Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

02 Temmuz '10

 
Kategori
Deneme
 

Roman'ından kan damlıyor

Roman'ından kan damlıyor
 

......


Sevgiliye Mektuplar

Sevdan şimdi el değmemiş heybetli zirvelerden tüm kentlere çoğalarak yayılmakta, kutlarım seni, eserini, edebiyata katkılarını… İmza gününde yaşayacağın izdihamı, ilgiyi, düşündükçe senin adına seviniyor, keşfedilmemiş ve o eşsiz kıyılara mavi yolculuklar başlatıyorum senin, sevdan, eserin adına… Nobel'in en büyük adaylarından biri olacağına, şöhretinin gün be gün ülke sınırlarını aşacağına yüreğimle inanıyorum-ki bu yürek nelere inandı, nelere kandı senin uğruna…


Ebruli kokular titretirken canlıların içini tatlı ve ılık, yayılırken ıtırlı kokular, kuşlar, böcekler müjdelerken gelişini baharın, sende bana geliyordun baharın ilk armağanı olarak ve sana açarken yüreğimin tüm gizli kalmış bahçesini, bayram yapıyordu tensel kokularımız karşılaşmalarının şöleninde… Bir avuç yüreğime hapsedip, çelik kafeslerle koruduğum, sakladığım, nadasa bıraktığım bahçemdeki susuz, budamasız vahşi çiçekleri, bakışın, sözlerin, sevdan, ateşinle evşilleştiriyordum sana sunarken… Sen onlara iyi bakacaktın… Sulayacak, konuşacak, sevginle açtıracaktın bir dağ başı yalnızlığında… Görenler anlayacak, sevginle şaşırtacaktın onları ve bu ne sevgidir ki ne çiçekler açtırıyor böyle diye söylemler üretirken, kelimelerinde gıpta, yüreklerinde tatlı bir kıskançlık çiçekleri oluşturacaktın beni severken, sarılırken, bakarken gözlerimin derinliklerine…


Viyolonsel'in sesini ilk sen duymuş, ay ışığına nazire yaparcasına dans eden yıldızlarla kaplı gecede balkona çağırmıştın ya beni yarım kalan dansı tamamlamak istercesine... Saatlerdir ve neredeyse sabahın ilk ışıklarına, ay ve yıldızların nerde, niye saklandıklarının bilinmezliğinde adeta tek vücut olmuştuk dans ederken… Arada tattığımız şarap kadehi bile sarılmamıza engel olamazdı, sana, kolunun altından yukarı kaldırıp içiriyor, sonrada ben içiyor ve içtiğimiz her kadehi ritimlerimizi bozmasın diye ayaklarımızın hemen altındaki denize fırlatıyorduk çakır keyifliğin verdiği çocuksu bir geç kalmışlığın izlerinde… Her yudumdan sonra adeta içine çekiyordun beni sarılmalarını bırakmadan ve sıklaştırarak, bende seni iki elim belinde havada dönderiyorken en çok fırfırlı eteğinin dairesel hareketlerini seviyordum ve daha sıkı sarılıyordun düşmenin endişesiyle ve yine daha çok sarıl diye hızlandırıyordum seni ellerimin beline kilitlenmişliğinde… Günlerce ve yemeden içmeden gündüz yakan, kavuran güneşin altında, gece; ay ışıklı yıldızlı mavi gecelerde dans edebilirdik yorulmayı eklemediğimiz bedenlerimizde ve karışırken kokularımız tenlerimize… Şaraptan bir yudum alıp boğazından içerilerine damlatırken saçlarına geriye savuruyor, yine ve yeniden gözlerinin derinliğinde yeni kaybolmalar yaşatıyordun…


Torino'daki San Marco meydanında insanlar soğuktan titrerken kaldırımın kenarına oturup tüttürdüğümüz sigaranın keyfini hiç bir sigaradan alamamış ve İtalyanların bakışlarında içlerinden bizi deli olarak yargılamaları nasıl hoşumuz gitmişti… Katıldığımız turdan kaçamak yapmamız ne iyi olmuştu, onlar kış olimpiyatlarını izlerken, Torino sokaklarını aşındırıyorduk seninle ve koca kentte ikimizdik eldiven giymeyen Şubat ayının o dondurucu soğuğunda… Budapeşte'de kenti ikiye bölen tarihi köprünün üzerinde yağan yağmura rağmen öpüşmemize alkış tutan çocuklara ise çok gülmüştük dönüş yolunda ve Prag'dan aldığımız o sevimli çorba kaselerini otobüse binerken düşürüp hepsini kırdığımda nasıl gülmüştün artık çorba içemeyeceğim diye… En çokta Karadeniz gezisinde tadı damağımda kalan hamsili çorbayı içmek isterdim sakarlığımda kırdığım kaselerde ve Sumela Manastırından çıkışta sen rahibe taklidi yaparken, ben edepsiz bir rahip'in utanmazlığında sana tacizde bulunurken bir an çarpılacağımı hissettim ciddi rahibe duruşunda… Gece mum kokulu odamızda dünyayı yeniden keşfediyor ve sabahın cıvıltılı kuş seslerinde yarı uykulu sarılıyorduk, Karadenizin içimize işleyen çam kokulu yaylalarının mistik motellerinde… Nereye gitmek istediysek ne yemek-içmek istediysek, neyi ve nasıl sorgusuz yaşamak istediysek gerçekleştirdik iki deli sevdalı seninle ve ardımıza dönüp baktığımızda pişmanlık duyacağımız tek bir anımız, saniyemiz olmadı seninle sevgili… Yaşadıklarımız yaşayamadıklarımızın ve hissettiğimiz gençliğimizin bize sunduğu armağandı ve ne çok şey vardı seninle daha yaşanacak ve yaşanacak olan ve yaşamın içinde olan her şeyi sonsuza kadar yaşamalıyız seninle dimi? ...


