yere kadar, yüzmedik koyu, girmedik sokağı kalmayınca insan artık ciddi ciddi sıkılmaya başlıyor. Hep de deniz kıyısında malak gibi sabahtan akşama güneşin altında yat arada bir bıcı bıcı yap gece de barlar sokağı turlamaca sonra hooop yatak, bıkıyorsun bir süre sonra. Ha diyeceksiniz ki başka yerde ne var, belki de haklısınız her yer aynı ama ne bileyim değişiklik isteği değil mi insana yeni ufuklar açan, Amerika Kıtası'nı falan bulduran? Hoş bu saatten sonra dünyada değil bulunmamış kıta, ayak basılmamış yer de yok ama gene de Bodrum'dan bir süreliğine uzaklaşacaktım. Hem zaten açıkcası Bodrum da benim o eski bildiğim yer değildi. Teenage'liğimizin son devrelerinde Bodrum'un bakir koylarında bakir bakir gezinip bir gülümsemesini yakalayacağımız yaşıtımız turist kızları ararken, bakkala girip kaşar ekmek yaptırıp litrelik kolayı, gazosu, akşama içeceğimiz biraların hayali ile sırayla kafaya dikerken yoktu daha şimdiki cıstak cıstak ne son model arabalar ne de kapısında bodyguard bekleyen barlar. Ne bodyguard'ı, daha Kevin amca ile Whitney teyzem 'The Boudyguard' filmini bile çekip mesleğe bu imajı kazandırmamışlardı henüz. 

Gelelim Karadeniz' e... Kitap yorumu diye girip turizm yazısı yazdık ama artık Rıfat Ilgaz'ın Karadeniz'in Kıyısında'sını da yorumlama, kendimce değerlendirme zamanı geldi sanırım. Karadeniz seyahatimi, yaşadıklarımı başka bir yazıda anlatırım anlatmasına da o seyahat olmasa sanırım bu kitabı da gidip almazdım. Demem o ki 'Çok gezen mi çok okuyan mı daha çok bilir?' derler ya vallahi bu sorunun yanıtı bende muallak. Ben ya gezmeden ya da gezdikten sonra o yerler hakkındaki kitapları okuduğum için bir şeyler biliyorsam gezmekten mi yoksa okumaktan mı o bilgiler, bilemeyeceğim. Ancak sanırım ikisini bir arada yapmak en iyisi yani sadece kuru kuru gezmekle de olmuyor, kitaba gömülüp başkasının gözleriyle gözlemlerini okuyup sıcak temas olmadan da çok sağlıklı bilgiler edinilemiyor kanımca. 

Rıfat Ilgaz 1911 Cide doğumlu. 1993 yılında kaybettiğimiz yazarımız, Karadeniz'in Kıyısında'sını herkesin kendisini tanımasını sağlayan romanı Hababam Sınıfı (1957)'ndan tam 12 yıl sonra 1969'da yayınlamış. Kitabın tanıtımında bu eserin bir ikilemenin ilki olarak alınması gerektiği, Batı Karadeniz'i anlatan bu kitaptan sonra bir de Karadeniz'in doğusunun anlatıldığı henüz benim de okuyamadığım 1981 yılında basılan Yıldız, Karayel'in olduğu söyleniyor. 

1969'daki ilk baskı Cem Yayınevi'nden. Elimdeki 2011 Mart Baskısı ise Türkiye İş Bankası tarafından Çınar Yayınevi ile çıkartılmış. Malum Çınar Yayınları, Yazar Rıfat Ilgaz'ın oğlu Aydın Yılmaz ile 1983 yılında kurdukları bir yayınevi. 

