Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

31 Temmuz '10

 
Kategori
Psikoloji
 

Rol model

Rol model
 

"Bir şarkısın sen" çocukları


Üniversite yıllarından hatırlıyorum Orhangazili bir arkadaşım vardı tıpkı Cüneyt Arkın gibi yürür, saçlarını onun
gibi tarar, onun gibi bakmaya çalışırdı. Takım elbiselerinin rengine varıncaya kadar Cüneyt Arkın’ı taklit ederdi.

Çok mu kötü sayılır bu taklit? Elbette hayır. Nereye kadar? Cüneyt Arkın’ın o “vurdulu kırdılı” filmlerindeki
sahnelerini günlük hayatına taşıncaya kadar. Üstelik filmlerdeki “hareketleri” hayatında uygulamaya koyduğu anda
( Bir sebeple çevirmişler bizimkini diyelim, Kültürpark’ın önünde beş on kişi) yediği bir “ton” sopayla kalır.

Geçmişte rol modellik

Geçmişte herhangi bir özelliğiyle göz önünde bulunanlardan (rol modeller) haberdar olmamız çok sınırlı idi.
Sınırlı sayıdaki gazete ve dergiler, tek kanallı bir siyah beyaz televizyon, masalsı salon filmleri… Yani
“rol model”ler hem sayıca azdı; hem de onlara ait hayatı bize ulaştırılmasını sağlayan araçlar yetersizdi.
Öyle olunca da çevremizdeki insanlar (ki çoğu da olumlu özellikleri ağır basan) rol model alınırdı. Anne, baba,
öğretmen…

Üstelik de öyle bir renkli ve farklı bir hayatımız vardı ki o zamanlar uzaklardan bir şekilde erişebildiğimiz
kişiler rüyalarımızı ve/veya duvarlarımızı süsleyen birer “poster”den öte geçmiyordu. Bunun yanında bu tür
“örnek almalar” son derece mâsumâne idi.

Değişen dünyamızla birlikte teknolojik araçların da dünyamızdaki hâkimiyeti arttı. Hem öyle bir arttı ki cep
telefonundan bilgisayarına, plazma TV’sinden projeksiyonuna teknolojik araçlar esir aldı bizi.

“Çocuklar ya topçu ya da popçu olmak istiyor”

Çocuklar ya topçu ya da topçu olmak istiyor, yargısı epey yaygın hâlâ. Elbette bunda göz önünde yaşayan şöhreti
yakalamış, görünen yüzüyle iyi paralar kazanan, iyi hayat şartları içinde yaşayan insanların büyük etkisi var.
Ne düzenli ve köklü bir eğitim gerekiyor bazı hâllerde ne de başka şartlar. Ses güzelliğinin üzerine bir de
fizikî “şov”lar kattın mı müzik dünyasındasın, ya da yeşil sahalarda top peşinde iyiysen futbolcu olman mümkün,
mantığı yürütülüyor.

Oysa kazın ayağı hiç de öyle değil. Çünkü müzik ve/veya futbolda gerçek anlamda “şöhret”
olmuşların birçoğu da “uzun ince bir yoldan” geliyor. Elbette “alaylı”lardan bu renkli dünyalarda yer almış,
yükselmiş birileri vardır. Olur. Olacaktır da. Ama “bu dünyalarda” uzun soluklu olmanın ve kalmanın yolu yine
“eğitim”le açıklanır ancak.

[Dipnot-1: Yıllar önce “Pop Star” programı için çeşitli şehirlerde seçmeler yapılıyor ve seçmeler bir TV kanalında
ara ara yayınlanıyordu. Bir ara 17 yaşında bir genç kız, kılık kıyafet ve makyajla kendisine garip bir hava vermiş olarak jürinin önüne geldi. Şarkısını söylemeye başladı. Ukâla Armağan Çağlayan, her zamanki hakaret cümleleriyle garibim kızın şarkısını yarıda kesti. Genç kız başladı ağlamaya. Kenarlarda bir yerde duran annesi jürinin önüne atıldı.

-Ne olursunuz kızımı İstanbul seçmelerine alın. Bu onun son şansı. Çok çalıştı. Sizin yardımlarınızla daha iyi
yere geleceğine inanıyorum. Kızımda “star ışığı” görüyorum,
diyerek yalvarmaya başladı.

