- Kategori
- Dünya Şehirleri
Roma'yı yakmak
Asırlar önce Roma, o yangına maruz kalmasaydı imparator Neron deliliğin simgesi olabilir miydi? Ya da, bir şehri ateşe verip sonra da söndürmeye çalışmanın delilikten öte adı nedir?
Roma’dayız. İki gece kalacağımız otel sakin ve temiz. Bu gece dinleneceğiz.
Sallama çayla yetinmek zorunda olsak da sabah yaptığımız kahvaltıdan olabildiğince memnunuz. Önce Vatikan’ı gezeceğiz.
Otobüsümüz bizi almak için otelin önüne geldiğinde bir sürprizle karşılaşıyoruz. Eyvah soyulmuşuz! Hırsızlara karşı bizi sürekli uyaran, yolların Evliya Çelebisi driver Ümit, yüzü düşmüş bir şekilde otobüsün etrafında dolaşıyor. İçeriye girmemizi ve kayıp eşyalarımızı tespit etmemizi söylüyor. Şoförlerin otelde kahvaltı ettiği kısa zamanda hırsızlar otobüse girmişler. Şüphelenmeliydik. Çünkü otel görevlileri tüm ısrarlara rağmen otobüs için güvenli bir otopark göstermediler. Oysa bildiğim kadarıyla bu bir zorunluluk. Şoförler otobüste yatacaklarını ve merak etmememiz gerektiğini söylemişlerdi. Bu işte otel yetkililerinin de parmağının olduğunu düşünmeden edemiyoruz.
Sabah, otelin kapı girişinde dikilen orta yaşlı ince- uzun bir adam var. Y/etkili biri gibi duruyor. Oldukça şık giyimli. Bir eli pantolon cebinde, geleni gideni izliyor görünümünde. Bu adamın on - on beş dakika önce serseri görünümlü iki kişiyle konuştuğunu gördüklerini söyleyenler var. O iki kişinin otobüsü soyanlar olması muhtemel.
Driver Ümit’in cep telefonunun çalındığını öğreniyoruz ilk. Diğer şoförün oldukça pahalı olduğu söylenen gözlüğünü almışlar. Bir arkadaşın markalı eşofman üstü kayıp. Raflarda İpsala - Yunanistan sınırında aldığımız uzolar, Kavala’ dan aldığımız bademli kurabiyeler, yolda uğradığımız yerlerden aldığımız başka hediyelikler var. Onların çalındığını düşünüyoruz. Ama hayır, hepsi yerinde duruyor. Hızlıca her yeri karıştırmışlarsa da anlaşılan kolay elden çıkarılacak şeyleri almışlar. Fotoğraf makinamı son anda yanıma aldığıma seviniyorum. Çektiğim fotoğraflara yanardım en çok. Ama diğer kayıplara üzülüyoruz. İkinci kaptan Kenan bir gün önce beğeni alan gözlüğünü denemeye bile vermek istememiş anlatılan. Bunu hatırlatıp, şakalaşanlar var.
Bununla kalsın, moralimizi bozmayalım, diyerek Vatikan’ a doğru yola çıkıyoruz.
Vatikan, Hıristiyanlık dini Katolik mezhebinin yönetim merkezi ve dünyanın en küçük devleti. Aziz Petrus Bazilikası’nın önünde otobüsten iniyoruz. Bazilikanın açıldığı meydan aynı adı taşıyor. Burası dünyanın en büyük meydanlarından biri. Her zaman çok kalabalık ziyaretçisi olduğu söyleniyor. Papa, halka seslenişini bu meydanda yapıyormuş. Bugün öğleden sonra 14:00’da da dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen ve kendisine saygı sunmak isteyen gençleri selamlayacağını ve bir konuşma yapacağını öğreniyoruz. Bugünkü yoğunluğun asıl nedeni bu. Etrafta heyecanlı gençler dolaşıyor.
Sabah içeri giremezsek bir daha şansımız yok. Ama içeri girmek de mümkün görünmüyor. Oysa Sistina Şapeli’ ni görmeyi çok ama çok istiyorum. Buluşma noktası ve saati kararlaştırılıyor. Daha sabahtan kızgın güneşin altında, gelmeyecek sırayı beklemeyi göze alamayan arkadaşlarımız şehir turu yapmak üzere yanımızdan ayrılıyor. Öyle ya kişi başı on iki Euro ödeyip içeri girememekte var .
