Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

03 Mart '07

 
Kategori
Felsefe
 

Romeo kan kaybederken...

Romeo kan kaybederken...
 

Hayatımızda yanlış aldığımız kararlar olmuştur.

Niçin öyle davrandığımızı, niçin binlerce sözcük arasından o yanlış sözcükleri çekip söylediğimizi anlayamadığımız, niçin bu durumda ve burada olduğumuzu sorgulatan anlar...

Zamanla ödeşemediğimiz anlardır bunlar. Zamana karşı yenildiğimizi hissettiğimiz, hayatımızın gidişatına yön veremediğimizi düşündüğümüz anlar.

Yeryüzünden geçen milyarlarca insan arasında, tam da aradığımız parçamızı bulmuşken, karşı tarafla ve aşkla “bütünlüğümüze” kavuştuğumuz anda, kendimize ve ilişkimize en büyük hatayı yaptığımız bir an... Kısacık bir an...

Bize bir öğleden sonralık hayat vermiş olan Tanrı’nın zamanında, o kısacık an yok mu... İşte bu yüce an, birleştiren ve ayırandır.

Bütün yaşantımız, o müthiş anın değiştirilemez bir yön vermesiyle değişiverir; aşklar ayrılığa, müthiş “bir”lik duygusu, kendini yarım bırakılmışlığa bırakır...

Böyle zamanlarda kendimizi yararsız buluruz, hayat anlamını kaybetmeye, günler silikleşmeye başlar. Bütün tanışmalar yarım gibidir, bütün insanlar uzak...

Tekrar tekrar o “anı” yaşarız kafamızda... Küçücük bir zaman diliminde verdiğimiz bir karar, yanlış söylenmiş bir söz, kırıcı bir davranış, günler boyunca bizi düşündürür.

“Küçük şeyler” bizi ayırır, utandırır bazen. Bazen yönlendirir, sevindirir, bazen hayal kurdurur, düşündürür.

Büyük düşlerin ya da büyük hayal kırıklıklarının o küçük ân’a bağlı olması ne kadar ironiktir.

Bon Jovi’nin ölümsüz şarkısı “Always” de, bu küçük şeyleri ve o ânı anlatır:

Bu Romeo kanıyor
ama göremiyorsun kanını
yalnızca bazı duygular o kadar
bu yaşlı köpeğin başına bela

Beni terk ettiğinden beri yağmur yağıyor
selde boğuluyorum şimdi
anlıyorsun ya ben hep bir dövüşçüydüm
ama sen olmayınca pes ediyorum

Artık bir aşk şarkısı söyleyemiyorum
eskiden hissettiğim gibi
eh, sanırım artık o kadar da iyi değilim
ama bebeğim, işte bu benim

Ve seni seveceğim bebeğim, daima
ve sonsuza dek yanında olacağım, daima
yıldızlar sönene
gökyüzü patlayana ve
sözcükler kafiye yapmayıncaya dek
ve biliyorum ki öldüğümde de sen aklımda olacaksın
ve seni seveceğim, daima...

Şimdi geride bıraktığın fotoğraflar
yalnızca farklı bir yaşamın anıları
bazıları bizi güldürdü, bazılarıysa ağlattı
biri veda etmek zorunda bıraktı seni

Neler vermezdim parmaklarımı saçlarında gezdirmek için
dudaklarına dokunmak, sana sarılmak için
dua ederken anlamaya çalış
hatalar yaptım, ben yalnızca bir insanım

O adam sana sarıldığında, seni kendisine çektiğinde
epeydir ihtiyacın olan sözleri sana söylediğinde
onun yerinde olmak isteyeceğim çünkü onlar
sana zamanın sonuna dek söyleyeceğim sözcüklerim

Evet seni seveceğim bebeğim, daima
ve sonsuza dek yanında olacağım, daima
senin için ağlamamı isteseydin, ağlayabilirdim
senin için ölmemi isteseydin, ölebilirdim
yüzüme bir bak
ödeyemeyeceğim bir bedel yok
bu sözcükleri sana söylemek için

Evet, talih yok bu hileli zarlarda
ama bebeğim bana yalnızca bir şans daha verirsen
yıllanmış düşlerimizi toplayabiliriz
ve eski yaşamlarımızı
bir yer bulacağız güneşin hâlâ parladığı

Ve seni seveceğim bebeğim, daima
ve sonsuza dek yanında olacağım, daima
yıldızlar sönene
gökyüzü patlayana ve
sözcükler kafiye yapmayıncaya dek
ve biliyorum ki öldüğümde de sen aklımda olacaksın
ve senin seveceğim, daima...