Şaşırıp kalmıştım. Son şans, ifadesine de hiç anlam verememiştim. 17 yaşındaki bir genç kız olsa olsa lise son
sınıf öğrencisi olabilirdi. Devamında da Çağlayan, kırıcı tavrıyla kızı ve annesini kovmaktan beter etmişti. ]

“Bir şarkısın sen” programında “rol model” dayatması

Ne yalan söyleyeyim ilk bakışta “Bir Şarkısın Sen” müzik programı kulağımızı ve gözümüzü okşuyordu. Küçük
çocukları mükemmel sesleriyle müzik ziyafeti veriyorlardı her hafta. Özellikle güzel sesiyle ve derin müzik bilgisiyle Türk Pop Müziği’ne gerçekten büyük katkıları olan Erol Evgin gibi bir müzik adamının bu projede yer alması akıllı bir seçimdi. Buraya kadar eyvallah. Amma hiçbir özelliği olmayan Pınar Altuğ’un orada ne işinin olduğunu insan anlamakta güçlük çekiyordu meselâ. Üstelik de çeşitli “et parçası” dekolteleri ve giderek çatallaşan sesi ve “kötü” Türkçe’siyle.

[ Dipnot-2: Ölen Müslüman’sa “Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.” gayrimüslim ise “Toprağı bol olsun.’’
demek varken, vefat etmiş besteciler ve/veya şarkıcılar için sürekli kullandığı (Erol Evgin de katılıyor bu
cümleye.) “Üzerine ışıklar yağsın.” ifadesinin anlamı ne yahu? Daha garip ve komik olanı ise aynı sunucuların
Ramazan ayı içindeki haftalarda Ramazan’a uygun “ağız”lar kullanmasıydı. ]

Bunun yanı sıra Halk Müziği “parçaları’nın dışında şarkıyı, seslendirenlerin arkasındaki yarı çıplakların
gösterisinin anlamı neydi? Buluğ çağına gelmiş ve / veya o çağın sınırında bulunan çocukların gözlerini bu
“garip” “uçan kelebekler”in “kirletmeye” hakkı var mıydı? Çocukların psikoloji açısından buna özen gösterilemez
miydi?

Oradaki çocuklardan Mehmet Taş, tipik bir İbrahim Tatlıses hayranıydı. Anlamını hiç mi hiç düşünmeden en ağır
arabesk şarkılarını söyledi. Görünüşte işin eğlencesindeydi. Sonradan katılan “Karadenizli Çocuk” Karadeniz’i
gerçekten “salladı.” Ama orada iki kişi var ki “rol modelleri” olmasa da onları (müzik anlamında) yetiştirenler
onlara “rol modeller” dayatıyorlardı.

Şebnem Keskin (kılığından kıyafetine) Zerrin Özer ve yabancı “rockçı”ları taklide zorlanıyor meselâ. Tek kelime
İngilizce ve / veya Fransızca cümle kuramayan Şebnem, seslere sağlam basarak “yabancı şarkıları” seslendiriyordu.

Ona keza Hamiyet Yüceses “gırtlağına” sahip Berna Karagözoğlu (fındık kurdu) şekilden şekle sokularak (Göbeği açık kıyafet bile giydirdiler 11 yaşındaki çocuğa.) “kanto”larla müzikal dünya için hazırlanıyordu sanki.

Yahu yazıktır, günahtır. O yaştaki bir çocuğun duygu dünyasında depremler yaşatarak şekillendirmek ne kadar ahlâkî? Bu ülkede sesi güzel ama “şöhret” olmak istememiş binlerce insan var. Belki o çocuğa (ki zeki ve çalışkan bir çocuk) “rol model” dayatması olmasa, o çocuk, iyi bir doktor ve/veya iyi bir mühendis, iyi bir öğretmen olacak.

Hadi diyelim ki bu çocuklardan bazıları (yetenekleri paralelinde) “okullu” olma imkânına sahip oldu. Peki
cumartesi geceleri yayınlanan o program için bu çocuklar hafta içinde (derslerinin dışında) büyük bir zamanlarını
“şarkı” hazırlamakla geçmedi mi? Enerjisini bu iş için harcamadı mı ? Böylece dersleri aksamadı mı?

Ayrıca “beyaz cam”ın getirdiği binlerce kişi tarafından “tanınmak” ve “çocuk şöhret” olmak bu çocuklar çelimsiz
omuzlarına yüklenen ağır bir “yük” değil miydi? Bunun çocukların psikolojisindeki etkileri (gerçi son haftalarda
üzerine basa basa psikologların da projeye dahil edildiği söylendi) hiç düşünülmedi mi ? Yahu bir çoğunun
“fan club”ları bile oldu. Pes ki ne pes!

Son söz: Çocuklarımıza ( ülke ölçeğindeki her türlü olumsuz şartlara rağmen) çalışmanın önemini, okumanın
üstünlüğünü, alın terinin değerini ve temeli olmayan, çaba harcamadan, kısa yoldan gelecek bir başarının
sabun köpüğü gibi uçup yiteceğini ısrarla öğretmeliyiz.

 
Toplam blog
: 300
: 1022
Kayıt tarihi
: 13.06.10
 
 

Tarih, edebiyat, şiir, dil ..