Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

01 Ocak '16

 
Kategori
Resim
 

Sahici milletimle bir kere daha övünüyorum

Sahici milletimle bir kere daha övünüyorum
 

 

 

“Dünyada benden başka hiçbir öğrenci,

 cezaevini mekân tutup da dünyanın

en büyük şairi Nâzım Hikmet’i

hoca olarak bulmamıştır.” (1)

                               İbrahim BALABAN

 

 

 

                Bu yıl, Nobel Kimya Ödülü’ kazanan, Mardinli çok çocuklu yoksul bir ailenin oğlu olan Prof. Dr. Aziz Sancar, gençlere şöyle sesleniyor:

                “Benim hikâyem, üniversite sınavını kazanmamla başladı. İnanmak, başarmak için yeterli… Gençler! Yeter ki inanın; başaracaksınız.” (26 / 12 / 2015 Tarihli Gazeteler)

                Evet, çok haklı; Nobelli bilim adamımız. Gerçekten de inanmaktır; başarının ilk şartı.

                Hangi dalda olursa olsun, inceleyin; başarılı olmuş insanların yaşamöykülerini, göreceksiniz ki, hepsi de çocukluk ve gençlik yıllarından itibaren başarılı olacaklarına inanmışlardır hep.

                Çok güçlü olarak hem de… Ve bu inançlarını dile getirmişler sık sık. Ve dahi yalnızca söylemekle kalmamışlar, hedeflerine ulaşmak için, gece gündüz demeden, ne gerekirse yapmışlar.

                İşte en güzel örneği Prof. Sancar… Sen ki, Mardin’in Savur ilçesinde dünyaya gelmişsin; 8 kardeşin 7’ncisi olarak. Annen, baban okul ve öğretmen yüzü görmemiş; elifi görse mertek sanan insanlar…  Onca varlıklı ve kültürlü ailelerin çocukları dururken, sen mi kazanacaksın üniversite sınavını? Üstelik de İstanbul Tıp Fakültesi’ gibi seçkin ve gözde bir okulu?

                “Aç tavuk kendini darı ambarında görürmüş. Vazgeç bu sevdadan delikanlı! Sen kendini ne zannediyorsun! Niçin unutuyorsun kim olduğunu? Her babayiğidin harcı mı, İstanbul Tıp Fakültesine girmek? Üç büyük kentimizdeki asırlık ünlü liseleri bitirenler bile giremiyor; o fakülteye.” diyen çok olmuştur mutlaka.

                Olmuştur da bir kulağından girip ötekinden çıkıp gitmiştir; delikanlı Aziz Sancar’ın. Çünkü inanmıştır O, başaracağına.

                Ünlü liselerde okuyan çok varlıklı ve çok kültürlü ailelerin çocukları boşa geçirirken günlerini, o eğlence yeri senin, bu eğlence yeri benim diyerek gezip tozarlarken, Aziz Sancar, İstanbul Tıp Fakültesine giden yolda koşuyordu durmadan. İnanmıştı çünkü O, bu hedefe mutlaka ulaşacağına.

                “Şans, kader, talih” falan demeyin. Şans diye bir şey yoktur. Şansı yaratan insanın kendisidir.

                Diyeceksiniz ki şimdi:

                “Öyle diyorsun ama yazının başına bir cümlesini yazdığın İbrahim Balaban, bir suç işleyip de hapse düşmeseydi, Nâzım Hikmet’i nerde, nasıl görecekti? Dolayısıyla O’na nasıl çırak duracaktı? Bilgisinden, kültüründen, yeteneğinden nasıl yararlanacaktı? Şans değil mi bu?”

                İlk bakışta çok haklı gibi görünüyorsunuz ama katılmam mümkün değil düşüncenize.

                Şunun için değil:

                1938’den 1950’ye kadar, Balaban’dan başka hiçbir tutuklu yok muydu; Bursa Cezaevi’nde?

                Nitekim Balaban da şöyle deme gereğini duymuş:

                “Nâzım Hikmet de mapus damının duvarları içinde, benden başka ders verecek kimseyi bulamamıştı. Dönüp dolaşıp tüm sorunlarını bana anlatmaktan başka şansı yoktu.”

                “ ‘Komünist’ diye ona kötü gözle bakan tutsakların içinde ben: “İyi ki komünist olup içeriye düşmüş! Ya düşmeseydi? Benim halim nice olurdu?.. Ben de iyi ki düştüm mapus damına! Töbe yarabbi töbe!..” diyordum.  (Çünkü bu nedenle ‘Ressam ve Yazar’ oldum ya.)” (1)

                Okuyup yazmışlar, diplomalılar “komünist“ diye uzak dururken Nâzım Hikmet’ten, Balaban O’na yaklaşmak, O’ndan yararlanmak için nasıl çırpınmış, biliyorsunuz.

                “Hayır, bilmiyoruz. Nerden bilelim?”diyorsanız, Nâzım Hikmet’i dinleyin öyleyse: (“Kemal Tahir’e Mektup’lar”adlı kitapta ne yazıyormuş bakalım.) Yıl 1943…

                “Ben burada bir ressam Yunus Emre keşfettim. Köylü, orta köylü, köy mektebinde okumuş, on sene cezası var, berberlik ediyor içerde. Ben resim yaparken başımdan ayrılmaz, nihayet birgün boya istedi, verdim ve ilk iş olarak aynadan kendi resmini yaptı. İkinci portre bir şaheserdi ve şimdi üç aydır şaheser portreler yapmakla meşgul. Bütün boyalarımı ona verdim.”

                “Yaptığı resimleri Burhan Toprak’a yolladım. Müddeiumûmî (*) de ilgilendi. Sahici milletimle bir kere daha sahiden övündüm.”

                “Kabil olsa, sana, yaptığı portrelerden birini göndereceğim. Mânâ, ifade, kompozisyon, renk, hacim, falan filan, bir harika.”

                “Şiir yazmaya, okumaya da dehşetli merakı var. Hayranım köylüme…” (1)

                Bu mektuptaki, “Sahici milletimle bir kere daha sahiden övündüm.” cümlesi üzerinde durup düşünelim mi biraz?

                Nâzım Hikmet ne biçim insanmış ki, birçok okuyup yazmışımızın, “Cahil, görgüsüz, gerici, yobaz” diye aşağılayarak küçümsediği, dahası çoğu zaman insan yerine koymayıp selam alıp selam bile vermediği köylümüzü, “gerçek milletimiz” olarak kabul ediyor.

                Bir kez daha okuyalım o cümleyi:

                “Sahici milletimle bir kere daha sahiden övündüm.”

                Ve arkasından şunu da yazmayı ihmal etmemiş: “Hayranım köylüme…”

                “Birçok insan, bayramlarda seyranlarda bu tür tumturaklı sözler söylemeyi, kitaplara buna benzer cümleler yazmayı sever de iş uygulamaya geldi miydi, tamamen aksini yapar. Nâzım Hikmet de onlardan biri olmasın!” diyen varsa, bu büyük insanı hiç tanımıyor demektir.

                Evet, pek çok insanın özü ve sözü birbirine tamamen zıttır. Olduğu gibi görünmez, göründüğü gibi de olmaz. Ancak Nâzım Hikmet, aynen Tevfik Fikret ve aynen Mehmet Âkif gibi bir karakterdir. Yani  gerçekten ne düşünüyorsa onu yazmış, ne yazdıysa öyle davranmış ve öyle yaşamış bir insan…

                537 sayfalık “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı şiir kitabını okuyun, inceleyin. Baştan sona köylümüzü, işçimizi, çiftçimizi anlatır hep.

                Be mübarek, iktidarda olanlara, güçlülere, efendilere, beylere, paşalara da bir yağ çek! Nerde!..

                Boşuna aramayın, bulamazsınız. Yapmamış çünkü bunu. Ve zaten öyle yapsaydı, 28 yıl hapse mahkûm olur muydu? Öyle bir hata yapar mıydı hiç, tarih boyunca hiçbir gücün etkisinde kalmamış, kalbi adalet duygusuyla dopdolu yüksek hâkimlerimiz, bağımsız mahkemelerimiz!

                Gelin öyleyse, “Memleketimden İnsan Manzaraları” adlı eserinden aldığım şu dizelerle bitirelim bu söyleşiyi:

                “Onlar ki toprakta karınca

                                               suda balık

                                                    havada kuş kadar

                                                               çokturlar,

                korkak

                        cesur

                               cahil

                                     hakîm

                                           ve çocukturlar

                ve kahreden

                      yaratan ki onlardır,

                destanımızda yalnız onların

                                                    maceraları vardır.” (3)

 

                Başka bir şey söylemeye gerek var mı?

                                              

                                                                                      Hüseyin Erkan

                                                       e-posta:huseyinerkan@dilemyayinevi.com.tr

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

(*) Müddeiumûmi: Savcı, yani “umûmun” (genelin), halkın hakkını savunan.

(1) Nâzım Hikmet’le Yedi Yıl(İbrahim Balaban, Berfin Yayınları, İstanbul 2003)

(2) Memleketimden İnsan Manzaraları(Nâzım Hikmet, Yapı Kredi Yayınları, 7. Baskı, İstanbul 2005)

 

 

 
Toplam blog
: 303
: 309
Kayıt tarihi
: 21.02.11
 
 

1942'de Antalya'ya bağlı Akseki ilçesinin Gödene (Menteşbey) adlı kuş uçmaz kervan geçmez bir köy..