Şimdi gelelim, ''Anasına bak kızını, kapağına bak kitabı al'' a. Roman, başından sonuna Akçakoca'da geçiyor. Balıkçılardan onların Karadeniz'in limanlarını ziyaretlerinden söz ediliyor, kimileri de zaman zaman fındık taşımak ya da eğlenmeye İstanbul'a gidiyorlar. Ancak dediğim gibi tüm olay Akçakoca'da. Peki diyor insan o zaman kendi kendine, '' Neden kitabın kapağında Akçakoca'nın değil de Amasra'nın resmi var?''. Şimdi Akçakocalılar ayaklanıp yürüyüş yapsalar, ''Büyük Yazarımız Rıfat Hoca, bizi anlatmış, siz niye gidip kapağa Amasra fotoğrafı koyuyorsunuz be birader?'' diye İş Bankası Kültür Yayınları'na, Aydın Ilgaz'a, Çınar Yayınları'na sorsa ne yanıt verecekler? Kapakta önde Rıfat Ilgaz'ın fotoğrafının olduğu yer gerçekten de Amasra'dan araba ile geçen herkesin mutlaka durup arkaya Amasra'yı alıp fotoğraf çektirdiği bir yer. Muhtemelen Rıfat Ilgaz'ın kapak resmi de photoshop değil, orada öyle bir fotoğraf çektirmiş sonradan da renklendirilmiş ama arkada Akçakoca'nın olduğu bir fotoğrafa da benzeri bir uygulama yapılabilirdi diye düşünüyorum. 

Bu 'detay' acaba gözlerden mi kaçtı yoksa biliniyordu da ''Amaaaan boşveeer'' mi dendi? Yoksa ''Karadeniz'in en güzel yeri Amasra'dır'' diye hep birlikte fikir birliği ettik de adında Karadeniz olan her kitabın kapağında bundan sonra Amasra fotoğrafının olmasına mı karar verdik? 

Peki onu geçtik. Ben asla Türkçe'yi çok iyi bildiğimi, yazdığımı iddia etmem edemem de zaten. Sık sık elime sözlük de alırım, internetten de yararlanırım, TDK'ya da başvururum. Kitabın kapağında bir şey var ki anlamak mümkün değil. Bana hata gibi geliyor ama sonra da diyorum ki ''Yahu bu hata olsa bu kadar adamın hiç biri mi görmedi bunu?''. Kapakta kitabın ismi ''Karadenizin Kıyıcığında'' diye geçiyor. Karadeniz özel isim değil mi? Karadeniz'in olması gerekmez mi? Aynen Hasan'ın kitabı, Osman'ın çantası gibi? Hayır bilmiyorum dedim ama o kadar da değil herhalde...Bu yanlışın(!) mutlaka bir sebebi, açıklaması vardır diye düşünüyorum. 

Romanı okuduğunuzda aslında o günlerden bugünlere değişenin sadece teknoloji olduğunu anlıyorsunuz. Yollarda artık eşekler değil otomobiller, kamyonlar, denizde takalar değil büyük gemiler, evlerde de gazlı lambalar yerine elektrik. Bunlar iyiye gittiğini düşünebileceğimiz şeyler ancak Karadeniz'i bir yandan kirletip, bir yandan otoyollarla doldurduğumuz için, TOKİ apartmanlarıyla dolan sahillerimiz de zamanının 'Yeşil Karadeniz' inin kaybettikleri. Tabi kaybeden sadece Karadeniz mi yoksa bu değişime ses çıkartmayan ya da kimi zaman doğayı kendisi bozan insanı mı orası ayrı bir konu. Konu demişken zaman geçse de konular hep aynı. Sömüren ve sömürülen, adalet dağıtanların adaletsiz olması durumunda olabilecekler, paranın satın aldığı insanlar, alkolden güç alan ve gücünü kendi içinde hissedenlerin mücadelesi, doğa ile insanın savaşı... 

Basit bir konu çevresinde dönen olaylar bize çok net olarak o yılların fotoğrafını sunuyor ki zamanı unutursak aslında olaylar bugün yaşananlardan da çok da farklı değil. Hacı Dursun var, yörenin iliğini kemiğini kurutmuş hala da ne varsa benim olacak diye olmadık entrikalar düzenliyor. Kimisini korkutarak, kimisini satın alarak hep işler kendi istediği gibi olsun istiyor. Şemsi var oğlu, babasından aldığı güç ile olmadık işlerin peşinde koşuyor. Her canı çektiği kızdan bal almanın derdinde, akşamları boğma rakıyı nefessiz bırakıyor ayakçılarıyla. İçip içip sağa sola saldırma hikayelerinin başı sonu belli değil. Yerel yöneticiler de Hacı Dursun'un gücünün farkında olduklarından oğlunun her yaptığı işe gözlerini kulaklarını kapatıyorlar. 

