Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Haziran '11

 
Kategori
Edebiyat
 

Romantik Bir Viyana Yazı

Yazarı: Adalet Ağaoğlu 

 

1990’ların başı Edebiyat dünyasında yansımalarını erken bulmuş, büyük tarihsel dönüşümün ve onun toplumsal yansımalarının, özellikle Türkiye’de daha yeni yeni farkına varılmaya başladığı yıllardı. 

 

Türk edebiyatının ele aldığı konular kadar, ele alış biçimi ve roman tekniği bakımından seçkin ve öncü bir yere sahip olan Ağaoğlu, çok katmanlı, meselesi olan, insanlık durumu irdeleyen, üstelik bunları yaparken post modern unsurları işin içine katarak yazınsallığı da sorgulayan bir romanla çıktı okurlarının karşısına. 

 

Ağaoğlu, Romantik Bir Viyana Yazı’nda, insanı ve tarihi biraz ironik bir üslupla araştırırken, gerçeklik duygusuna açılan bir eser ortaya koyar. 

 

Yedi bölümden oluşan çok katmanlı bu roman, yapısal olarak aslında iç içe geçmiş bölümlerden oluşmaktadır. Ağaoğlu yine yapacağını yapmış ve gayet post modern bir yaklaşımla “sonsuzluk” ve “ucu açık” kapısını aralamıştır. 

 

Ömrü Anadolu yollarında geçen Kamil Kaya’nın sözlerinden çok selektif aktarım yoluyla nakledilen bu bölüm, başı sonu belli bir çok hikayeden oluşmaktadır. 

 

Tarih Dersleri

(Kastamonu) 

 

Kamil Kaya’nın ilk tayin yeri Kastamonu’dur. 

 

Pekala, işte karşınıza bu seneki tarih öğretmeniniz. Tahta gıcırtısından tüyleri diken olan mızmız bir herif. Yaş yirmi beş, yolun başı. Tarih anlatmayı sever, şiiri yazmayı sever. En birinci dostu Edebiyat’tır. Yani bazılarına göre “hayali şeyler”. 

 

Evet, ilk tayin, ilk lise, ilk ders. 

 

İnanın sizlerden heyecanlıyım yavrularım. Benim güzel kızlarım, efendi oğullarım. Demincek mızmızlığımdan, hayalciliğimden dem vurdum, güldünüz, amenna… Peki, şimdi niye güldünüz? “Yavrularım” dedim diye mi? Doğrudur, bellidir. Aramızda gelinlik kızlarımız, kazık kadar oğullarımız da var… Belki içinizde yaşı benden büyük olanlar bile vardır. Fakat, ne yaparsanız, beni de buraya, tarih öğretmeniniz, diye gönderdiler. Bekarım. Çöpsüz üzüm. Pislik sevmem, biraz fazla titizim. 

 

Evet, hanımefendiler, beyefendiler, tarih, lise iki, Türklerin İslamiyet’e geçişlerinden başlıyoruz. Osmanlı Devleti’nin kuruluş yıllarına kadar da geleceğiz. Fakat dostlarım, lisemize bu güne kadar merkezden bir dünya ve ülke haritasının gönderilmemiş bulunması, tarihini anlatacağım yerleri şöyle her daim gözümüzün önünde bulunduramamamız, benim kederimin asıl sebebi budur genç dostlarım. Maalesef şimdilik Tarihi Coğrafyasız öğreneceğiz. Çünkü Coğrafya dersinde kullanacağınız el kadar atlaslar da bizim fazlaca işimize yaramayacaktır. 

 

Yalnız harita mı kardeşler? Elimizin altında şöyle bol bol gravürler, resimler, fotoğraflar falan olmalı. Mısır, dedik mi Allah’ım? Ben sizlere Firavun mezarlarını, Bizans dedik mi, Ayasofya’yı, her bir yanıyla gösterebilmeliyim… Selçuklu deyince köprüleri, kervansarayları… 

 

Bakın işte, Tarih kitabınızda Selçuklu İmparatorluğu diye bir şey çizilmiştir. Ancak koskoca imparatorluk neyle çevrili, bu yok. Bir iki nehir, bir iki göl resmedilmiş, o kadar. Bunlar dışında ne yaylardan, ne dağlardan haber var. Bilhassa komşular, hiç. Ne yazıyor şurada, okunmuyor bile. İmparatorluk diye gözümüzde canlanan, mücerret, yani soyut kocaman bir boşluk. Bu imparatorluğun hiç mi bölgeleri, şehirleri yoktur? İsfahan nerede biter, Hamedan nerede başlar, değil mi ya? 