Yolun sonuna gelinmiş, günler tükenmiş, hayatı anlayacak tek bir sözcük kırıntısı bile kalmamış da olsa; sevgi, bütün engelleri aşıp yeni yollar arayacaktır.

Kapkaranlık gecenin içinde yapayalnız olsak bile, sevgi, yeni gün doğumlarını inatla bekleyecek, kendi küllerinden doğan anka kuşu gibi, yeniden doğacaktır...

Bon Jovi’nin bu efsane klasiğini dinlerken, üstünden onca zaman geçmesine rağmen geçmişin sisleri arasında da olsa, bir sevgili ile paylaşılan ve (çok daha acısı) hâlâ paylaşılmak istenen anlar kalbinizden ansızın geçiveriyorsa; ve tüm bunlar hayatınızda biri varken, bir ilişkinin içindeyken oluyorsa, acı gerçekle yüz yüze kalıyordunuz:

Siz hâlâ ona deliler gibi âşıksınız!...

Aşk eski Venedik balolarındaymış gibi, bir maskeli gibi girer, dolaşır hayatlar arasında. Maskesi insin diye en çok beklenen duygu olan aşk, onu gördüğünü, onu bildiğini, onu tanıdığını iddia edenlere gülüp geçer. O, kendini çok az insana maskesini indirerek, çırılçıplak gösterir. O maskesini indirdiği anda, bir çok maske de onunla birlikte iner...

Kıskançlık, tutku, neşe, sevinç, keder, hiddet ve terk ediliş gibi...

Bon Jovi’nin Always klibindeki gibi... “Esas kız” ve “esas oğlan” birbirlerine deliler gibi âşık, aşk denen maskeyle tanışmış iki kişidir.

Fanteziler ve tutkular onlarladır. Yatak odasındaki video kameralarını, salondaki televizyona bağlayan bir çifttir onlar.

Kızın en yakın kız arkadaşı da aynı evde kalmaktadır ve bir gece uyanıp televizyonu açtığında, genç sevgililerin ateşli sevişmeleriyle karşılaşır. O andan sonra, en yakın arkadaşının erkeğini ayartmak için türlü numaralara girişir ve tuzaklar kurar. Oğlan da, bir çok erkek gibi bu tuzağa düşmeye dünden razıdır ve bir gün olan olur, sevgilisinin en yakın kız arkadaşıyla yatağa girer.

Tam bu esnada sevdiği kız elinde koca bir kesekağıdıyla salona girer ve şok olur. Çünkü televizyonda, sevdiği erkek ve en yakın arkadaşının sevişmesi vardır.

Güneş gözlüklerini hırsla fırlatıp, yatak odasına koşar.

Gördüğü manzara karşısında elinde yiyecek dolu kesekağıdını erkeğin kafasına atar ve sonra da hızla kaçar...

Aradan geçen zaman içinde, esas kızı bir apartmanın kapısında beti benzi atmış bir şekilde, evsiz bir şekilde otururken buluruz. Aynı apartmanda, büyük bir stüdyo evi olan ressam, kızı görür ve onu evine davet eder.

Kız, bu zengin ressamın evini beğeni içinde inceler ve adamın şefkatli tavırlarından etkilenir.

Ressam, bir şişe şampanya açmaktayken, “Yüz hatların çok güzel, senin bir resmini çizmeme izin ver” der. Kız kabul eder, ressam özenle kızı çizmeye başlar...

Az sonra ressam kazağını çıkarır, vücudunu ve isteklerini ortaya koyar. Bu arada kız da boş durmaz ve çıplaklığını örten kumaştan sıyırır vücudunu... Geceyi ressamla aynı yatakta geçirir.

Aldatılmış olmanın acısını, “aşkını aldatarak” gidermeye çalışan kız, sabah gözlerini açmasıyla çok pişman bir şekilde, tek başına bir yatakta uyanır.