Bir de bunların karşısında onurları ile yaşamaya çalışan emekçiler var. Ee 'Adalet de Mülkün Temeli' bir yerde ama ne yazık ki hep (!) adil işlemiyor sistem. Fındık fabrikasında çalışanlara nefes bile aldırmayan Hacı Dursun çevredeki devlete ait arsaları da türlü çeşit numaralarla kendi mülkiyetine geçirip fındıklık yapıyor. Arada uyanıklık yapıp yangın çıkartıp açma açmaya çalışanların da emeklerinin üstüne yatıp o yerleri de kendine yazdırınca tapuda, ortalık karışıyor. Hacı Dursun istiyor ki herkes bir şekilde kendisine bağlı olsun 'Yerel düzeyde emperyalizm' yani. Bakkal da kendisi, kumaşçı da. Çalışanlara maaş yerine defter açmış dükkanında kumaş ile zeytin ile kimisine de lokantada et ile rakı ile ödeme yapıyor. Günümüzdeki büyük işyerlerindeki 'yemek bileti' yani 'ticket' uygulaması neyse onu keşfetmiş zamanında. 

İsyanı bırak, kafayı kaldıranın başında hatta kaldırmayı falan da geçtik nefes almaktan gayrısı yasak. Önceden planlar yapıyor insanların geleceğini ipotek altına alabilmek için. Oğlunun ne kadar uçuk kaçık olduğunu görüp yapacaklarını bile önceden kestirip tecavüz edeceğini düşündüğü kızın yaşını büyütüp hapise düşmemesi, 'Elimin kiriydi, kendi isteğiyle geldi koynuma girdi' diyebilmesi için türlü çeşit oyunlar hazırlıyor. Stratejist ve taktisyen. Tüm yöreyi avucunun içi gibi biliyor insanı tanıyor, açıklarını zaaflarını çözmüş avucuna almış oynatıyor hepsini. 

Değirmenci Ahmet'in anası Durdu Kadın'ın yaşadığı bir evi var ama o kardeşiyle değirmende un öğütmeyi tercih ediyor çünkü köyün tüm dulları uzun boylu Ahmet'e hasta, hepsi onun müşterisi ve kuyruğa giriyorlarAhmet'in boş bir anını bulup rahatça değirmende çalışabilmek için. 

Arabacı Hamit de aslında yüreği iyilik dolu biri ama yaşlanan atları, emekliliği yakın eşeği 'Okumuş' tan sonra ne yapacağının kaygısıyla annesi Adile ve karısı Şerife ile yangın yerine çevirip fındıklık yapmaya çalıştığı tarlalara Hacı Dursun el koyunca rüşvet ile işini halletmeye çalışıp bir yandan da kader ortaklarını satmaya meylediyor. 

Boğulmaktan Arabacı Hamit ile Değirmenci Ahmet'in kurtardığı Gemici Recep, Hacı Dursun'un fındık fabrikasında fındığın kabuklarını kıran makinenin başında tekrar denize çıkacağı günlerin özlemiyle yaşıyor. Güllü ile de birbirlerine o zaman tutuluyorlar. Hacı Dursun'un sonradan açığını bulup yanına çektiği Huriş Kadın'ın kızı Güllü 16 yaşına karşın köyün en sağlıklı kızı ve Hacı Dursun'un oğlu Şemsi'ye de pas vermediği için her anı dikkatle izlenen birisi. 

Bundan sonrası kitapta. Filmin sonunu nasıl söylemek olmazsa kitabı da bundan daha fazla anlatmamak lazım, doğrusunu söylemek gerekirse bu kadarı bile fazlaydı ya neyse kitabın kapağından uzun uzun sözedince içeriğe de dokunmamak olmazdı. 

Yerel ağızla konuşmalar, eskiden evlerde kullanılan gereçler, balıklar, rüzgarlar... İnsanın çok şey öğrendiği güzel kitaplardan. 

 

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..