 

Ben bunları zaman zaman tahtaya elle çizeceğim. Artık hayal edebildiğim kadar. Elimden de doğru dürüst resim, çizim gelmez. Allah kahretsin! Kim bilir boyutlarda ne yanlışlar yapacağım. Hazar Denizi, diyeceğim, gözünüzde göl, Aral Gölü, diyeceğim umman canlanacak. Öf, ne yapsak? Artık biraz da kafayı çalıştırırız, çizdiklerimizin içini düşlerimizle doldururuz. Yine niye güldünüz? Kalkın bakayım ayağa, sizden çıktı bu kıkırdama. 

 

Öğrencileri şiir okumak okutarak cezalandırır. İstenmeyen davranışı cezayla ortadan kaldır. Hadi, dinliyoruz, bize bir şiir okuyun, bakalım. Hadi ama bekliyoruz. Benim cezalarım böyle, buna alışmalısınız. Hadi Aykut! 

 

Oğlum, bu mu şiir? Şiir bu mu? Marş bu yahu, marş! Üstelik kan revan içinde bir şey. Şişşt arkadaşlarınızla alay etmek yok. Aykut’a ilk kim güldü, kim alay ettiyse, o okuyacak şiir. Yusuf siz. Gördüm hadi bakalım, okuyunuz şiir. Okuyunuz da bir de sizin zevkinizi görelim. Çocuk öğretmeninin şiirini okur. 

 

Kimden bu? Benden mi? Yok yahu, sahi mi? Valla utanıyorum. Evet çocuklar, Yusuf arkadaşımızın okuduğu bu şiir, maalesef ve tastamam benim bir şiirim. Nasıl olur? Mümkün değil. Acaba Yusuf kardeşimiz, Tarih öğretmeninin kıyıda köşede kalmış bir şiirini nereden biliyor? Merak ettim doğrusu. Nereden, Yusuf? Ya, halanızdan demek? Sizin ailede, maşallah Halanız ne iş yapmaktalar, yani nerden böyle? Dilim dolanıyor, hoşgörün çocuklar, heyecanlandım ne olsa. Okunmayan, bilinmeyen genç şairler, işte böyle, hiç umulmadık ses verdiler mi, kendilerini artık bütün dünya tanımakta sanırlar. Onları anlayışla karşılayacaksınız. Ya demek halanız radyodan? Yurtta ayın dergileri, diye okunurken… Ev kadını olduğu için, devamlı radyo başında. Akşam bulaşıkları yıkarken falan? Demek sana, “Bu seneki Tarih öğretmeniniz hayalcinin teki, bilmiş ol Yusuf” dedi? Başka? “Hayalci Hoca” dedi. Eh, Kastamonu lakabımız belli oldu. Artık ömür boyu da böyle sürer bu. 

 

Dersimize dönelim. Tarihe ve hayale. Çünkü hanımlar, beyler, hayalsiz tarih olmaz. 

 

Şimdi, İslamiyet’e gelmeden önce, benim sizlere birkaç sorum daha var. Söyleyin bakalım, içinizde kaçınız 

Kastamonu doğumlusunuz? Yani kaçınız buranız yerlisi? İnsan önce bulunduğu yerin tarihini öğrenmelidir. 

 

Geçelim şimdi, mademki hepimiz Kastamonu’da yaşıyoruz, topumuz Kastamonulu sayılırız. Niye mi? Niye olacak, insan doğduğu yerli değil, doyduğu yerlidir, demişler de ondan. 

 

Evet, Kastamonulu kardeşler acaba, buranın kimler tarafından, ne zaman kurulduğunu içinizde kaçınız biliyor? Bekliyorum. Cevap yok. 

 

Ayıp ayıp. İnsan doğduğu, hem de doyduğu yerin tarihini bilmezse, ne memleketin, ne dünyanın tarihini bilebilir. Bunu kafanıza böylece yazın, kuzucuklarım. Bir tarihi ezberlemek başkadır, orada kendi yerinizi ete kemiğe bürünmüş olarak bulmak başka… 

 

 

İşte ilk ev ödeviniz: Gelecek dersimde sizlere, şimdi anlatacağım yerleri soracağım. Gidin, bakın, öğrenin, sonra gelin, bana anlatın. Kalesini, Kitaplık’ını, Atabey Camisi’ni… Ya, demek “Hayalci Hoca. Aman canım, adımı ne koyarsanız koyun, lakin ayağınızı bastığınız yeri tanıyın.” 

“Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker/Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer!” diye gümbürdemek kolaydı… Bilmediğin bir vatan toprağı için nasıl öleceksin, ille ölünecekse? 

 

Cumhuriyet deyince, Kastamonu‘nun bu tarihimizdeki önemi nedir? E artık bunu da bilemezseniz çocuklar, ders yılı sonunda ağzınızla kuş tutsanız, İslamiyet nerelerden nerelere nasıl yayıldı, tıkır tıkır sayıp dökseniz nafile, derim. Bitti, çaktınız. Yahu, içinizden biriniz bile cevap vermeyecek mi? Bekliyorum. Ümitsiz vaka. 

 

Atatürk Şapka Devrimini ilk defa burada, Kastamonu’da ilan etmemiş midir! Hay benim tın kafalarım hay! Aklınızı başınıza alın bayanlar, baylar. Sizler Şapka Devriminin ilan edildiği bir şehrin, pardon kentin lisesinde okumaktasınız. Daha sonra hocanın tayini Kütahya’ya çıkar. 

 

Çocuklar, bilenler biliyor ya, bilmeyenlere bildirmek isterim, Kütahya Lisesi’nde bu altıncı yılım. Altı yıl önce, kız erkek karışık bir okuldan Kastamonu’dan buraya, Selçuklu Türklerinin Haçlı askerlerine karşı şefkatinden şüphe ettiğim için, sürgün gönderilmiş bulunmaktayım. Bugün ise, lise son siz değerli arkadaşlarıma elveda dersimi vermekteyim. Sürgün edildiğim kent açısından şanslı idim. Hepinizi, sizden öncekiler gibi, sizi de sevdim. 

 

Nerde? Nedir o? Sahi? Bakayım. Getir hele. Allah’ım ne güzel şey bu, ne harika. Gördünüz mü dostlar, Asaf’ın, bizler, şey, sizler için, hepiniz için elleriyle yaptığı şu yer küreye bakın! Su kabağı üstüne işlemiş. Nereden buldun bu tostoparlak küreyi Asaf? Biz ömrümüzü duvar haritası, merkezden yer küre, diye inlemekle geçirirken, bak hele sen, böyle bir şey yapıp çıkmışsın. Ay keşke ders yılı başında elimizde olsaydı! Kaçıncı yüzyıl dünyası bu üzerindeki? Asaf’ın armağanı yerküremizde somut bir şekilde görünüyor, böyle daha iyi hayal edebiliyoruz, değil mi? Venedik nerde? 

 

Asaf bize bir yerküre armağan ettiyse sayın baylar, bakın işte, bende sizlere kocaman bir Kütahya şehir, pardon kent, kent haritası armağan etmekteyim. Ders bitiminde, anlatmayacak, kendi ellerimle boyadığım bu planı sizlere armağan edip gidecektim. 

 

Bütün bu gördüklerinizi ben böyle, Kütahya çinisine benzesin diye, çini mavisi bir renk üstüne çizip boyadım. Kastamonu‘daki eğri büğrü haritalarımdan, resimlerimden sonra burada gösterdiğim bu gelişmeden heyecan duydum. 

 

Ey Tarih, seni Tarih kitaplarından, Tarih öğretmenlerinden çok, o tarihi yaşayanların taşa, kağıda, kile, tuğlaya boyaya, çizgiye döktüklerinden sorsunlar. Konakladıkları hanlardan, içinde yıkandıkları ırmaklardan ve hamamlardan, yedikleri kaplardan, içtikleri kaseden, giyip çıkardıklarından sorsunlar… 

 

Boşverin siz arkadaşlarım, Viyana Kapısı, dedik mi, Yeniçerinin tak tak vuran şah damarında, Viyana Kalesi içinde sefil yatan gariplerin küt küt atan yürecikleri de aklınızda olsun. Genç kızların yarım kalmış çeyiz kanaviçeleri, bağbozumlarında damağa vuran şıranın tadı, savaş tarlalarında açan kiraz ağaçlarının çiçekleri aklınızda olsun. Hocanın tayini Konya’ya çıkar. 