Aykırılığımızı yüzümüze değil sırtımızdan hançerleyerek ifade edenlere seninle beraber karşı koymuş, daha da koyacaktık ve asla yılmayacaktık sevgili… Sevdamızı savunurken yalanlara sığınmıyor, masumiyetimizi koruyorduk sokakta ve pazarda, çarşıda ve her yerde ve hissettiğimiz yalanlara gösterdiğim tepki seni korkutuyorken yine ve hep gösterecektim tepkimi, gözlerime bakarak yalan söyleyenlere… En çok Altın Portakal film festivali ile aynı tarihe denkleşen gezimizde gördüğün kadın sanatçılara bakarken iç geçirmenden nasıl kıskançlık krizleri oluşturduğunu hissediyor ama belli etmiyordum hayretlerimi gizlerken… Ve değil onlardan eksikliğin, her şeyinle bir adım önde idin ve fark atardın her konuda onlara ama anlamlar bulmak istiyor, üzülme diye geçiştiriyordum başıma geleceklerden habersiz… Sabahları uyandığımda sürekli esner ve gerinirken aklıma dahi gelmezdi ben uyuduktan sonra neler yaptığın, hep şaşardım bu kadar az uyku ile yaşama nasıl oluyor da direndiğini ve gün boyu uykusuzluk çekmemeni… Saf, masum, temiz çok sevmekten başka suçu olmayan yüreğimi ellerine vermiştim, senindi, benimdi, bizdik, yürek yüreğeydik bir gecede sevdaların, aşkların ucuzca tüketildiği aşk pazarında -ki öyle bir aşk pazarı ki avuçlarına teslim ettiğim hacmi küçük, sevdası dağlara sığmayan yüreğimi bir tezgahta kelepir fiyata satabilirsin artık şöhret olma yolunda…

Pespaye bir şekilde sokakta, caddelerde dolaşacağım ve gördüğüm her insan yüzünün suretinden utanacağım, paçavraya dönüşeceğim, karınca deliğine giresim geleceğini asla ve asla düşünmezken kutluyorum seni bana bu hünerleri kazandırdığın için sevgili… Bari ikimizin en güzel ve en çok sevdiğimiz resmimizi küçülterek ve mor salkımlı lavantaların içinde kapak baskısı olarak sunmasaydın okuyucuya… Ve o ön sözü yazmasaydın, sadece susar, giderdim nereye gittiğimin bilinmezliğinde ve kimseler haber alamazdı benden ölene kadar ve öldükten sonra dahi, o ön söz bitirdi beni, ben yitirdim kendimi… '''Sevgili okur; bu kitabı yazmama vesile olan, asla sevmediğim ve sevemeyeceğim, ama koca yürekli, aslan gönüllü, yiğit, mert, sözünün eri, esmer bakışlı, kar düşmüş saçları ile romanımın kahramanı olmaya hak kazanan ve konusu olan deli mavi adama minnet ve şükran duygularımla''' … Canın sağ olsun sevgili… Çok satarsın sevgili. Keşke belli etmeseydin de daha nice romanlarının konusunu oluştursaydım ve ardı ardına basar, patlama yapardın
edebiyat dünyasında… Çünkü edebiyatın sen gibi SEVİYORMUŞ gibi yapan yazarlara ve konu içeriği oluşturmak adına insanlık onuru ve yüreğini ayaklar altına alan yazarlara gereksinimi var, sen yaz çok yaz… Bu kitabın ilk imzasını bana atar mısın? Yapar mısın? ... Kendi kalemimle geleceğim, yüreğimden damlayan kandamlalarıyla imzalatacağım…

İmzalar mısın? ...


- Adana // Olgun Ekinci

 
Toplam blog
: 111
: 726
Kayıt tarihi
: 22.01.09
 
 

Adana doğumluyum halen bu kentteyim.. Marmara Üniversitesi İşletme mezunuyum. Deneme ve şiir yazıy..