Hata yapmıştır ve aynı hatayı yaptığı için sevdiği erkeğini “anlamıştır”...

Erkek arkadaşına telefon ederek, oturduğu eve çağırır. Heyecanla sevgilisinin bulunduğu daireye gelir oğlan. Sıkıca sarılırlar birbirlerine. Gözleri “bir daha hiç ayrılmayacağız” der gibidir.

Derken oğlan üstü örtülü resmi görür, örtüyü indirince sevgilisinin çıplak resmiyle karşılaşır ve her şeyi anlar. Kendisi de sevdiğini aldatmamış gibi, resmi bıçakla delik deşik eder, eşyaları oraya buraya fırlatmaya başlar. Sevgilisini onu durdurmak için elinden geleni ardına koymaz ama çabaları boşa çıkar...

Yok etmenin verdiği hazla, en sonunda histerik bir gülüşle durur oğlan.

Ancak sevdiği kız, bu davranışlar karşısında daha fazla dayanamaz ve ilişkiye son noktayı koyarak, evi terk eder. Hayatın garip cilvesi onları tekrar bir araya getirmişken, bu ikinci şansı göremezler.

Bunun üzerine iyice sinirlenen âşık oğlan, bir sprey ve bir çakmak yardımıyla evi havaya uçurur.

Sonunda evi yakan oğlanı, gayet sakin bir şekilde sokakta yürürken görürüz. Arkasında ise, itfaiye evi söndürmeye uğraşıyordur. Ve yürürken, hiçbir şeyden haberi olmayan ressamla bir an için göz göze gelirler.

Her şey, “o anın” etrafında başlıyor, onla birlikte aşklar başlıyor, onla birlikte tutkular, sevinçler, sevişmeler bütün dünyamızı belirliyor, aşk bir güneş gibi ortaya çıkıyor.

Güneş yükseldikçe nazik tenlerimizi yakmaya başlıyor, bir güneş yanığı gibi kederlerin, kavgaların lekeleri ruhlarımızda belirginleşiyor.

Ve bazen bir “an”lık yanlış bir karar, içgüdülerimize teslim olmamız, kırıcı bir hareket, her şeyi bitiriyor, güneş ardında kızıl renkler bırakarak batmaya başlıyor.

Tek başımıza kaldığımız, kendimizle, ilişkimizle ve hayatla yüzleştiğimiz o anlarda soruyorduk boşluğa doğru: Niye?!

“Niye böyle oldu? Neden hayatın bir kıyısında yapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?”

Niçin öyle davrandığımızı, niçin binlerce sözcük arasından o yanlış sözcükleri çekip söylediğimizi anlayamadığımız, niçin bu durumda ve burada olduğumuzu sorgulatan anlar...

Zamanla ödeşemediğimiz anlardır bunlar. Zamana karşı yenildiğimizi hissettiğimiz, hayatımızın gidişatına yön vermediğimizi düşündüğümüz anlar.

Bize bir öğleden sonralık hayat vermiş olan Tanrı’nın zamanında, kısacık olan o “an”, birleştiren ve ayırandır.

İki kalbi kırık sevgiliyi barıştıran ve birleştiren o güçlü an, büyük bir süprizle, gerçeğin üstündeki kumaşı çekiveriyordu.

Kazandığımız anda kaybetmeye, birleştiğimiz anda tekrar iki parçaya bölünmeye, aşkı yakaladığımız anda yine ayrılmaya başlıyorduk...

Güneş doğuyor derken, tekrar karanlığa dönüyor, aşkın maskesi altındaki bütün çıplaklığını görüyor, görmekle de kalmayıp, öğreniyorduk...

Sadece aşkı öğrenenlerin yürekten hissedebileceği bu şarkıyı dinlerken, bir erkek kendini aşık olmak isterken bulur, birçok kızda şarkıda söylendiği gibi sevilmek ister... Birkaç dakikalığına, gerçekleşmesi zor olsa da imkansız olmayan gerçek aşkın büyüsünü hisseder insan...

Çünkü, an “daima”nın içinde saklıdır...

Daima da, “an”ın içinde...

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..