Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Haziran '11

 
Kategori
Kitap
 

Saatlerin Gördüğü Rüyalar... E - Kitap, Hulki Can Duru - 15 öykü

Hulki Can Duru, edebiyatın çeşitli dallarında kalem oynatan yazarımız ve ozan/şairimizdir. E-kitaplarda rastladığımız tarihleri, özgeçmişinde belirttiği doğum tarihiyle karşılaştırdığımızda, ilk gençlik yıllarından bu yana edebiyatla ve diğer çok çeşitli dallarla ilgilendiğini öğreniyoruz. Yazınsal alanda, inceleme, eleştiri, deneme, öykü, şiir...Şimdilik, toplam altı tane olan e-kitap serisinde, öykü azınlıkta kalan bir tür.

15 öyküden oluşan bir öykü e-kitabı ulaştı elimize.

Hulki Can’ın şiirlerini hiç bilmeseniz bile, öykülerini okurken, öykülerin şiirden doğduğunu hemen sezersiniz. Öykü şiirleşir, şiir öyküleşir Hulki Can’da. Öykü dili, şiir olur; şiir, bize bir öyküyü anlatır.

“..........anlamsız korkularla uyandığımda, yatağıma doluşmuş ölü balık, yengeç, kılçıklı midye, deniz minaresi, denizatı, denizkestanesi ile denizanalarının sessiz kıpırtıları –ben irik, sen minik böcek- pürtük dudaklarımı ürpertiyor. Evin içinde hızla sürünerek dolaşan, dönen, şömine, baca, boru, dehliz, tuğla olukları ve pencere eteklerinden süzülerek geçen yoğun bir karartının, sıkıntıyla öfleyen, homurdanan, şikayetçi bir ruhun iç çekişini duyuyorum. (...) O aymaz şölen ve şenlikler sürerken ben ateşler içinde, titreyerek, kurtlanarak öleceğim kimsenin haberi olmayacak. Cesedim haftalar sonra bulunacak, sarı, kırmızı, yere yapışık pavuryalar, fareler kemirmiş.” (Denize Bakan Pencere’den)

Müthiş bir yalnızlık duygusu, “Bir garip ölmüş diyeler/ Üç günden sonra duyalar/ Soğuk su ile yuyalar/ Şöyle garip bencileyin” diyen Yunus Emre dilinin yalınlığı ve şiirselliğiyle ama çağımızın ürkünçlüğünü de yansıtacak biçimde işte böyle anlatıyor öykünün birinde...

Hulki Can’ın pek çok şiirine ve öyküsüne derinlemesine işlemiş olan yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu ve diğer temalar, sözcüklerden oluşmuş müzik, dans, resim eşliğinde bize yansır.

Hulki Can’ın pek çok şiirine ve öyküsüne derinlemesine işlemiş olan yalnızlık ve terkedilmişlik duygusu ve diğer temalar, sözcüklerden oluşmuş müzik, dans, resim eşliğinde bize yansır.

Öykülerde olayı zor seçersiniz. Bazen seçemezsiniz. Duygu, gerçeküstü öğelerle bezenip, gizeme sığınarak koşturur. Kâh içinize akar, kâh içinizden fırlar, kâh peşinden koşturur. Bir oyundur sürer gider...

Öykülerde duygunun her halini izleriz. Duygu, duygu olmaktan çıkar, artık o, düşgücünüzün elverdiği ölçüde yedirip içireceğiniz, giydireceğiniz, istediğinizde fotoğrafını çekebileceğiniz bir kişiliktir. Bu anlamda yazar, sizi de sınırları aşmaya zorlar.

