Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

25 Şubat '16

 
Kategori
Öykü
 

Ruhlarla toplantı

Ruhlarla toplantı
 

Ünlü öykücülerin ruhları birbirlerine bir şeyler anlatıyorlardı. Ancak her kafadan bir ses çıktığı için masadan uğultulu sesler geliyor ve hiçbir şey anlaşılmıyordu.

En sonunda Amerikalı Erksine Caldwell dayanamamış olacak ki gürledi :

-Susun arkadaşlar! Sırayla konuşuruz! Buraya öykücü kardeşimiz Halil Akgün’ü tartışmak için toplandık !

Çehov’la Maupassant bir süre daha konuştular, sonra herkesin sessizlik içinde olduklarını görünce onlar da sustular. Bu arada Ömer Seyfettin, Sait Faik’e bir sigara uzattı.

On öykücü çok büyük bir yuvarlak masa etrafında oturuyorlardı. Aralarında ben de vardım. Her yer kapkaranlıktı. Masanın üzerine vuran ay ışığı ünlü öykücülerin yüzlerini tanımama yardımcı oluyordu.

Kiminin önünde rakı, şarap, bira gibi alkollü içkiler, kiminin önünde de meyve suları bulunuyordu. Masa çeşitli mezelerle, yemeklerle, meyve ve sebzelerle doluydu. Bazı öykücüler de sigaralarını tüttürüyorlardı. Edgar Allan Poe ise ağzında  kocaman bir pipo tutuyordu. İçlerinde tek kadın öykücü daha yeni Nobel ödülü almış olan Alice Munro idi. İsrailli öykücü Efraim Kishon arasıra bana bıyıkaltından bakarak gülümsüyordu. Mihail Zoscenko’da ise sanki bu toplantıya zorla gelmiş gibi bir hava vardı.        

Erksine Caldwell hepsinin de başkanı olmalıydı çünkü masa etrafındaki havaya her yönüyle hakimdi. Ağır ağır ayağa kalktı, her halde ayakta konuşmayı tercih edecekti :

-Sevgili meslekdaşlarım, değerli edebiyatçı kardeşlerim, muhterem öykü yazarı kardeşlerim, diye söze başladı.

-Buraya neden geldiğimizi, niçin toplandığımızı biliyorsunuz, davetiyemizde de belirttiğimiz gibi Kuşadası’ndan çıkan bir kısa öykü yazarı olan Halil Akgün’ ün aramıza kabul edilip edilmemesini tartışacağız. Kendisini de buraya davet ettik. İşte karşınızda oturuyor. Ona sorularınızı rahatlıkla yöneltebilirsiniz.

Caldwell’in bu sözlerinden ciddi bir imtihana çekileceğimi anladım. Toplantıya çağrılan bütün öykücüleri okumuştum, hepsini de tanıyordum. Yalnız anlayamadığım bir şey vardı hepsi de birbiriyle Türkçe konuşuyorlardı. Dayanamadım hemen araya girdim :

-Türkçe’yi nereden öğrendiniz?

-Ruhlar dünyasında Türkçe konuşulur, diye bağırdı Anton Çehov. “Çünkü Türkçe en kolay öğrenilen ve konuşulan bir dildir. Burada hepimiz en kısa zamanda Türkçe’ yi öğrendik. Türkçe’yi ortak dilimiz olarak belirledik.’’

Ömer Seyfettin’ le gözgöze geldiğimizde gururla bıyıklarını burduğunu anladım.

Alice Munro fazla dayanamamış olmalı ki ilk soruyu sorma ihtiyacını hissetti. El kaldırınca ilk söz hakkı kendisine verildi. Soru sorarken bir bana bir de arkadaşlarına bakıyor, biraz da üzerinde büyük ödül almış bir bayan kısa öykücünün onurunu taşıyordu :

-Halil kardeşim, evvelâ seni tebrik ederim, öykü yazma cesaretini gösteriyorsun, hem de çok kısa öyküler ortaya çıkarıyorsun. Birkaç tanesini okudum. Fena değil. Ancak devam edebilecek mi, yani sürekli olabilecek misin?

-Tabii ki Alice Abla. Bu bir yoldur, bir tarzdır, bir aşktır, alışkanlıktır. Devam edecek…

O sırada Zoscenko birden ayağa fırladı :

-O kadar çok konuyu nereden bulacaksın? Bir gün gelir tıkanır kalırsın. Sonunda biz bu meydandan kaçanları çok gördük!

-Yapmayın Sayın Zoscenko, diye seslendim. Biz bu yolun yolcusuyuz. Arasıra sizin gibi mizahi öyküler de yazacağım. Hem ben sizin öykülerinizi çok takdirle okurum. Bana şans tanımanızı isterim.

Zoscenko  “Hık..Mık…” gibi sesler çıkarırken Ömer Seyfettin araya girdi :

-Halil, okuduğum kadarıyla sen durum öyküleri yazıyorsun. Neden benim gibi olay öyküleri yazmıyorsun? Yoksa, yazamıyor musun?

-Yazarım, Ömer Amca neden yazamayayım. Ancak çok uzun sürer ve şimdiki zamanın okuyucusu senin zamanındaki gibi pek sabırlı değil. Çok kısa öykülerden hoşlanıyorlar. Bu da ister istemez durum öykülerine yönelmeme neden oluyor.

-Arslanım Halil, diye güldü Abasıyanık. “Sen bendensin. Benim gibi kısa ve o anki durumu anlatan hikâyeler çıkarıyorsun. Sen bakma bizim Seyfettin’e, kafana göre takıl”, dedi.

Sait Faik’ in oylamada bana olumlu oy vereceğini düşünürken Maupassant ile Edgar Allan Poe arasında bir tartışmanın patlak verdiğini anladım. Seslerini giderek yükselterek birbirlerine çatıyorlardı :

-Onbeş yaşında başlasaydı öykü yazmaya hadi neyse, bu ne yahu, bu yaşa gelmiş öykü mü yazılır?

-Ne olmuş yani Mapa? Öykücülüğün yaşı mı olurmuş. Hugo bile kocaman Sefiller’ i  bu yaşlarda yazmaya başlamış. Şevkini kırma adamın!      

Bu arada Çehov’ u gözlemleyeyim dedim ne yapıyor diye. Baktım O’Henry ile kadeh tokuşturuyor, ikide bir “Şerefe!” diye bağırıyorlardı. “Öykücülerin şerefine!”

Caldwell sessiz kalmama ihtiyacını hissetmiş olmalı ki :

-Arkadaşlar…Halil çok şanslı çünkü onun devrinde internet, facebook, bilgisayar var. Kısa sürede her türlü bilgiye ulaşabiliyor. Bu da onun hayal gücünü olumlu etkiliyor. Bir de birkaç asırdan beri bizim bıraktığımız edebî birikimimizi düşünürsek bazı yönlerden bizden de ileride.

-Bence bizim devir daha iyiydi, diye söze girdi Zoscenko.İnsanlar bolluktan dolayı her şeye doymuş vaziyette. O eski şevk, o eski heyecan kalmamıştır artık. Hayat artık insanlara çok monoton geliyordur. Mizahi öyküler bile güldüremez artık onları. Hepsi de depresyondadır!

Tam o sırada Alice Munro bir bayan olarak tartışmaların sertleşmesini önlemek için havayı yumuşatıcı şeyler söylemeye başladı. Hatta araya birkaç şiir sıkıştırdı:

Senelerce senelerce evveldi

Bir deniz ülkesinde

Yaşayan bir kız vardı bileceksiniz

İsmi; Annabel Lee

Hiçbir şey düşünmezdi sevilmekten

Sevmekten başka beni…

Masada meyve yemekte olan Edgar Allan Poe şaşırmıştı:

-Yahu, Alice, bu benim şiir değil mi?

-Evet üstadım, bir değişiklik olsun istedim! 

-Hadi bakalım öyle olsun, diye mırıldandı Poe. Masanın etrafındaki öykücü ruhlar şiiri çok beğenmişlerdi. Alkışlamışlar, sinirleri gevşemiş, rahatlamışlardı.

İşte o anda biraz ilerde dört kişinin daha onları sandalyelere oturmuş vaziyette seyrettiklerini anladılar. Ünlü öykücüler bu konukların kim olduklarını çıkaramamışlardı ama ben onları hemen tanıdım. Bodrumlu Cevat Şakir, Urlalı Necati Cumalı, Sökeli Samim Kocagöz aralarına Charles Bukowski’ yi almışlar bizi izliyorlardı. Haydi üçünü anladım da Bukowski’ nin acaba burada ne işi var diye şaşırdım. Herhalde beni çok sevdiğinden toplantıyı izlemeye gelmişti.

Bir süre sonra üç dört öykücü masada birbirleri üzerine eğilip fısıldaşmaya başladılar. Duyabildiklerim şunlardı:

-Aşırıyor mu bu öyküleri bir yerden?

-Yok, yok..Ben hepimizin öykülerini biliyorum aşırma yok.Orjinal şeyler bunlar..Yalnız daha çok çırak, ustalaşması lâzım…

-Ama hep Ege bölgesinden yazıyor…

-Ne yapsın adam Trabzon’ da yaşamıyor ki Karadeniz’ den yazsın..

Onlar tartışırlarken ben de onları uzun süre gözlemleme fırsatı yakalamıştım. Tek tek hepsine dikkatlice bakıyordum. Demek ki öykülerini okuduğum meşhur hikâyeciler bu insanlardı.

İçlerinde en sevdiğim Erksine Caldwell idi. Onun; anlaşılabilir ,yalın, sürükleyici güzel öykülerini yıllar evvel Varlık Yayınlarından okumuştum. Çehov’ un ise bütün kısa öykülerini yutmuştum. Ne yaman bir yazardı. Zoscenko bana pek olumlu bakmıyordu ama hoşuma giden bir hikâyeciydi. Kishon’ un da güldüren öykülerini unutmamıştım. Maupassant’ ın öykülerinden ziyade sağlık durumu beni endişelendiriyordu.En son akıl hastanesinde ölmüştü. Ama burada gördüğüm kadarıyla iyi durumdaydı, belki de rahatsızlığını atlatmıştı. Zimmetine para geçirmekle suçlanan O’Henry de karşımdaydı. Gayet neşeliydi masada. Allan Poe ise bir heykel gibi piposunu tüttürüyordu..İçlerinde en şen şakrak olanı Alice Munro’ ydu. Belki de daha bu dünyadan ayrılmamış olmasının etkisi vardı üzerinde. Emaneten gelmişti bu gece ruhlar toplantısına. Seyfettin ile Abasıyanık zaten bizden birileri oldukları için onları amcam gibi, dayım gibi görüyordum.

Öykücü Başkan Caldwell, yine ağır ağır ayağa  kalktı:

-Arkadaşlar, Akgün kardeşimizi gördünüz, kendisini dinlediniz.Kitabı ve hikâyeleri de burada, oturalım bir de  kendi aramızda istişare yapalım, bir karara varalım. Oylama yapalım. Kendisini öykü dünyamıza alalım veya almayalım. Her şeyi sizin özgür iradenize, bilgilerinize, edebî tecrübelerinize bırakıyorum.

-Doğru, doğru, bir karara varalım!    

-Evet, evet…Bir oylama da yapalım!

-Öykülerinden birkaç tane daha okuyalım!

-Evet arkadaşlar, sonra da durumu kendisine bildirelim!

-Bildirelim arkadaşlar!

Aynı anda hepsinin de bakışları bana çevrildi.

Başkan Caldwell:

-Halil kardeş, sen artık aramızdan ayrılabilirsin. Gidebilirsin. Öykülerini yazmaya devam et. Biz sana bayan Munro ile sonucu bildiririz, diye seslendi.

Büyük öykücü ruhlara selam verdim. Onlar da bana başlarıyla selam verdiler. Konuk edebiyatçılara da el salladım. Onlar da bana ellerini salladılar…

Ruhlar aleminden biraz yorgun ama mutlu ve heyecanlı ayrıldım.

Şimdi Kanada’lı bayan öykücü Munro’ dan haber bekliyorum.

 
Toplam blog
: 137
: 158
Kayıt tarihi
: 09.03.14
 
 

1958 yılında Söke'de doğdum. Esnaf çocuğu olarak ilk, orta ve lise eğitimimi Aydın ili Söke ilçes..