 

Dostlarım, lise üç, iki, hatta birlere, yeni tarih öğretmeniniz bendeniz: Kamil Kaya. Namı değer, “Hayalci Hoca”, Konya’ya hoş gelmiştir. Hepinizi sevgilerimle selamlarım. 

 

Yine bulunduğu şehirdeki öğrencilere şehrin tarihini biliyor musunuz? Diye sorar. Peki doğduğunuz ve yetişmekte olduğumuz bu şehri, pardon kenti, bu kenti tanıyor musunuz? Ne diyordum? Mevlana demeyle, oturak alemi turizmiyle iş biter mi? Bakın işte, Mevlana Celaleddin dediğimiz bu işi kalkıp da Acem diyarından buralara gelmese, hayat üstüne kafa yorup beyitler, mesneviler döktürmese, Konya’nın namı Avrupalara kadar yayılır mı? Onlar sizin yüzünüzü görmeye gelmiyor ki, Mevlana’nın adına geliyorlar. Üstelik bir düşünsenize, burası il olarak ülkenin en geniş ili yahu! 

 

Geçmişi, insan hayatları ile düşünmek, onların sevinçleri, kederleriyle hayal etmek beni canlandırır. İnanın arkadaşlarım, geceleri, yatağımda gözlerimi kapıyor, gündüzleri sizlere anlattığım olayları asıl o zaman anlamlandırabiliyorum. Çünkü bir imparatorluğun kuruluşu, çöküşü ya da bilmem ne savaşı, saraylar, kaleler, deniz muharebeleri gözümde bütün bu olaylar olurken, insanları yiyip içtikleri, yatıp kalktıkları halleriyle canlanıyor. Düğünleri, cenazeleri, insan ilişkileriyle… Ortaçağ keşişlerinin öyle bir avuç buğdayla nefis körletebilmeleri ya da okunmuş bir lokma ekmek, bir yudum şarapla, ömrü nasıl geçirebildikleri, en büyük meselem, pardon sorunum olup çıkıyor. Elizabet, der demez mesela, yanımdan biri ipek etekliğinin hışırtıları ve hatta birazcık koltukaltlarının ter kokusuyla geçiveriyor. 

 

Asaf, dostum, okul çıkışı boşsan bana yardıma gelir misin? Kütahya’da bize kabaktan bir yerküre armağan ettiğinden beri, ben de haritaları daha özenle çizip boyamaya heves ettim. Bu yıl kitaplardaki haritalar daha silik, baskılar daha kötü. Resimlerden hiçbir şey anlaşılmıyor, büyüklerimiz duymasın. Biz yaza yaza usandık, Bakanlık, “Yakında gönderilecektir” cevabı vermekten usanmadı. 

 

Asafçığım, sen bize yeni bir yerküre armağan edinceye kadar, benim komik haritalarla idare edeceğiz, zaten bitmek üzere, ama boya için yardım edersen… 

 

Kitabın ilk bölümlerinde de belirtildiği gibi Kamil Hoca şiire çok düşkündür. Öğrenciler ona şiirle ilgili soru sorar onların cevabı şudur: 

 

Şiirle şairle ilgili sorularınızı bana değil, çok değerli edebiyat öğretmeninize sorunuz. Nesrin Hanım, bu konularda inanın benden daha iyi bilgili. Laf aramızda çocuklar, liselerimizde böyle bir edebiyat sevdasına kolay kolay rastlanmaz. Hele şimdilerde herkes ya çok biçimli şiir yüceltiyor ya da fazla gümbürtülü, yumruğu her zaman sıkılı, haykıran slogan şiire çeviriyor yüzünü. İyi şiir büyük oranda arada kaynayıp gidiyor. Ben mi? Benim şiirlerim? Canım Efendim, benim şiirlerim öyle sesi yüksek şiirlerden değil. Yooo yo, alanlarda, müsamerelerimizde okuyamazsınız. E tabii, duyguları, düşünceleri derinlemesine verebilmek için dili oya gibi işlemek gerekir. Gerçekten bence bunu Nesrin Hanım’la tartışın. Benim dizelerim, nasıl olduysa bir kere radyodan okumuşlar ama biraz içine kapalı şeyler… E tabii Sıtkı, tabii, şiir üstüne şiir dili üstüne bilgi birikim olmadan, şiir yazılır mı canım? Sadece duyguyla, gençlik heyecanlarımızla, öyle kalıp sözlerle falan olur mu? Öğrenciler hocadan şiir okumasını ister. Hayır, efendim, okuyamam. Ben sevmem kendi şiirlerimi okumayı. Başkalarını da iyi okuyamam zaten. Nesrin Hanım, değerli şairlerimizin şiirlerinin çok güzel okuyor mesela, Nazım’ı, Tanpınar’ı, Oktay Rıfat’ı, hele Melih Cevdet’in “Anı” adlı şiirini, Behçet Necatigil’i hele bakın özellikle onu çok güzel okuyor. Benimkileri mi? Mahcup oluyorum dostlarım, fakat evet, ne yalan söyleyeyim, benim o çok solgun şiirlerimi bile!.. 