Kesinlikle içeri girmeliyim. Etrafı şöyle bir gözlemem yetiyor. En öndeki gruplardan birinin yanına yaklaşıyoruz. Hindistan’dan gelmiş bir grup bu. Sıcaktan bunalanlar bazilikanın serin sütunlarına sığınıyor. Dinlenince de sıradakilerden nöbeti devralıyorlar anladığım. Biz de kenarda oturuyor nöbet değişiminde sıraya geçiyoruz. İki kişi olduğumuzdan fark edilmiyor. Ama Hintli grubun arasında dikkat çekiyoruz. Sonra usulca öndeki Macar grubun arasına karışıyoruz. Tam içeri girme sırası gelmişken kapıda eşimi içeri giremezsin, diye yan tarafa ayırıyorlar. Çünkü üzerindeki tişört en az kısa kollu olmalıymış. Şortla, kısa etekle girmek de yasak. Hoppala biz de sadece İslam dininde böylesi ritüeller var sanıyorduk. Çantamdaki pamuklu şalı eşime uzatıp, yola devam ediyorum. O şalı omuzlarına almasını işaret edebiliyorum ancak. Çok sıkı kontrol var. İki kez elektronik cihazdan geçerek içeri girmek üzereyken eşim yetişiyor. Önerim işe yaramış ve içeri girebilmiş. Şapelin içi de çok kalabalık.
Burası Papa'nın resmi ikametgâhı. Papa seçimleri de burada yapılıyor. Seçimi gerçekleştiren kardinaller buraya kapanıyor ve seçim bitince kullandıkları kağıtları yakıyor. Dışarı çıkan dumanın rengi seçimin sonucunu bildiriyor. Papa seçilmediyse duman siyah, eğer seçildiyse duman beyaz oluyor.
Şapelin ana kapısından girer girmez Biga’dan bir aile ile karşılaşmak ayrı bir sürpriz. Dünyanın küçüklüğüne hükmedip birlikte fotoğraf çektiriyoruz.
Michelangelo’nun Pietası’da burada. Özellikle onu görmek istiyor ve arayıp buluyorum. Altından bir heykel bu. Meryem Ana, çarmıktan çıkarılmış İsa’nın cansız bedenini kucağında tutuyor. Yüzündeki genç masumiyetten gözlerimi alamıyorum. Ölüm ve masumiyet öylece camekânın ardında.
Duvarlarda eski ahitten bazı bölümlerin anlatıldığı sahneler ve önceki papaların resimleri var. Tavanda Michelangelo’ nun ünlü "Adem'in Yaratılışı" “Havva’nın Yaratılışı” “Cennetten Kovulma” ve "Kıyamet Günü" pek çok yerde sıklıkla karşılaştığımız fresklerse de tanrının yeryüzünü sudan ayırmasını yani gökyüzünü yaratmasını; güneşi, ayı ve yıldızları yerlerine fırlatmasını ve karanlık bulutları bölerek ışığı açığa çıkarmasını anlatan freskler de dahil hepsine hayranlıkla bakıyorum. İlerledikçe ibadet eden insanlara rastlıyoruz. Pek çok hamile kadın gözüme çarpıyor. Asıl ibadet edilen yere gelince heyecanlanıp fotoğraf çekmeye kalkıyorum. Ve dışarı çıkmak zorunda kalıyorum.
Nasıl büyüleyici bir yer böyle burası. Tanrıyı ve yarattıklarını anlatmaya çalışırken sanatın ve sanatçının kutsallığını hissettiriyor. İnsanın tanrısallığına dinin tutunuşu. Bu duygu öyle bir sarıyor ki ruhumu fotoğraf çekmekten vazgeçip gördüklerim karşısında hissettiklerime odaklanıyorum.
Buluşma noktasına geldiğimizde herkes yaptığı şehir turunun verdiği heyecan içinde. Şapele girdiğimizi söyleyince inanamıyorlar. İçeri girme girişimimizi ve gördüğümüzü, yaşadığımızı aktarıyoruz heyecanla.
Sırada Collesseumvar. Gladyatör filminde mekan olarak kullanılan yapı dünyanın yedi harikasından biri. Giriş biletini aldığımızda bir hayli beklesek de içeri girdiğimizde serin köşelerin varlığı rahatlatıyor bizi.