Bilinçle, bilinçdışının kesiştiği yerlerde dolaşmayı sever Hulki Can:

“Balkondaki adam yalnızlaşıyor gitgide uzaklaşan bir tren gibi, meçhul, bilinmez köprülerden geçerek. Bir yıldız koparıyor geceden: “er-er” diyor bu altın başlı toplu iğne “er-er” diyor yeniden “ne yaptın?”...(Balkondaki Adam’dan)

Bazen şiirlerinde, önsözlerinde olduğu gibi entellektüel elitizmin izlerine rastlarız:

Aurora Borealis: Neden “Kutup ışıkları ve güneş rüzgârı demez acaba? Sanırım bu seçimin nedeni, sözcüklerdeki müzikal büyüdür. Müziği gördü mü, Türkçe aşkını bile unutur görünüyor yazar.


Aydın olmak “zor zanaat”...Bilgi, duygu, açmazlar, çelişkiler, ikilemler, üçlemler... Sınıfsal konumlar, vazgeçilmez rahatlıklar, rahat olmanın için için verdiği rahatsızlıklar...Aydının çilesi...Aşkları bile sıradan olamaz onların. Bedeni doyursa, ruh yarımdır. Ruhu-bedeni doyursa, akıl yarım kalır. Akıl-ruh doysa beden eksik kalır...Hepsinin bir arada olması tansıktır.


“Günün sonu idi ki nihayet ona sordum: Ne vakte kadar?... Daha ne vakte kadar ..? O, sadece gözlerini indirdi, ve, uzaklaşırken, genç bir kızın, veya, sürüklenen ağır bir mobilyanın, veya körfeze yavaşça sokulan, bir kedi gibi mırlayan, ama sonra, pençesini sertçe rıhtıma savuran, bir dalganın sesini duydum...”(Dragos Hülyaları’ndan)

Ol nedenledir ki sevgili okur, ozan/şair, yazar hep yalnızdır. Bilgi yalnızdır. Doyumsuzdur, doğurgandır, içe kapanır/ kaçar...Olmaz...Dışa açılır koşar...Egemenleri kızdırır, başına gelmedik kalmaz. O hep yarım, yalnız ve terkedilmiştir.

Sanatçı her zaman vasat insanın, vasat algının fersah fersah önündedir. İnsanlık, kaçınılmaz olarak çağının sanatçısının imlediği yere yürür, yürür de bir türlü ona ulaşamaz. Sanatçı hep aykırı ve hep azınlıkta ve hep yalnızdır. Sanatı sevenler de...

Gerçek aydın, ozan/yazar kendini bilir, tanır, sorumluluk duygusu yüksektir. Başına gelenlerin sorumlusu salt ortalama insan değildir ki...Suçu ona yükleyip sıvışamaz, rahatlayamaz, bilgeliğe yürür. Kendi bilgeliğini kendi dillendirmez, terkeden sevgiliye söyletir, onu yüceltir. Aşağıdaki alıntıda, yazar, sevgilinin ağzından sanatçıyı anlatıyor:

“Sevgili şair,
Anladım ki beraberlikler bana göre değil.
Belki hiçbir şey bana göre değil.
Belki bu dünya bana göre değil...
Onun için benden hep uzak kalmalısın.
Aşkı ve hülyaları yaşatan
uzaklık, özlem ve ruhtur.
Onlar ikimizin üstünde olan, ikimizi aşan
beraberliğimiz değil, ama ayrılığımızdır.
Beni hep kalbinde tut.” (Dragos Hülyaları’ndan)

Sahil kasabası, kasabanın renkli sıradan insanları; onların acıtıcı geçmişleri; çok canlı betimlemelerle ve şiirsel, müzikal bir dille öykülerde yer alır. Karlo Hasan, Çetro, Gagalik Ali, Takoz Nuri...Balık ağları, fanyalar, iskorpit, kolyoz, fanyalar...