 

Ayol hayır, beni bırakın. Eğer içinizde şiirle sahiden ilgilenen varsa, Nesrin Hanımdan rica ederiz, ayrı şiir akşamları düzenleriz. İzin verirlerse, burada olmazsa, benim evimde toplanırız. Yeter ki siz isteyin. Gümbürdemek için değil, dili, Türkçemizi zenginleştirmek için… 

 

Daha sonra hocanın tayini Kırşehir’e çıkar. İlk derslerde olduğu gibi yine bulunduğu yerin tayinini sorar. 

 

Hoca Viyana kuşatmasını anlatınca kendini kuşatmanın içinde bulur. Bizzat kuşatmayı yaşar. Oralara gitmeliyim. Elimi saray duvarlarına sürmeliyim, eski alanlarda durmalı, daracık, taş döşeli sokaklarında gezinmeliyim. Öğretmenlikten atıldığım İstanbul’da düzeltmenlikti, danışmanlıktı, ansiklopedicilikti, derken kaç kişi birden yaptım, elimde bir seyahatlik para kalmadı. Ayrıca çok ayıbıma gidiyor beyler, bir tarih öğretmeni kırk yıl aynı kentlerin, yolların, ülkelerin serüvenlerini anlatsın da, şu devirde ayak basamasın! 

 

Viyana on altıncı yılın başı ile sonu arasında, veba, opera, karnaval ve cinayetlerin, düşman saldırılarıyla vals nağmelerinin en büyük boyutlarda yaşandığı bir kenttir. Şövalyeler, savaş alanlarından buralara atlarının sırtında barok rüzgarlarıyla gelmişlerdir. Birinci Leopold, İspanya’daki Avusturya Prensesi Mariterez’in desi izdivacına talip olmuş, uzattığı eli incelikle geri çevrilmiş, fakat İspanya kralı, koskoca Güneşin İmparatorundan utandığı için ya da korktuğu için Mariterez’in küçük kardeşi, İspanya prensesi nam Margarit Terez’i ona vermiştir. Tarihler Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun o güne kadar böyle görkemli bir düğün görmediğini yazmaktadır. Ama hangi tarihler? İşte, siz de sordunuz. Hangi tarihler öğretmenim? Düğün dernek deyince, hemen uyandınız, kulak kesildiniz. Böyle ayrıntıları elbette kul tarih kitaplarında bulamazsınız. Oralarda hep bildiğimiz gibi, sadece olayların tarihleri, kim nereye saldırmış, kim nereyi istila etmiş, kime karşı zafer kazanmış, böyle şeyler ezberlenebilir. 

 

Arkadaşlar, tarihte bütün olup bitene hızlı bir göz atarken, ben hep toplumların o olaylar sırasındaki hayatlarını, kültürlerini, sanatlarını bilmemiz gerektiğini de düşündüm. Kitaplarımızda yazılanlardan azıcık daha fazlasını bilmek, dönemlerin düşünce akımlarını karşılaştırmak gibi, Ne bileyim. Doktorumuz bana, bu kadar ayrıntıyla uğraşmamın sağlığımı olumsuz etkilediğini söyledi. Kendisi işitmesin, ama buna inanmak zor. Eğer bir şeyle etraflıca ilgilenmek sağlığı bozsa, bütün incelemeciler, araştırmacılar, hele sanatçılar sapır sapır dökülür gider. 

 

Daha ilk tarih dersimi verdiğim günlerde bana “Hayalci Hoca” adını takmışlardı. Sonradan “Romantik” diyenler de oldu. Ama bunu daha çok, şiirle uğraştığım için söylediler nedense. Hiçbirine itiraz etmedim. Doğrudur, dersimi verirken kafamın içi hayallerle doludur. Örnekse ben “İkinci Viyana Kuşatması’nda ordunun başında Kara Mustafa Paşa vardı” derken imkanı yok, o sırada onun bağırsaklarının iyi çalışıp çalışmadığını, savaş alanlarında bir çadır aşkı yaşayıp yaşamadığını, sabah kahvaltılarında ne yiyip içtiğini düşünmeden edemem. Başka türlü, o savaşın ruhunu anlayamam. Sürekliliğin tekerleklerini bulamam. 