Buranın diğer adı Flavianus Amfi Tiyatro, Bilinen en büyük amfi tiyatrolardan.Seksen bin seyirci alabildiği söyleniyor ve günümüzde bazen konser alanı olarak kullanılıyor.UNESCO Dünya Mirası listesinde.
Klasik tarzdaki Yunan amfi tiyatrolarının aksine bir yamaca yaslanmayan ve serbest duran dairesel yapı aynı zamanda Roma mimarisi ve mühendisliği açısından ortaya çıkartılmış en görkemli yapılardan bir tanesiymiş. Roma’nın tam ortasında yer alması sebebiyle Roma’nın kalbi olduğu söyleniyor. Her katını ayrı heyecanla geziyor, dinlenme noktalarında serin serin dinleniyoruz. Etrafındaki nadir türdeki bitkileri gözlemeye çalışıyoruz.
Alt kısmında gladyatör ya da yabani hayvanların arenaya getirildiği yollar bulunmakta, üst tarafı ise katmanlı bir amfi tiyatro özelliği göstermekte. Büyük bir kısmı hasar görmüş, taşlarından bazıları hatıra amacıyla turistlerce alıp götürülmüş anıtın restorasyon çalışmaları devam ediyor.
Yapılma amacı halkı ya da dönem dönem imparatoru eğlendirmekmiş. Yaygın olarak gladyatör dövüşleri düzenlenmiş. Halk gösterileri, taklitler, infazlar, savaş canlandırmaları, sembolik hayvan avları için de kullanılmış olan yapı Roma imparatorluğu döneminin sembolü olup en çok turist çeken mekanmış. Aynı zamanda dönem dönem dini bir merkez olarak da kullanılmış.Günümüzde de bazı stadyumlara, kütüphanelere, salonlara ve tiyatrolara ilham kaynağı olmuş ve bu yapıların planları tamamen bu dev anıtın planı örnek alınarak yapılmış.
Papa tarafından başlatılan kutsal haç yolu? ayininin başlangıç noktası olduğunu da söylemeli.
Vatikan’ın yüz kişilik ordusunu oluşturan İsviçreli askerlerin nöbet değişim törenini izliyoruz. Kıyafetleri ve tavırlarıyla asırlar öncesinden çıkıp gelmiş gibiler.
Collesseum’ dan ayrılırken Aşk Çeşmesi ve İspanyol Merdivenlerini görmenin planını yapıyoruz.
Aşk çeşmesine ulaşmamız hiç de kolay olmuyor. Metroyu kullanmak zorunda kalıyoruz. Grubumuzdaki gençler ellerindeki turizm haritasından bakarak bizi yönlendiriyor.
Büyük aşkları konu eden filmlere mekan olduğu için bu ismi alan Aşk Çeşmesi’nin (Trevi Çeşmesi) tadilatta olması hayal kırıklığı yaratsa da suyu boşaltılmış havuza para atıp dilek dileyenlerimiz oluyor.
Dünyanın en ünlü çeşmelerinden biri olan bu yapıya üç yolun kavşağında bulunduğu için Trevi adı konulduğu söyleniyor. Üç yeraltı su yolunun bu noktada toplanıyormuş.
Trevi Çeşmesi deniz konulu. Deniz kabuğu şeklinde bir at arabası, denizden çıkan kanatlı atlar arabayı çekiyor ve arabada mitolojik bir deniz tanrısı Poli Sarayı’nın mimarisi ile hoş bir bütünlük oluşturuyor.
İspanya Konsolosluğu önünde yer aldığı için bu ismi alan merdivenlere ulaştığımızda güneş çoktan batmış durumda. Merdivenlerde oturan eğlenceli grupların arasına karışıyoruz. Aralarında bolca Türk var. Öyle ki bizi karelemesi için fotoğraf makinası uzattığımız genç İstanbul’ dan gelen bir öğrenci, bir başka grup İzmir’den gelmiş. Birlikte şarkılar söylüyoruz.
Merdivenlerin en tepesinde Trinita dei Monti Kilisesi bulunuyor.aşağıda ise
Otele dönmek ayrı bir aksiyon gerektiriyor. Son metroyu kaçırmamak için koşturup iki metro değiştirerek otele dönüyoruz.
Dilerim ki dünya tarihine kalben şahitlik etmiş ve tanrıların kıskanacağı güzellikte eserlere ev sahipliği yapan aşıklar şehri Roma’yı bir daha kimse yakmasın!
Gülgün Çako / 4 Ağustos 2015