“Gagalik Ali afal afal düşünürken ansızın içi öyle bir cız etmiş ki sazlıklardaki tüm sazlar sağa
sola savrularak, başaklarını çarparak, cızır cızır cızırdamış; yunuslar, balinalar karaya vurmuş;
yavru kuşlar yuvalarından patır patır yerlere düşmüşler; Ağustos böcekleri de cırlamaktan
çatlamış. Kalbi birden küt küt atmaya başlamış” (Filizkıran’dan)

Sözcükler, nasıl saz olur da, orkestra kurar aynı zamanda dansa durur? Telli, yaylı, üflemeli, vurmalı sazlar ve piyano sözcük mü olmuş yoksa? Otların, sazların, çöplerin sesi?.. Hangisi bize, yalnızlığı, korkuyu onların yarattığı kocakarı hayaletlerini... Tensel mi, tinsel mi ya da ikisi birden mi bilinmez hastalıklarımızı... Ağlayarak mı anlatılıyor bunlar, gülerek mi?... Bilinç nerde başlar, nerde biter?
Buyrun, Berdelacuz :

“Aralık kapıyı itip içeri daldım: Birkaç bodur, kurumuş, çıplak incir ağacı vardı ve eğilmişlerdi. Bahçenin içi çürük lahana, deve dikeni, iri taş, çukur, tümsek ve eğrelti otlarıyla kaplıydı. Ben sağa sola bakınırken bu ara rüzgar değişmiş, daha sert esmeye başlamıştı. Yağmur sulu kara dönüşüyordu. Üşümüştüm. Dişlerim çarparak kuru dal ve otların içinde kaybolmuş, kepenkleri sıkıca kapatılmış barakaya doğru yöneldim içgüdüsel bir ürküyle. Baraka büyük bir asma kilitle sımsıkı kapalıydı.” (...) “Şunu bilesin ki, o cadaloz karı hala peşimde. Tarçın’la birlikte sarsak adımlarla her sokağa çıkışımda köşe başlarından, bahçelerden, aralıklardan, manifatura, züccaciye, tuhafiyecilerden sessizce izlendiğimi, gözetlendiğimi sezinliyorum. Tarçın da onun varlığını sezerek huysuzlaşıyor, saldırmak ister gibi tasmasına asılıyor, ağlamaklı sesler çıkarıyor. Tam bana yabasıyla vuracak iken bir melek araya giriyor ve onu engelliyor sanırım. Yoksa beni çoktan yakalar, bastonumu kırıp beni yere düşürürdü...” (Berdelacuz’dan)

Arda, Neşe, Patigül...Küçücük bir kızı küçücükken kadınlaştırmanın, en saf aşkın ve ağlatının/trajedinin tanığı Patigül...Ben de gördüm sevgili okur...Patigül’ün dört patisi de goncadan çıkmış birer güldü.

“Renk, ışık, katman, özdek birbirine girmişti. Arşimet’in
kaldıracı sonunda yer yuvarlağını yerinden oynatmış, gökler ve engindeki sular bir tomar gibi dürülmüş, uzay açılmıştı. Ay ok gibi yerinden fırlayıp gitmiş, gezegenler bilardo topları gibi tokuşmuş, yıldızlar ham incirler gibi patır patır yere saçılmış, acunun gizi açığa çıkmıştı. O çok iyi tanıdığı, bildiği, yıllardır özlemle aradığı sesi, o pürüzsüz sesi varlığında duydu:” (Patigül’den)

Saatlerin Gördüğü Rüyalar, vefa örneği gerçek mektuplarla ve toplumsal içerikli, masalsı öyküler ve “Sözsüz Bir Öykü”yle sona eriyor.

“Saatler de rüya görür mü?” demeyin sevgili okur...

Bilinç nerde başlar, nerde biter?...Zaman nerde başlar, nerde biter?...Yalan nerde başlar, doğru nerde başlar, nerde biter?..Yaşamımızın ne kadarı düştür, ne kadarı gerçektir?.. Biliyor muyuz? O halde saatlerin rüyalarını neden sorgulayalım?..

11.05.2011
Vildan Sevil  

 
Toplam blog
: 102
: 882
Kayıt tarihi
: 07.06.11
 
 

1949 İstanbul doğumluyum. Emekli edebiyat öğretmeniyim. Çeşitli edebiyat sitelerinde, çeşitli kon..