Önümüzde duran bir sorunda şu: Dostlarım, o kadar çok zaman, o kadar çok ve artık değiştiremez tarihi olayı hep öyle kendi zamanlarının içinde donup kalmış haritalar üstünde anlattım ki, bazen kendi kendime bu sabrı nerden bulduğumu soruyorum. Bir bakıma tarihin bu “aynı”lığından iki ders boyunca sıkılıveren sizler, acaba bir tarih öğretmeninin değiştirilmeyen bir geçmiş karşısındaki durumunu hissedebilir misiniz? Burada, önünüzde sürekli akan, değişen bir hayat var. Orada, geride hep olduğu gibi duran bir geçmiş, tarih… Ve biz yüzümüze hep bu aynada bakıyoruz. Buna nasıl katlanıyoruz. Ya artık kendimizi görmez olarak, oraya kör kör bakarak… Ya da genç dostlarım, tarihe önümüzden akıp geçen, değişen bugünün aynasından bakarak. Edebiyatı da öğrencilere sevdirir. Öğrencilere Edebiyat öğretmeninden övgüyle bahseder. 

 

Konya Lisesinde, iki yıl için benim böyle çok özel bir dostum olmuştu. Edebiyat öğretmeniniz Nesrin Hanım’ın birkaç yıldır burada olduğunu, şimdi ayını okulda bulunduğumuzu bilmek benim hayatımın ikinci büyük şansıdır. Bu aynı zamanda sizinde şansınız arkadaşlar. Kendileri şiir yazmaz, fakat çorak bir hayatı, çevreyi, kendisini, öğrencileri bir şiir kılar. 

 

Edebiyatı sizlere kokusu, lezzetiyle tattıracaktır, hiç kuşkum yok bundan. Eğer bugün geride bir iki bin şiir, edebiyat okuru kalmışsa, bunu Nesrin Öğretmeniniz gibi öğretmenlere borçluyuz. Onun benim övgülerime ihtiyacı yok. Sadece elinizin altında bir olanağa dikkatinizi çekmeyi isterim. Nesrin Hanım’ın derslerinde kulağınızı ve yüreğinizi açık tutmanızı dilemekteyim. Çünkü benim tarihi anlayışıma yaklaşabilmeniz de böyle mümkün olacaktır. 

 

Tarihi diğer derslerle aynı götürmeye çalışır. Dediğim gibi, tarihle insan hayatı birbirine benzer. Onun için ben, insan hayatını en iyi anlatan, açığa çıkaran edebiyatla, toplumların hayatını aydınlatan tarih arasında sıkı bir bağ olduğunu düşünürüm. Bizim bu bağı gözden kaçırmamamız, akıl ve gönülden gizlememiz gerekir. Arşivler ortada, açıkça olmalı. Her şey enine boyuna tartışılabilmeli. 

 

Giriş dersimiz ne kadar uzamış. Vaktinizi almışım, özür dilerim. Zilin eli kulağında herhalde. Bakıyorum bu yılki tarih kitaplarında haritalar biraz daha özenli basılmış gibi. Ben artık müdürlükten yerküre, duvar haritası, slayt falan istemekten bıktım. Onlar da herhalde yukarı yazmaktan bıkmışlardır. Biz kitaptakilerle yetineceğiz. Eskiden kendim de bir şeyler çizerdim, bazen arkadaşlarınız yardım ederlerdi. Fakat artık bu usulü bırakıyorum. Bu çağda, çok tuhaf. Siz yine mümkünse çantalarınızda birer atlasla gelin derslerime. Her dönem devletlerin, imparatorlukların sınırı değişse de şehirlerin, pardon kentlerin çoğu yerli yerinde durmaktadır ya. İşte, yüzyıllardır Venedik, Viyana, Paris. 

 

İlk sayfalarda da bahsettiğim gibi istenmeyen davranışlara ceza verirdim. Ama cezası bilinen cezalardan daha farklı, mesela şiir okutmak, harita çizdirmek gibi… Bu arada, bugünkü dersimizi bitirmeden önce bayanlar, baylar, arkadaşlarımız Yunus’a teşekkür borcumuzu ödemeliyiz. Kendileri çok güzel bir özür dileme biçimi seçmişler, bize o dönemi sınırları, yaylaları, dağları, gölgeleri, nehirleri, denizleriyle, hatta her yerin komşuları, kaleleriyle son derece açık gösteren bir duvar haritası çizmişler, bunu sınıfımıza armağan etmişlerdir. Son on gündür anlattığım tarihi olaylar bugün gözünüzde biraz canlanabildi, bir somutluk kazanabildiyse, bunu arkadaşımızın büyük emek ürünü bu haritasına borçluyuz. 

 

İlk derste sizleri Osmanlı, Venedik ilişkileri üzerine bir sınavdan geçireceğimi belirteyim. Ona göre hazırlanın, demedi, demeyin. Bu yoklamamda sizler bana elbette Venedik nerede, kaç yılında kimindi, kaç yılında ne oldu, bunları anlatacaksınız. Fakat ben sizlerden şunu bekliyorum: Venedik deyince o çağda hayallerinizde nasıl bir hayat canlanıyor? İnsanlar nasıl yaşıyor, nasıl giyinip kuşanıyor, bunları da bilmek isterim. Düş gücünüzle bir on yedinci yüzyıl Venedik filmi çekmenizi bekliyorum. Karlofça Antlaşması’ndan sonra cesaretlenip pupa yelken Mora’ya kadar saldıran bir Venedik hayal edeceksiniz. Ben kendi filmimi çoktan çektim. Bakalım sizinkiler nasıl olacak, karşılaştırınız. 

 

Sonuç: 

 

Hoca emekli olur. Burada anlatılmak istenen temel mesaj, Tarih sadece ezberden ibaret değildir. Tarihi anlamak için onu yaşamak gerekir. Tarih, coğrafyayla, edebiyatla iç içedir. Kitabın bundan sonraki kısmı ise Hoca emekli olur ve Viyana’ya gider. Orada Asaf adında bir gençle tanışır. Münih’te doktor olan Asaf, babası dar gelirli olduğu için Tıp Fakültesini güçlükle bitirmiştir. Ortalık biraz durulur gibi olunca, geceleri şurda burada çalışarak, karpuz sergilerinde karpuz satarak fakülteyi sekiz yılda bitirmiş. Asaf’la çok iyi dost olmuşlar. Buralarda birkaç ayın içinde özleyeceği birilerinin olacağını tahmin etmemişti. Bir tesadüf sonucu Kamil hoca ile öğrencisi Viyana’da karşılaşır. Doktor Asaf öğretmeninin o kötü otelde kalmasına razı olmamış, hocasını evine davet etmek istemiştir. Ama hocasının gurur yapıp kendisinde kalmak istemediğini anlar. Hocasına, tatile gideceğini, bahçıvanlarının da işi bıraktığını, kısa zamanda nasıl bahçıvan bulacağını söyler. Aksi takdirde bahçedeki çiçeklerin solup gideceğini söyler. Hocasına kendi evinde kalıp çiçeklere ve eve bakmasını söyler. Hocası da bu teklifi geri çeviremez. Doktor Asaf tatiliden dönünce hocasının kaybolduğunu görürü ve onu aramaya başlar. Hayalci hocanın Alma Mahler’in peşine düşüşünün anlatıldığı bu kısımlarda anlatının adeta bir Agahta Christie romanına dönüştüğü gözlenir. Dolayısıyla bazı okurların Kamil Kaya’nın bir kireç kuyusuna atlayıp atlamadığı veya yemyeşil bir çamaşır ipiyle veya fare zehri ile intihara kalkışıp kalkışmadığını merakla takip edeceği açıktır. Son alarak şunu belirtmekte fayda var: Okur gayet aktif bir okumaya yönelmediği takdirde, bu zengin içerikli roman, anlaşılması zor, tuhaf, hatta sıkıcı gelecektir. Bu roman öncelikle nitelikli okura hitap etmektedir. Dolayısıyla, sıradan okurun kafasındaki “yazar lafı nereye getirmek istedi?”sorusu cevapsız kalacaktır. Çünkü yazarın amacı, istediği lafı belli bir yere getirmek değildir. 

 
Toplam blog
: 425
: 3089
Kayıt tarihi
: 06.12.06
 
 

Gazi Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi, Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi..