Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '11

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Saint Petersburg (Rusya Federasyonu) gezi notları

Saint Petersburg (Rusya  Federasyonu) gezi notları
 

saint petersburg. dekabrist meydanı. büyük petro heykeli, arkada saint isak katedrali


Not: Bu gezi fotoğraflarını http://picaweb.google.com/metindenizmen

linkinde izleyebilirsiniz.


Meraklısı için notlar;

Müzeler;
Rus Müzesi 350 Ruble
Hermitaj Müzesi 600 Ruble ( kamera bileti ile )
Peter Paul Kalesi 350 Ruble

 

19.06.2010 ( KURESSAARE - TALLİNN - SAİNT PETERSBURG )

Adeta bir ormanın içinde uyuyorum iki gecedir. Perdemi kapatmıyor, odamın duvarlarına vuran ağaç gölgelerini izliyorum, uyuyana kadar. Miskinlik yapacağım bu sabah, erken kalkmayacağım. Zaten, yine bulutlu ve yağışlı bir hava var camdan gördüğüm kadarıyla. Tallinn’e gidecek otobüs 15.30’da kalkacak. Rüzgar başladı, odamda olduğum halde ürperdim birden. Estonya’nın bu serin, insanın içine işleyen rüzgarı korkuttu beni. Hem de, Haziran ayının ortasında, Estonya’nın en keyifli yaz günlerinde.

Saint Petersburg’da, evinde iki gece kalacağım Nickolay’a SMS çekerek, Baltıc Otobüs Terminalinden evinin yolunu tarif etmesini istiyorum. Sonra da, Saint Petersburg’daki diğer üç gecemi geçireceğin İvan’a mail atarak, teyid alıyorum son kez. Çok geçmeden cevap geliyor, 22-23-24 Haziran’da bekliyor beni.

Neden sonra, yataktan çıkıyor, akşam aldığım kahvaltılıklarımı seriyorum, orman manzaralı masama. Temizlikçi sarışın kapımın önünde anlaşılan. Takılıyorum; “ sen hiç boş durmaz mısın ? “ diyerek. “ sadece geceleri “ diyerek keyifle gülüyor.

Saat 11.30’ da sırt çantamı yüklenip çıkıyorum. Kendi büyük sırt çantamla çıktığımı görünce mani olmuştu Regina, Tallinn’de. Bana, küçük sırt çantasını vermişti. Akşama hem vedaya, hem de kendi sırt çantamı almaya gideceğim.

Çıkar çıkmaz, bardaktan boşanırcasına yağmur başlıyor. Raekoja caddesi de, ara yollar da bomboş, dükkanların hepsi kapalı. Gerçi, bugün Pazar günü, ama; adanın ziyaretçi sayısının arttığı günler de bu hafta sonları. Akdeniz miskinliği içindeler sanki, para kazanma hırsları yok.

Önünden geçerken Luteran Kilisesi’nin ışıklarının yandığını fark ediyor ve giriyorum. Dosya kağıdı gibi, beyaz tenli bir kız, çok hoş ayin müziği çalıyor org ile. İki rahip, önünde diz çökmüş, müminlerin ağzına kutsal hamur veriyor. Kutsal suya dokundurtuyorlar dudaklarını. Kasenin ağzı her buseden sonra beyaz bir bezle temizleniyor. Ayin sonrası, rahip, elinde dört kalın kitapla mikrofonun başına geçip vaaza başlıyor. Çıkıyorum. Luteran Kiliseleri, Katolik ve Ortodoks Kiliselerine oranla daha sade ve şatafatsız.

Bir hediyelik eşya dükkanından kartpostal ve taş üzerine güzel bir Saarema resmi yapılmış magnet alıyorum( 4 € ). Sonra da, şimdiden özleyeceğimi hissettiğim, gül kokulu, ıhlamur kokulu, rengarenk ahşap evlerin sıralandığı sokaklara dalıyorum. Ortodoks Kilisesi kapalı bugün, hayret. Oysa, bir ara bastıran yağmurdan kaçıp, ayin müziği dinlemek için iyi bir mekan olabilirdi.

Boş sokaklar, loş puslu havai çocukluk yıllarımın kasabasına götürüyor beni. Her evin önünde odun yığınları var. Dün de fark etmiştim, herkes kışlık odun ihtiyacını şimdiden depoluyor anlaşılan. Pek çok bahçede, Anadolu’da “ kuruluk “ tabir edilen depolar, istiflenmiş odun dolu.

Ağaçların arasından bir değirmen kanadı ilişiyor gözüme. Kafe ve taverna olarak kullanılıyor anlaşılan. Değirmen de, tesis de çok iyi işletiliyor, özenli ama abartısız. Fakat kapalı. Saaremaa fotoğraflarında hep değirmen resmi görmüş, ama, çoğu adanın kuzeyinde yer aldığı için gidememiştim. Kısmet, son Saaremaa saatlerimde, değirmen görmek de varmış.

Yağmur iyice insafsızlaşıyor, daha fazla yürürsem, üzerimdeki yağmurluk da fayda etmeyecek. Yakınlarında bulunduğum Bussijaam ( otogar ) ‘ın bekleme salonuna sığınıyorum. Bir ara, karşıdaki Methodist Kilisesi’ne gidip, vakit geçirmeyi düşünüyorum ama, bahçe kapısının kilidi oturduğum yerden görünüyor.

Akla zarar bir uygulama. Bekleme salonunun içindeki turizm acentasının kapısında; hafta sonları 12.30- 13.30 arasında çalıştığı yazılı. Dün bisikletçi kadın, 10.00’ da açtığı dükkanını 14.00’ de kapatacağını, Pazar günü de açmayacağını söylemişti. Regina doğru söylemiş; “ Estonlar’ın bu parayı nereden bulduklarını anlayamıyorum “ demişti, bir sohbetimizde.

Otobüsün hareketine bir buçuk saat var. Bekleme salonuna hapsoldum. Bir ara, ortalık aydınlanıyor, güneş çıkıyor. Fırlıyorum dışarı. Yağmur, gül kokularını, ıhlamurları, tertemiz havanın içine adamakıllı mıhlamış sanki.

15.30’ da neredeyse saniye gecikmeden Tallinn’e hareket ediyor otobüs. Yoğun kriz haberlerine rağmen, yol boyunca yeni inşaatlar, restore edilen evler ve yeni otomobiller çarpıyor gözüme. Sovyetler Birliğinin en zengin Sovyeti, yine ekonomiyi canlı tutmayı başarabiliyor herhalde. Satılık emlak fiyatlarını hatırlıyorum, Kuressaare vitrinlerinde gördüğüm; 1+1 daireler 40000 €, orman içerisinde villalar 300000-500000 € arasında idi.

Tuzlu suda yetişen sazların sıralandığı yoldan, 16.45’ de Muhu Adasına geçiyoruz. Kuivastu feribot iskelesinde, ışıklı panolar, feribotun beş dakika sonra kalkacağını gösteriyor. Bulutlar yükseldi, güneş göründü. Ben, terk ederken, yüzü ışıldadı Saaremaa Adasının sanki.

Regina, muhakkak akşam yemeği hazırlayacaktır, ama; ben yine de feribotta bir şeyler yiyorum. Ne var ki; yemekler, iki ada arasında gidip gelmekten yorulmuş olmalı. Perişan görünüyorlar. İçinde minik köfteler olan bir çorba ile yetiniyorum. 28 dakika sonra Virtsu’dayız.

Kıyılar boyunca rüzgar jeneratörleri sıralanmış. Umarım, üzerindeki enerji baskısını hafifletecek tedbirleri alarak, yenilenebilir kaynaklara döner benim ülkem de.

Açık deniz olmasına rağmen, deniz çok pis. Anlam veremiyorum buna. Anlam deyince; Estonya nüfusunun neredeyse % 3’ ü Azeri asıllı. Sovyetlerin politikalarının bir neticesi mi acaba ? Bunca farklı coğrafyada bu sayıya da anlam veremiyorum.

Lihula, Risti yerleşimlerine girip çıkıyor otobüs. Yaklaşık bir saat yolumuz kalmış olmalı. Bu arada, önümde voturan, 11-12 yaşlarındaki çocuk, şoföre bir şeyler söylüyor. Zınk diye duruyor otobüs. Çocuğun çişi gelmiş meğer. İner inmez, ağaçların arasında kayboluyor. Büyük, küçük demeden, insana verilen değerin bir göstergesi değil midir bu gördüğüm.

Dakikası dakikasına, 17.45’ de otogara giriyoruz. Evin yolunu tutuyorum, Regina bekliyormuş, bu kez SMS göndermeden, otomatik kapı açılıyor. Somon balığı, havuçlu pilav, şahane bir salata ile veda ediyor bana.

Kışları -25-30 dereceleri gördükleri fotoğrafları gösteriyor bana. Baltık Denizinin dalgaları, çırpınırken buz tutmuş, kirpi gibi olmuş deniz. Bakıp da ürpermemek mümkün değil.

Birkaç anı fotoğrafından sonra, sarılarak vedalaşıyoruz. Olgun, kültürlü, özverili Regina’yı, can-ı gönülden Türkiye’ye davet ediyorum defalarca.

Sırt çantamı yüklenip, Bussijam’ın yolunu tutuyorum. Bulutların arasından bir delik bulmuş, aşağılara sarkmaya çalışan güneş, alay edercesine bakıyor bana. Tallinn semaları kıpkızıl. Sıcaklık 13 derece şu anda. Litvanya ve Letonya’da gördüğüm 30 derecelerden sonra, daha kuzeyde olduğundan olsa gerek, Estonya’da bir türlü ısınamadım.

Otogarın bekleme salonunda Saint Petersburg çalışıyorum, hareket saatini beklerken. Yine Kiril harfleri ile boğuşacağım. Ama, hiç değilse, sadece Rusça ile karşılaşacağım. Beyaz Rusya’daki, Rusça ve Belarusça yazılar canıma okumuştu.

4.5 saatlik Kuressaare – Tallinn yolunun üzerine, şimdi de 7.5 saat sürecek, 315 kilometrelik, Tallinn – Saint Petersburg yolu eklenince, yarın Saint Petersburg sokaklarında ne alemde olacağımı merak ediyorum.

Estonya’nın kuzeyinde, Baltık Denizi kıyılarına paralel gidiyoruz. Yanımda, her şeyiyle Rus olan, Brejnev’e benzeyen, iri kıyım birisi var, çok geçmeden de uyuyup, horlamaya başlıyor. Saat 02.30, ortalık gündüz gibi. Rusya ile sınır kenti olan Narva’ya varıyoruz. Otobüste pasaportları toplayan Eston polis kız ısrarla, ayrıca “ ID cart “ isteyip duruyor benden. “ Başka kimliğim yok, gezilerimde bu yeterli oluyor diyorum. “ Dudak büküp gidiyor, bakalım neler olacak ? Neyse, sorunsuz, çıkış damgam vurulmuş olarak geliyor pasaportum. Estonya’dan çıkıyoruz.

Narva, Taş Devrinden beri yaşamın olduğu bir yer. Dolayısı ile, çok görmüş geçirmiş bir kent. Narva nehri kıyısında yükselen Narva Kalesi 13. yy’ da Danimarka’lılar tarafından yapılmış. Tarih boyunca, yetmiş iki millet kapışmış, bu kadim topraklarda. Ruslar, İvangorod diyorlar kaleye. Bir ara, Rusya’ya geçmeden, bir gece kalıp, gezmeyi düşünmüş isem de, sınır kentinin soğukluğu nedeni ile vazgeçtim.

Narva nehri geniş ama, debili akıyor ve iki ülke arasında doğal sınır. Köprünün bir ucu Estonya, diğer ucu Rusya sınır kapısı.

Otobüsten indiriyorlar Rus gümrüğünde. Pasaport polisi kulübesinin önünde kuyruk oluşturuyoruz. Sıra bana geliyor, kadın polis pasaporta takılıyor, anlamsızca çeviriyor sayfaları, durup durup sayıyor. Kuressaare yağmurunda epremiş sayfaları ovalıyor elinde. Sonunda, arkamdakiler isyan etmek üzere iken, hem pasaporta, hem de otobüste doldurduğum immigration formuna heybetli bir damga vuruyor, imzalayıp uzatıyor. 31 yazıyor, üzerine çarpı atıyor sonra, yani bana; “ 30’unda, naş’layacaksın ülkemden “ demek istiyor. Bu tarihi zaten ben yazdım, 30 Haziran’da, Moskova’dan İstanbul’a döneceğim uçak biletini aylar önceden aldım. Gene de kalbi kırılmasın diye “ emrin olur “ diyorum, ama, İngilizce bilmediği gibi Türkçe de bilmediğinden boş boş bakıyor.

Pasaport işi bitenler bir kıyıda bekliyoruz diğerlerini. Otobüs geliyor, tam binerken, bir polis, kalabalığa bir şeyler söylüyor Rusça. Bir kadın yanıma geliyor ve “ şu ileride duran sırt çantası senin mi ? “ diyor İngilizce. Bakıyorum, benim çantam. Kim indirdi, indirdi ise niye yerine bagaja koymadı anlamadım. Söylenerek, çantama koşarken, başka bir polis takılıyor peşime. “ aç “ işareti yapıyor. Üsttekileri çıkarıyorum. Adam, ısrarlı, hepsini görecek. Ben de, çamaşırlarımın, donlarımın olduğu torbayı ters çevirip döküyorum yere. Donlarımı görünce ikna olup, “ okey, okey “ diyor. Az kalsın, çantasız Geçirecektim, gezimin bundan sonrasını.

Saat 03.30’da, kararmadan, aydınlanmaya başlayan geceden, sabaha dönerken, Saint Petersburg’a hareket ediyoruz. Hava kararmadan aydınlanmaya başladı bile. Akşan yağan yağmurdan oluşmuş su birikintilerinden hışırdayarak geçiyor otobüs. Camdan gördüğüm kadarı ile, civarda, bakımsız, derbeder evler, otobüs duraklarına sığınıp, sızmış berduşlar var görünürlerde. Otobüste hiç yabancı yok, benden başka. Hava gittikçe bulutlanıyor. St. Petersburg’da ineceğim Baltık Otobüs Terminali ile CS arkadaşım Nikolay’ın Fontanka Kanalının yanı başındaki evi arasında kilometrelerce mesafe var. Yağmura yakalanmak istemiyorum. Nikolay, çok karışık bir tarif vermişti. Ayrıntı sordum, gelen cevap, daha da içinden çıkılamaz tarif içeriyordu. Bir şekilde bulacağım sonunda.

Saint Petersburg, Türkiye ve Baltık ülkelerine göre bir saat ileride. Saatimi ayarlıyorum. SP ‘ ye yaklaştıkça, kalabalık artıyor caddelerde, binalar düzgünleşiyor. Bu iyi, zira, sabahın köründe, hem de bir Pazar günü sabahında, kentin serseri ile dalaşmak istemem.

Bildirilen saatten 45 dakika önce, Baltık Otobüs Garına geliyoruz. Bir insan selinin arasından sıyrılıp, bir kenara çekiliyor ve nerelerde olduğumu kestirmeye çalışıyorum. Önümdeki caddenin diğer tarafında, tren veya metro istasyonu olmalı. Sabahın erken saatine rağmen, insan seli, buraya da akmaya devam ediyor.

Metroya binmem gerek ama; hiç ruble yok yanımda, sabah henüz 06.30 olduğundan, açık döviz bürosu bulmam mucize olur. Tren garında ve meydanda döviz bürosu yok. Şaşkın dolaştığımı fark eden kılıksız polisler, sonunda bulaşacaklar bana. Polisten uzak durulması yolunda aldığım uyarıları hatırlıyorum. Meydandaki büfelere sokuluyor, elimdeki 5 euroyu göstererek, ruble istediğimi anlatmaya çalışıyorum. Herkes Rus ! gibi, cevap bile vermiyorlar.

Son kez, tren garının içindeki pastaneye giriyor ve tezgahtar kıza da aynı şeyleri anlatıyor. Kız, kurulmuş bebek gibi kafasını sallıyor, neden sonra, bu kafa sallamanın, benim sorunumu çözmeyeceğini anlıyorum.

Genç bir çift giriyor içeri, sarmaş dolaş. Kasada bir şeyler alacaklar. Son çare, genç kıza sokuluyorum ve isteğimi tekrar ediyorum. Ne dediğimi anlamasa da, ne istediğimi anlıyor. Çok önemli bir ticaret yapacakmışçasına bir yerlere telefon edip, kuru öğrenmeye çalışıyor. Sonunda, 200 Ruble uzatıyor bana, ben de elimde, artık canı sıkılmış olan 5 euro’yu toka ediyorum, güzel Rus kızının pamuk avuçlarına. 1 € = 40 Ruble olduğunu biliyordum, ama, kız ikna olsun diye ses çıkarmamıştım. Gerçi, 50 euroya da razı olacaktım, şimdilik.

Artık metroya binebilirim. Aman Allahım, bu saatte, Pazar sabahında, inanılamayacak kadar kalabalık metro istasyonu. Koordinat olarak verilen Nevski Prospekt’ten ( cadde ) geçen metroyu sonunda buluyor ve sırtımda çanta ile itiş kakış biniyorum. İndikten sonra da, Fontanka Nehrinin yanıbaşındaki Fontanka caddesindeki evi bulmam gerekecek.

Rusya’da da, Beyaz Rusya’daki gibi; cadde boyunca dizilmiş binaların cepheleri çok alımlı, ancak, arka taraflar genellikle bakımsız ve güneş görmediği için rutubet kokuyor.

Tarif üzerine bulamayacağımı hissediyor ve ön sezilerimle yürümeye başlıyorum Fontanka caddesi boyunca. Çok geçmeden, bulunması gerçekten mucize olan kapıyı buluyor ve zili çalıyorum. Düafondan ses geliyor. Tamamdır. Nikolay olmalı seslenen.

Metrodan indikten sonra 2 kilometreden fazla yürümüş olmalıyım. Hava sıcak, tam anlamı ile yağmur sıcağı var. Kan ter içinde çıkıyorum merdivenleri.

Nikolay profesyonel fotoğrafçı. Bir oda, bir mutfak ve banyodan ibaret daireyi, tavan yüksekliğinden istifade ederek, dubleks hale getirmiş. Renkler ve tablolar ile sevimli, sıcak bir mekan olmuş. Binanın geneli ile tamamen farklı, bir sanatçı duyarlılığı ile tanzim edilmiş daireye çıkarken, merdivenlere yapıştırılmış Leonid Brejnev fotoğraflarına bakarak gülmüştüm. Saint Petersburg’un tam kalbindeyim.

Nikolay ve karısı Yuka ile sohbet ettikten sonra , saat 11.00 ‘ de SP sokaklarındayım, kemerli kapıdan çıkar çıkmaz, karşımda, kanalın diğer tarafında, Mihailovsky Kalesi, arkasındaki geniş yeşil alanda Mihailovsky Parkı, parkın içinde de; Hermitaj’dan sonra gelen, Mihailovsky Sarayının içinde, Rus Müzesi var. Bir döviz bürosu buluyor ve 50 € alıyorum.

Artık, rahatça dolaşabilirim. 350 Ruble karşılığında bilet alarak Rus Müzesine giriyorum. Akıllara zarar bir kalabalık var içeride. Giriş ve çıkışı aynı koridordan verince, çarpışıp duruyor insanlar. 18.- 19. yy tabloları,seramikler,ağaç oyma işçiliği eserleri, minyatür işçiliği, emprime kalıpları, ikinci katta; 19. yy modern resminin ustalarından Mikhail Nesterov ( 1862-1942 ) ve Valentin Serov ( 1865- 1911 ) başta olmak üzere, pek çok ressamın eserlerini, resim sanatına aşina olmamakla birlikte, keyifle seyrediyorum.

Adım başında görevli var. Ne var ki; çoğu yaşlı ve Sovyet günlerini anımsatıyorlar. Üstelik, oturdukları taburelerde, uyukluyorlar.

Sonunda aradığımı buluyorum. Ayvazovsky ( 1817-1900 ) tabloları karşımda. Heyecanlanlıyım. O’nun, deniz temalı tablolarını, ne zaman görsem, nefesim daralır, heyecanlanırım. Abdülaziz ve 2. Abdülhamid döneminde, Osmanlı Sarayına kabul edilen İvan Ayvazovsky’nin 30 tablosu Türkiye’de, beş binden fazlası ise dünyanın pek çok müzelerinde sergilenmekte. Çoğu Ayvazovsky tabloları önünde olmak üzere üç saat sürüyor müzedeki seyirim. Ancak, çıktığım zaman acıktığımı hissediyor ve yakınlarda bir restorana atıyorum kendimi. Bu enerji dopinginden sonra St. Petersburg caddelerini, kanallarını arşınlamaya hazırım ( 283 Rb ).

Kentin her daim araç ve insan trafiğinin yoğun olduğu, ana arteri Nevski caddesi. Caddenin üzerinde heybetli bir yapı çarpıyor gözüme. Yarım daire şeklinde dizilmiş kolonların ardındaki Kazan Katedralinin önündeyim. Akıp giden araç trafiğinin boşluğuna denk getirip, Nevski Prospekt’ in karşısından Kazan Katedrali’nin fotoğrafını çekmek istiyorum. Fakat; ne mümkün, inat ediyorum, yarım saat içinde böyle bir an yakalayıp, basıyorum deklanşöre.

İçerisi hayli kalabalık. Çoğu kadın, Ortodoks Rus’lar, Meryem’in ikonunu öpmek için kuyruğa girmişler. Kazan Katedrali’nin mimari yapısı, klasisizm özelliklerini taşır. 1801–1811 yılları arasında Mimar Voronihin’in projesine göre yapılmış. Nevsky caddesi’ne bakan kuzey cephesinin yanında yarım daire şeklinde sütunlar sıralanır (Roma’daki Aziz Petro Katedrali’ndeki sütunları andırırlar). 1813’de katedrale bir dönem Türkiye’de büyükelçilik yapan ve daha sonra Napoleon’a karşı ordu başına geçerek savaşı kazanan Feldmareşal Mihail Kutuzov defnedilmiş. Yeraltı mezarlığının etrafında, ganimet olarak alınan onlarca bayrak ve kalenin anahtarları var. Pembe Fin granitlerinin üzerinde yükselen ve kubbesinin yüksekliği 80 metre’yi bulan katedral, Sovyetler döneminde din ve ateizm müzesi olarak kullanılmış idi. Sovyetler Birliği’nin çök ( tü ) rülmesinden sonra, hızlı bir dine dönüş yaşandığını, Baltık ülkelerindeki, Katolik ve Luteran Kiliselerde de fark etmiştim. Bir köşede oturuyor ve kalabalığın huşu içerisindeki ziyaretlerini izliyorum. Bir devlet yönetiminin halkını mutlu ve memnun edebilmesi için dini ögelere yol vermesi en büyük puan nedeni olmalı.

Katedralin tam karşısında köşede, St. Petersburg estetik ve sanatına, adeta hoş geldiniz dedirten Singer Binası var. 1904 yılında inşa edilen bina, yakınlardaki Kutsal Kan Kilisesi ve Kazan Katedralinin boyundan yüksek olmaması için, görsel kurnazlığa baş vurularak, binanın köşesine yerleştirilen cam kürelerle yükseklik duygusu kazandırılmış. Singer dikiş makineleri firması için yapıldığından, daha sonra, başka amaçlarla kullanılmış olsa da, halen bu marka ile anılıyor. Cephesindeki heykelleri ve cephesinin güzelliği ile Nevsky caddesinin vazgeçilmez binalarından biri olmuş artık.

Nevsky Prospekt caddesi boyunca yürüyorum. Kutsal Kan Kilisesi’nin önündeki Griboyedov kanalından sonra, Moika Kanalı geçiyor caddenin altından. Hemen köşede, Baron Stroganov’un ismini taşıyan ve 1753-1754 yılları arasında inşa edilen, pembe cepheli, beyaz sütunlu, barok mimarinin son dönemlerinin örneği olan zarif Stroganov Sarayı var.

Kanalların tümünde, turistleri gezdirmek için tekneler seyir halinde. Venedik’e benzetilir Saint Petersburg ama, Venedik’e romantizmi veren, gondolcuların, uzun kürewklerine yüklenerek, çektikleri gondollardır. Suyun şırıltısı ve civardan gelen Napoliten şarkılardan başka pek bir şey duyulmaz. Bu kentin kanallarında, insanı bezdirecek kadar çok tekne, egsostlarından kapkara dumanlar çıkararak geziyorlar, güzelim Barok binaların dizildiği kanallar boyunca.

Mesai bitimi saatlerinde Nevski Prospekt korkunç bir insan kalabalığına mekan oluyor. Kaldırımlarda hüküm süren turist yoğunluğuna, işinden çıkıp dolaşan veya metro ve otobüs duraklarına üşüşen kentliler eklenince kaldırımlar, insan seli olup taşıyor bir anda.

Nevsky caddesinin sonunda solda büyük bir park, ortasında da fıskiyeli havuzu var. Hemen arkasındaki binanın fasadı, tadilat nedeni ile iskele ve örtülerden görünmez olsa da, yükselen sivri külahlı kulesi ile St. Petersburg’un bir başka simgesi olan Admiralty ( Donanma ) Binasının önünde olduğumu anlatıyor.

Geniş ağaçların gölgesi ürpertiyor, serin ortalık, Nevsky caddesinin diğer tarafında bulunan Dvortsovay Ploşad ( Meydan )ına ilerliyorum. Kentin en popüler ziyaret mekanı olan Hermitaj Müzesi Mavi renkli cephesi ile meydanın batısını tamamen kaplamış. Meydanın diğer favorileri Aleksand Sütunu ve Hermitaj’ın karşısındaki ( hiç de askeri bir binaya benzemeyen ) Genelkurmay binaları var. Hepsi devasa ve şaşırtıcı güzellikte. Ancak, içime işleyen buz gibi rüzgar, tüm gece, otobüste uykusuz geçen yolculuğun verdiği hırpalanmışlık üzerine, sabahtan beri arşınladığım St. Petersburg, halsiz bıraktı beni. Bu nedenle bu güzelliklerin, hakkını vererek fotoğraflamayı ve yazmayı sonraya bırakarak, ağır adımlarla Nevsky Caddesi boyunca yürüyor, Singer Binasının alt katındaki, büyük kitapçıyı dolaşıyor, kartvizit ve magnet alıyorum.

Moskova’nın simgesi, Aziz Vasil Kilisesi’ne çok benzeyen renkli kubbeleri ile, Griboyedov Kanalının yanıbaşında yer alan Kutsal Kan Kilisesi, 2. Aleksandr’ın suikaste uğrayıp, öldürüldüğü yerde 1881 yılında inşa edilmiştir. Kanal boyunca dizilmiş binalar arasında, bir gece gökten düşüvermiş gibi geliyor bana.

Nevsky caddesi ile Sadovaya caddesinin birleştiği köşede upuzun uzanan, sarı renkli güzel mimariye sahip iki katlı bina Gostiny Dvor. Rusyanın büyük kentlerinde de aynı isimle açılmış mekanlar, tüccarların yeri bir anlamda alışveriş yeri anlamına geliyor. 1757 yılında yapımına başlanıp, 23 yılda tamamlanan bu büyük alışveriş merkezinin esnafı asık suratlı oluşları ile ün yapmışlarsa da; 53000 m2 alana yayılmış, 178 dükkan, kent halkının tüm

ihtiyaçlarını karşılayabildiği bir mekan. Tüm ihtiyacı dedim ama, yiyecek, daha doğrusu sebze, meyva satan yer yok. Hermitaj meydanındaki danışmada, sorduğum kız, büyük marketlerin kent dışında olduğunu, Gostini Dvor’un karşısında bir market bulabileceğimi söylemişti. Küçük bir “ süpermarket “ ( o da kiril harfleri ile yazılmış ) levhasını zar zor fark edebiliyorum. Bir bodrum katta, soğuk, sevimsiz, kötü tanzim edilmiş. Bir köşede, tane ile satılan meyveleri görüyor, üzüm, muz ve Nikolay’ın kızı Erika için çikolata alıyorum. Nevsky caddesindeki Anişkov Köprüsünün harika heykelleri üzerine güneşin kızıl ışıkları vururken, sola dönüp Fontanka nehri boyunca yürüyor, kentin ana nehri Neva’ nın önlerinde buluyorum kendimi. Kenti, Petrogradskaya yakasına bağlayan köprülerden biri olan Dvortsovy Most üzerinde ilerlerken, Peter Paul Kalesinin, şaşırtıcı sivrilikteki külahlı kuleleri, güneşin son ışıklarında sapsarı parıldıyor.

Aslında, Saint Petersburg’u anlatmadan, bunca ihtişam ve debdebenin, sanat merkezlerinin gizini çözmek yorar insanı. Baltık Denizi’nin, Finlandiya Körfezinde, Neva Nehrinin denize döküldüğü noktada adalar üzerinde kurulmuş. 42 ada, estetik değeri olan 342 köprü ile birbirine bağlanıyor. Bu adalar ve ihtişam, Tanrı’nın lütfu olmaktan ziyade, kanlı bir tiran’ın, Avrupa’ya açılan bir kent yaratma hayallerinin eseri. Bu adaların insan eliyle oluşturuldukları yıllarda, toprağına ölülerinin karıştığı, bunca saltanatın kan ve acı ile harmanlandığını söylenir, ki; doğrudur.

Saint Petersburg’un kısa tarihi; Çar Büyük Petro I, şehri 27 Mayıs 1703'de (16 Mayıs eski takvime göre) İngrai toprağının İsveç'den tekrar geri alınmasından sonra kurdu. Onu havari Petrus'a göre isimlendirdi. ‘un orijinal ismi gerçekte Sintpetersburg un Hollandalı telaffuzunun bir benzetmesidir. Nyenskans Sankt Piterburh (İsveç İngria'sında Neva Nehri ağzında 1611 yılında kuruldu) veNyen şehri, bu coğrafyayı işgal ediyordu. Neva nehri burada Finlandiya körfezine akıyordu. Bu yeni şehrin yapısı ters hava ve coğrafik koşulların altındaydı. Yeni işçilerin kalıcı devamlılığının sağlanması gerekiyordu. I. Petro, imtiyazını Çar olarak uyguluyordu. Ülkenin bütün kısımlarındaki köylülerin çalışmaya katılımını zorunlu kıldı. Yıllık kota olarak 40.000 köylü gerekiyordu. Zorunlu askerliğe alınmış olanların kendi aletlerini temin etmeleri ve yolculuklarında da yiyeceklerini kendilerinin sağlaması bekleniyordu. Yüzlerce mil yürüyerek seyahat ediyorlardı. Onlara sık sık askeri muhafızlar eşlik ediyordu. Bütün bu önlemlere rağmen kaçmalar oluyordu. Buna zor koşullarda eklenince, Çar Petro başlangıç kotası olan 40.000 kişinin % 50 den fazlasını nadiren alıyordu.Savaş zamanında inşaat başladığında, yeni şehrin ilk yapısı bir kale idi. Bugün Peter ve Paul Kalesi olarak bilinir, orijinal olarak SanktPiterburh dan doğar. Körfezde iki mil iç kısımda Zayaçi adasına (Tavşan adası) doğru yaslanır (Neva Nehri'nin sağ kıyısına). Çar Petro'nun Rusya'ya davet ettiği Alman mühendislerin denetiminde Marshlande kanalizasyon yapıldı. Böylece şehir kale dışına yayıldı. Çar Petro, bütün taş ustalarının yeni şehrin inşasına yardım etmelerini sağlamak için Sankt Petersburg dışında tüm Rusya'da taş bina yapımını yasaklamıştır. Neva Nehri deltasında kurulan şehir aslında büyük bir bataklık alanın dönüştürülmesi, ıslah edilmesi projesi ile bir bütündür. Kent merkezindeki pek çok bina Amsterdam'da olduğu gibi çamur alanlara saplanmış direkler ve tahtalar ile kuvvetlendirilmiş temellere inşa edilmiştir. Projenin iş gücünü Serfdom’ lar oluşturmuştur. Kent genel olarak ve bugünkü kimliğini İtalyan mimar Domenico Trezzini tarafından 1716 yılında Vasilievsky Adası merkez alınarak tasarlanan hali ile kazanmıştır. Kent, Barok mimari tarzının görkemli örneklerini taşımaktadır. Yine İtalyan asıllı bir başka mimar Francesco Bartolomeo Rastrelli tarafından yapılan pek çok bina şehre kimliğini veren öğeler arasındadır. Ancak Dostoyevski Sankt Petersburg'u soyut ve tasavvur ürünü bir şehir olarak nitelemiştir.

Sonraları Rusya'nın yeni başkenti olmaya niyetlenen Sankt Petersburg, Baltı Denizi'nin bir kolu olması nedeniyle Pushkin tarafındanAvrupa'daki Pencere olarak adlandırıldı. Ayrıca Çar Petro'nun deniz filosuna üs konumunda idi. Şehirden sonra inşa edilen, Kronstadt'ın ada kalesi tarafından korunuyordu. Çar Petro, bu şehrin kanallarında taşıma anlamına gelecek olan sandal ve kayığı hiçe saydı. Neva Nehri üzerinde karşıdan karşıya hiçbir kalıcı köprüye 1850 yılına kadar izin verilmedi. Çok sayıdaki fakir insanın şehir içine akın etmesine yol açıldı. Böylelikle varoşlarda çok kiracılı ucuz apartmanlar doruğa ulaşıyordu. Filizlenen endüstri ayağa kalkıyordu. Yüzyılın sonunda Sankt Petersburg Avrupa'nın en büyük endüstri merkezlerinin birisinin içinde büyüyüp gelişiyordu. Endüstrinin büyümesi ile radikal hareketler de ayrıca çoğalıyordu. II. Aleksandr döneminde olduğu gibi bu tür radikal hareketler bastırılmaya çalışılmıştır.

1905 devrimi burada başladı ve hızla bölgelere yayıldı. Birinci Dünya savaşı süresinde Sankt Petersburg isminin Almanca olduğu haddinden fazla görülüyordu. Ve Çar II. Nikolay ilk hareketinde şehrin ismini Petrograd olarak yeniden isimlendirdi (31 Ağustos 1914). Şehir 1917 Rus devriminin başlangıcını gördü. İlk adım (Şubat devrimi), Çarlık hükümetini uzaklaştırmak ve politik iki gücün merkezini oluşturmaktı.

Geçici Hükümet Ekim devriminde yıkıldı. Şehrin devrim karşıtlığına yakın ordusu ve genellikle uygun olmayan politik iklim, politik lider Vladimir Lenin'i Rusya'nın tarihsel başşehri Moskova'ya kaçmaya zorluyordu (5 Mart 1918). Göçün geçici olabileceği tasarlanıyordu.

Fakat Moskova o zamandan beri başkent olarak kaldı. 24 Ocak 1924, Lenin'in ölümünden üç gün sonra Petrograd, Lenin'in anısına Leningrad olarak adlandırıldı. Merkezi komitenin şehrin ismini tekrardan adlandırmasının nedeni Lenin'in Ekim devrimine liderlik etmesindendir. Daha derin sebeplerin varlığı politik sembol düzeyindeydi. Sankt Petersburg, Rusya İmparatorluğunun zirvesi olarak ayakta duruyordu. Moskova'nın en geniş şehir olmasından sonra değişiklik Lenin'e büyük prestij verdi. Leningrad olarak isimlendirilmesi devrimi etkili şekilde sembolize ediyordu. Bu da politik ve ekonomik sistemi hatıra getiriyordu.

Deli Petro dediğimiz, Ruslar’ın büyük Petro’su, Avrupai bir kent, kültür, sanat ve farklı bir mimari oluşturmak amacı ile kurduğu kentte bunları elde etti. Müzeler, Sanat Akademileri, Galeriler, Konservatuarlar, Sergi Salonları ile gerçekten bir sanat kenti oldu Saint Petersburg. Korunan değerleri ile de Unesco Dünya Mirası Listesine girmeyi hak etmiş.

Saint Petersburg’luların gözünde, başkent Moskova’lılar hala köylüdür. Avrupa’nın yanıbaşında, Batılılaşma hayalleri ile kurulan kent, kanalları, Baltık Denizine uzanan Neva Nehri’nin, iki kolu olan Malaya ve Bolshaya Neva kıyılarına dizilmiş, binaları ile farklı bir atmosfer sunarken, hassas insanları da bastıkları toprakların altında neler olup bittiğini düşünmeye zorluyor.

İlk günüm yavaş yavaş bitmek üzere. Dvortsovy Köprüsünden, geleneksel Kilise kubbelerine karşı yapılan, dim dik külahlı Peter Paul Katedralinin kulelerine bakıyorum son kez. Neva Nehri üzerinde, yolcu tekneleri, işten çıkanları ve gün batımında Saint Petersburg’u Neva’dan seyretmek isteyen turistleri taşıyor. Yine, hayal meyal gördüğüm üç bacalı gemi de, Sovyet Tarihi’nin iftiharı Aurora olmalı.

Başlayan yağmur giderek hızlanıyor, umurumda değil. Ağır adımlarla ( biraz da yorgunluktan ) Fontanka Nehri kıyısındaki ara sokaklara giriyorum. Bu kentte, yabancılara, özellikle esmer tenlilere saldırı olayları olduğunu, ırkçı örgütlenmelerin rahat vermediğini okumuştum. Sabahtan beri pek çok kıyı köşe yere de, merkezi yerlere de girdim, hiçbir rahatsız edici bakışla dahi karşılaşmadım. Gerçi, Balkanlar’a uzanan genlerim ve tenim, Avrupalı’ya da, benzemiyor değil.

08.30’da, Fontanka Nehri’nin yanı başındaki 18. y.y binasına giriyor, zili çalıyorum. İyi, Nickolay gelmiş. Profesyonel fotoğrafçı, bilgisayarın başında durmaksızın çalışıyor. Zaman zaman, sohbet ediyor, Sovyetler zamanından, Saint Petersburg’un güzelliklerinden bahsediyoruz.

21.06.2011 ( SAİNT PETERSBURG )

Rusya’ya girmek kolay, çıkmaz zordur derler. Estonya’nın sınır kapısı Narva’dan fazla da zorlanmadan girmiştim gerçekten. Ama, kaldığım sürece, uygulamam gereken bazı prosedürler var. En önemlisi; kalınan kentte nerede kaldığını, ne kadar kaldığını, Rus makamlarına bildirmek ve bunu çıkışta belgelemek. Yoksa, sınır çıkışlarında, bir yığın tatsız işler oluyormuş. Girerken bile, Rus Polis kadının, gözlerini aça aça, kağıda 30 Hazirann yazıp, üzerine, kağıdı yırtarcasına çarpı attığını, yani, bu gün çıkmazsan, oyarız demek istediğini hiç unutmuyorum.

Akşam Nickolay’a soruyorum; şimdiye kadar misafir ettiğin insanlar için registre işlemi yaptırmadın mı ? Hayır diyor. Eğer tatil günü girerse, beş güne kadar bu işlem, yaptırmaya gerek yok. Belarus’ta özellikle bu işlemden kaçabilmek için dört gün kalmayı tercih etmiştim. Ama, Rusya’da, SP beş gün, Moskova beş gün olmak üzere on gün kalacağım. Yani, bu işlemi yaptırmak gerek. Moskova’da kalacağım Godzilla Hostel’in bu işi 600 Ruble’ye yaptığını biliyorum. Burada, iki gün Nickolay’da, üç gün İvan’ da kalacağım. Üstelik, bu işlemi ben yapamıyorum, kaldığım ev sahibi bizzat giderek yapıyor. Nickolay ve karısı Yuka bir yerlere telefon ediyorlar. Postahaneden form doldurulup, para yatırılıyor ve Moskova’daki ilgili merkeze gönderiliyormuş.

Saat 10.15, misafirliğin kötü tarafı bu, ev sahiplerim uyuyorlar hala. Toparlanıyor, bekliyorum. Saat 11.00’de, Nickolay, karısı Yuka ve kızları Erika ile maaile çıkıyor, bir sürü binanın içinden, daracık yollardan geçerek, harap bir binanın ikinci katına çıkıyoruz. Postahane imiş. Yuka, asık suratlı görevli kızın verdiği iki formu doldurmaya başlıyor. Erika, huysuzlaşıyor, ağlıyor, bağırıyor, kadıncağız, bir yandan kızını oyalayıp, bir yandan da formları doldurup görevliye uzatıyor. Suratsız kadın geri çeviriyor, formları. Formda yer alan bana ait bilgilerin de Rusça doldurulması gerekiyormuş. Erika sıkıntıdan çıldırdı, elinde, sınır girişinde bana verilen immigration kartını yırttı yırtacak. Annesi alıyor elinden, o; ağlayarak yine istiyor. Ne varsa, masaların üzerlerinde yerlere atıyor.

Biz acele ettikçe, iş uzuyor, hepimiz, kan ter içindeyiz. Kelimenin anlamı ile tam Rus gibi görevli, bu kez pasaportumun bütün sayfalarının fotokopilerini istiyor. Karşıdaki odada, suratsızlıkta ondan aşağı kalmayan kadının yanına, fotokopi makinesinin başına gidiyoruz. Yahu, Tanzanya veya Hindistan gibi ,pek çok ülkenin vize veya damgalarının olduğu sayfaların fotokopilerini ne yapacaksın. Kafama göre gerekli olan sayfaların fotokopilerini çektiriyor ve yüzü de ruhu gibi soğuk olan kıza uzatıyorum. Bu kez bazı sayfaları beğenmiyor, “ yeniden çektirin “ diyor. Anlaşıldı, bu gün yine, sabırla imtihan günüm.

Diğer CS arkadaşımla bu işlemi yapmak mümkün olmayacakmış. Zira, karı koca çalışıyorlar. Ev sahibinin benim için bir form, kendi bilgilerini içeren diğer formu da doldurmak zorunda. Bu kez, bir zarf uzatıyor “ bayan suratsız “, Yuka onu da dolduruyor ve 200 Ruble ile beraber uzatıyorum. Paranın makbuzunu, formun bir parçasını veevrak içerik listesini uzatıyor. Sayfalarca işlem yaptık. Sovyetler Birliği’nin yıkılışından yirmi sene geçtiği halde, süregelen bürokrasiyi görünce, o dönemleri düşünmek istemiyorum bile.

Derin bir nefes alıyorum sonunda. Oluk oluk turistin aktığı bir ilkede, hiçbir anlamı olmayan garip bir prosedür süregidiyor. Yuka’ya ve Nickolay’a teşekkür ederek, akşama evde görüşmek üzere ayrılıyorum.

24 Haziran akşamı, Moskova trenine bilet almak için, Kazan Katedralinin yan sokağına bulunan Merkez Bilet Ofisindeyim. Öylesine ağır çalışıyorlar, yahut öylesine sorunlu yolcular çıkıyor ki; her bilet işlemi, yarım saatten önce bitmiyor.

Bir kağıda yazıyorum, istediğim günü, saati, 2. sınıfı, uzatıyorum. Kağıdı uzattığım kadın, bilgisayarda bilet buluyor. Sonra da, takılıyor, Rusça bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Oysa, her şey net, belli. Küçücük gişeden dışarı çıkıyor, iki üç dakika sonra, yanında başka bir görevli ile giriyor kabinine. Heyecanla birbirleri ile konuştukça, ben de heyecanlanmaya başlıyorum. Sonunda, bana dönerek; “ senin istediğin çok pahalı ( 67.9 € yani 2720 R ), ben sana upper berth yani dörtlü kompartmanda, üst ranza vereyim, daha rahattır, hem de daha ucuzdur “ diyerek, 1918 R yani 20 € luk bileti öneriyor. Sonunda teslim oluyorum, 802 Rublelik bir avantaj sağlamış oluyor. Bileti uzatırken, üzerindeki Kiril harfli kelimeleri tek tek izah ediyor, kendi çirkin ama gönlü güzel uzun boylu Rus kadın.

İki sıkıntılı işi halletmenin keyfi içinde çıkıyorum, kocaman binadan. Postahanede tam iki saat, bilet alırken de tam yarım saat sürdü işlemler.

Rusya, Baltık ülkelerinde sakin ve bilinçli yaşamdan sonra gerdi beni açıkçası. Oralarda, günlerce, kimseye hiçbir şey sormadan, her işimi halledebileceğim bir sistem vardı.

Saat 14.00, koca günü öldürdüm neredeyse. Merkez Bilet Ofisinin arkalarında temiz bir restoran görüyorum. Bugün, Nickolay; “ pek çok restoranda gece içki ve müzik olduğundan fiyatlar pahalıdır, ama; öğle yemekleri ucuz olur. “ demişti. Çorba, tavuk snitzel, salata ve çay için 134 Rublelik menü hazırlamış. Sabahtan beri çektiğim sıkıntıdan sonra, yemek iyi geliyor, canlandırıyor.

Şimdi, Nevsky caddesinin diğer tarafına, sonuna kadar yürüyüp Aleksandr Nevsky Manastırına gitmek istiyorum. Daha Vostoniya Meydanına gelmeden, korkunç bir yağmur başlıyor. Moskova’ya götürecek olan Moskovsky Tren Garı’nın yakınlarında olduğumdan, koşarak, içeri sığınıyorum.

Moskovsky İstasyonunun içi ana baba günü. Çok büyük binasına rağmen, Hindistan’daki tren istasyonlarını hatırlıyorum.

Yağmur diniyor, Nevsky caddesi boyunca devam ediyorum. 4.5 kilometre uzunluğundaki bu cadde, Saint Petersburg’un can damarı. Neva nehrinin önlerinde başlayıp, Aleksandr Nevsky Manastırı önünde bitiyor. Zaten adını da Aleksandr Nevsky’den alıyor. 1220 – 1263 yılları arasında yaşamış olan A. Nevsky 1240 yılında İsveç’lileri, iki yıl sonra da, Töton Şövalyelerini yenerek, Ortodoks Kilisesi tarafından aziz ünvanını aldı.

1717 yılında Petro tarafından inşa edilen Manastır, 1797 yılnda Larva yani en üstün Manastır ünvanını alarak, hac yeri olmuş Ortodoksların. Civarındaki Tikvin Mezarlıkları, manastır kadar ünlü, zira, burada, besteci Çaykovsky, Korsakov, Borodin ve ünlü yazar Dostoveyski yatmakta. Vakit ilerliyor, dolaşacak çok yerim var. Moskova’da, Novodevicy mezarlığında Nazım Usta’nın mezarını ziyaret edeceğim. Zaten, Moskova’yı gezi programına koymanın en önemli nedeni, çınar ağacının dibinde uyuyan Mavi Gözlü Dev’i ziyaret etmek. Mezarlığa girmeyip, Manastırın ağaçlı ve serin bahçesine yöneliyorum. 100 metre yanındaki Trinity ( teslis ) Katedrali de Rus Ortodoksların önemli ziyaret yerlerinden biri.

İçeride, yanan mumların ardında, yaldızları parlayan ikonlar ve genzi yakan günlük kokusu arasında, diz üstü çökmüş müminler, sık sık rüku edercesine eğiliyorlar. Derken bir ayin müziği başlıyor, sanki, bir Dede Efendi bestesi terennüm ediliyor.

Meryem ikonlarının önünde kısa kuyruklar oluşmuş yine. Girişteki bankolarda, kutsal kitap, ikonlar ve mum satılıyor. Dileğin durumuna göre mum seçiliyor anlaşılan. Boylarına göre, 10,15,25 ve 35 Rubleye satılıyorlar.

Yine bir yağmur sağanağına yakalanıyorum çıkışta, hava bir anda serinliyor. Ermenistan ve Gürcistan Metrolarından aşina olduğum rutubet kokan ılık bir hava püskürüyor, metro istasyonlarının derinliklerinden, dışarı doğru. Gostini Dvor’un karşısında mavi – beyaz boyalı şirin bir kilisenin bahçesindeki Kaçkar dikkatimi çekiyor. Anlam veremiyorum. Yaklaşıyorum, tamam şimdi, Ermeni Apostolik Kilisesi imiş burası. Kaçkar, Ermenilerin taş oyma sanatının bir örneği. Blok taşlara işlenmiş haç ve dualardan oluşuyor ve kutsal yerlere dikiyorlar. Burada da, kilisenin hemen girişine yeni monte ediyorlar kaçkarı işçiler. Kapıda, sanki, İstanbul’dan yeni gelmişçesine, bir Türk’e benzeyen Ermeni görevli oturuyor. Ermeniler kadar Türkler’e benzeyen başka bir halk görmedim şimdiye dek.

Saint İsak Katedralinin altın kubbesi, önündeki çok bakımlı Dekabristler Meydanının arkasında, akşam güneşi altında parlıyor. Dünyadaki en büyük Katedrallerden sayılan St. İsak’ın yapımı 1818-1858 arasında tam 40 yıl sürmüş. Altın kubbesinde 100 kilogram altın var ve 14000 kişiyi alabiliyor. 1931 yılında, Sovyetler zamanında Ateizm Müzesine dönüştürülerek, içerideki, duvar ve tavanlardaki fresk ve mozaikler, “ Hristiyanlık Mitolojisinden olaylar “ olarak tanıtılmıştı. Kubbenin altındaki, çepeçevre seyir terasına çıkamıyorum, kapanmış, yarın için bilet almak gerekiyormuş.

Yemyeşil parkın, Neva nehri yakınlarında Petro’nun “ bronz atlı adam “ heykeli var. 1782 yılında yapılan heykel üzerinde şahlanmış bir at üzerinde oturan Petro, atın ayakları altında, ihanet yılanı eziyor. Saint Petersburg’un ünlü ziyaret noktalarından birisi de burası. Önü, gelin alayları, öğrenciler ile dolu, herkes, heykelin önünde fotoğraf çektirme telaşında. Ben, üzerimde polar montla artık ürpermeye başladığım bu anlarda, dekolte kıyafetleri ile poz veren, ateşli Rus kızlarına bakıyorum, imrenerek.

Nehir kıyısında tekneler, gün batımı gezileri için, yabancıların üzerine gönderdiği kadınlarla, teknelerine müşteri almanın telaşındalar. Kadınların ellerindeki megafonlardan çıkan sesler birbirine karışıyor. Hermitaj Müzesinin bulunduğu Dvortsonaya Meydanı sakin bu saatlerde. Hermitaj Müzesi 18.00 ‘de kapandığı için, meydanda üzerlerinde geleneksel kıyafetleri ile fotoğraf çektirmek isteyenlerin peşinde koşan bir iki genç ve yanak yanağa fotoğraf çektiren aşıklardan başka kimseler yok.

Kupa fayton, meydan çevresinde bir tur atıyor, ısrarla gezmek isteyen çocuklu ailelere. Dünyanın en önemli müzelerinden birinin hemen önüne yerleştirilmiş, kocaman bir TIR-WC kamera şakası gibi geliyor bana. Hayır. Sabit olarak yerinde durduğu belli ne zamandan beri. İnanmak imkansız.

Nevsky Caddesi boyunca, Kazan Katedraline yürüyor, öğlende beğendiğim restoranda, şiş ( bu coğrafyada şaşlık deniyor. ) pilav ve bira ile kendimi şımartıyorum birazcık ( 450 R ).

Saat 11.20, gecelerin en kısa olduğu yani Beyaz Gecelerin hüküm sürdüğü zamanı, biraz da isteyerek planlamıştım. Ama, metabolizmanın, şaşırdığını, giderek hissetmeye başladım. Uyku düzenim allak bullak oldu. Ayın 23. ünden sonra, geceler uzamaya başlayacak.

Zile dokunuyorum, Nickolay’ın rengarenk süslenmiş mekanında biraz sohbet, biraz not yazma derken, Saint Petersburg’da bir gün daha bitiyor.

23.06.2011 ( SAİNT PETERSBURG )

Geç kalktıklarını bildiğim için, akşam, erken kalkıp çıkacağımı söylemiştim. Camdan bakıyorum, havada bulut yok bugün. Sanırım, güneşli bir gün eşlik edecek Saint Petersburg sokaklarında bugün.

Kan Kilisesi’nin yaldızlı kubbeleri ışıl ışıl. Etrafı şimdiden turist otobüsleri ile dolu. Rehberler, kilise önünde birbirlerinin fotoğraflarını çekmeye çalışan yaşlı turistlere bağırıyor, otobüse binmeleri için. Farklı boyut, farklı renk ve dokudaki kulelerin ışıltısı ile kilise binasının kirli duvarları tezat oluşturuyor.

Altı kez suikaste uğrayan Çar 2. Aleksandr, 1881 yılında, burada ağır bir yara alarak, hayatına son verecek saldırıya uğrar ve ölür. Bir renk cümbüşü sunan kubbelerinde pek bilinmeyen şifreler vardır Kan Kilisesi’nin. En yüksekteki kubbenin 81 metrelik boyu, suikast tarihi olan 1881 yılını, ikinci kubbe ise 67 metre ile Çarın öldüğü yaşı ifade eder.

Beyaz Gecelerin hüküm sürdüğü, turizm sezonunun pik yaptığı bu günlerde, Kilisenin etrafındaki iş makineleri yol yapımı ile meşgul. Toz, duman ve gürültüden geçilmiyor. – 25 dereceleri bulan soğukta, elbette asfaltlama yapılamaz ama yoğun sezonda bu işlere girişmek, garip geldi bana.

Mihailovsky Parkının banklarından birine oturup, bugün gezeceğim yerleri planlıyorum. Önce, Fontanka Nehrinin sonundaki Sonsuz Ateş önündeyim. Marsovo Parkının çok bakımlı, yemyeşil alanının ortasında yanan ateş, Ekim İhtilali askerleri anısına yanıyor ateş, etrafında, Rusya’nın neo liberal politikaları ile tezat içeren kızıl bayraklar dalgalanıyor.

Az ileride Neva Nehrini Petrograd yakasına bağlayan Troçki Köprüsü ve civarında yoğun bir trafik var. Oysa, bu park bir vaha gibi. Bu akşam, bıraktığım çantamı, Nickolay’lardan alacak ve karşıda Petrograd’da oturan İvan’ın evine gideceğim.

Kentin aşıklarının buluşma mekanı Yaz Bahçeleri, çeşmeleri, konakları ile geometrik olarak planlanmış dinlendirici bir mekan. Ne yazık ki; kapısında bakım nedeniyle kapalı olduğu yazıyor. 1710 yıllarında Deli Petro için yapılmış, Yazlık Sarayı merak ediyor ve Fontanka Nehrinin, Neva Nehrine birleştiği noktada görüyorum. Şaşırtıcı bir tevazu içerisinde. Kimbilir kaç kez restorasyondan geçmiş, zira, oldukça bakımlı bu 18. y.y binası.

Dvortsavoya Bulvarı boyunca yürürken, Neva Nehri boyunca dizilmiş yapıları, Peter Paul Kalesini, sivri külahları ile Katedralin kubbelerini seyrederek, Dekabrist Meydanına geliyorum. 1825 yılında Rus İhtilalinin ilk kıvılcımı sayılan ayaklanmadan alıyor adını. Nikola iktidarının diktasından rahatsız olan bir grup subay ve aydın, Fransız İhtilali ile gelişen özgürlük fikirlerinin de ilhamı ile 14 Aralık 1825 tarihinde darbe girişiminde bulunmuşlar, ancak, başarısızlıkla sonuçlanınca çoğu idam edilmiş, diğerleri de Sibirya’ya sürgüne gönderilmiş. Petro’nun Bronz Atlı heykelindeki atın ayağı da ihanet yılanını tam bu noktada ezmekte. Tesadüf olabilir mi ? Bilemem. Bu kez öğrenciler doldurmuş heykelin etrafını.

Dekabrist Meydanının batısına düşen St. İsak Katedralinin arkalarında yer alan Kolonade-Sennaya bölgesine giriyorum artık. Amacım, önce, Sovyetler Birliği’nin ünlü yazarı Vladimir Nabokov müzesine gitmek. Bolşkaya-Morskaya caddesi 47 nolu binayı kolay buluyorum. Eski, ama bakımlı bir binanın giriş katındaki ağır kapıyı omuzluyorum. Loş salonun bir köşesinde oturan genç karşılıyor. İstersem Nabokov hakkında 30 dakikalık bir film izleyebileceğimi söylüyor. 1962 yılında Amerikalı bir gazeteci ile yaptığı röportaj esnasında dünya görüşlerini açıklıyor.

Vladimir Vladimiroviç Nabokov, 1899 ‘da bu kentte doğdu. 1917 devriminden sonra Rusya’yı terk ederek İngiltere ve Almanya’da yaşadı. Daha sonra A.B.D ‘ye yerleşti. 1955 ‘de meşhur romanı Lolita’yı yazdı. 1977 ‘de İsviçre’de öldü. Bazı eleştirmenler onun, delilikle, dahilik arasında gidip geldiğini söylediler. En büyük hobisi kelebek avcılığı idi. Bir de, aşırı bir anti-komünist. Öyle ki; A.B.D ‘ nin Vietnam’da yürüttüğü kirli savaşı dahi benimseyerek, dönemin Başkanına Vietnam halkına karşı yürütülen savaşın yanında olduğunu söyleyerek, bir aydına yakışmayacak davranışlar sergiledi.

1986 yılında, eserleri Sovyetler Birliğinde yasaklandığında, hayranları bunları mikrofilmler halinde çoğaltarak gizlice dağıtarak okunmasını sağlamışlardı. Müzede, özel hayatına ilişkin eşyaları, bu mikrofilmleri ve kelebek koleksiyonunu görmek mümkün. 1998 Nisanından bu yana, yaşadığı binanın giriş katı müze olarak düzenlenmiş ve giriş serbest.

Sırada, Dostoyevski’nin yaşadığı evi bulmak var. Gerçi, yazar, çoğu Sennaya’da olmak üzere o kadar çok ev değiştirmiş ki. Yakınlarda olması gereken birinin peşine düşüyorum. Ancak, Kiril harflerini karıştırınca, Kaznaçeyskaya yerine Kazanskaya sokağı 7 numara çıkıyor karşıma, alakasız bina epey de zamanımı alıyor. İnatla, Kaznaçeyskaya 7 numarayı arıyor ve buluyorum. Giriş çıkışlarını zenci grupların tuttuğu, her an belaya davetiye çıkaran sokağa girerken, dikkatle beni izliyor zenciler. Her evin kemerli ana kapısından zenciler girip çıkıyor. Binanın duvarında 1864-1867 yılları arasında burada yaşadığı yazılı gri bir plaketten başka bir şey görmek mümkün değil.

Lermontovsky prospekt ( cadde ) üzerinde büyük bir sinagog var. Dış cephesi bile ayrı bir iklimin, kültürün izlerini taşıyor. Katolik, Ortodoks dini binalarının aksine, Sinagog’da bizden çizgiler hissediyorum. Bizans stili bir atmosferi ve çizgileri var. Kapıdan girer girmez, küçük bir çocuk koşarak, raftaki kipalardan giymemi ikaz ediyor. Kipa, Yahudilerin kafalarına geçirdikleri küçük takkeler. Bembeyaz, tertemiz kipayı takıyorum kafama.

Mukarnaslı, sütunlu kemerler bir anda Ortadoğu’ya, Anadolu’ya götürüveriyor beni. Temiz, sessiz binanın girişinde George Bush’un burayı ziyareti sırasında çekilmiş fotoğrafları var.

Sadovaya caddesinin sonlarına doğru, kartpostallardan tanıdığım St. Nikola ( Nikolsky ) Kathedrali çıkıyor karşıma. Önündeki küçük kanalın karşısından beyaz mavi fasadı ve yaldızlı kubbeleri ile çok bakımlı görünüyor. İçeriye yoğun günlük kokusu hakim, tüm Ortodoks mabetlerindeki gibi. Yine kadınlar, küçük kağıtlara yazdıkları dilek notlarını, satış bankosundaki görevlilere veriyorlar, tabii para da. Pek anlamadım, ama, para ile dilek veya günah çıkartma gibi bir ritüel gibi geliyor bana. Katedralin diğer adı “ Gemiciler Kilisesi ), zira, Nikola gemicilerin azizi. İçeride harika ahşap ikonlar var.

Günlük kokuları arasından, tertemiz havaya çıkınca, rahatlıyorum. Admiralty Binasının önünden yine Hermitaj Müzesinin önüne geliyorum. Niyetim, yarın için, müzeye bilet almak. Ancak, müze ve gişe kapanmış. Meydandaki Aleksandr Sütunu ve ardındaki Genel Kurmay Binasının üzerindeki devasa atlı heykeller, güneşin kızıllığında çok güzel görünüyorlar.Aleksandr Sütunu, 1812 yılındaki Vatan Savaşı’nda kazanılan zaferin anısına dikilen bir anıt. 1830–1834 yılarında Mimar Ogust Monferran’ın projesine göre koyu kırmızı granitten yapılmış. İmparator I. Aleksandr’ın anısına anıta bu ad verilmiş. İyiliğin kötülüğü yendiğini sembolize eden bronz melek figürü, sütunu tamamlar. 47,5 m. yüksekliğindeki sütun, dünyanın en uzun zafer sütunu.

Saray Meydanı ( Dvortsovaya Poşad ) ve civarından biraz detaylı bahsetmek gerekir bence. Bu meydan, kent tarihi boyunca, bir çok dramatik olaya sahne olmuştur. Ortadaki Aleksandr sütununun ağırlığı 700 ton olduğu halde, mükemmel bir mühendislikle, zemine bağlanmamış ve kendi ağırlığı üzerinde durmaktadır. Meydanın güneyindeki Genelkurmay Binasının takındaki Zafer Arabası heykelleri gerçekten hayranlık uyandırıcı.

Karşısında, Barok ön cephe, ördek yumurtası mavisi rengi ile boyanmış, üstte ise heykeller sıralanmış. Dünyanın en güzel müzelerinden, Pariste Louvre ve New York’taki Metropolitan Müzelerinin eşdeğeridir.

Tarihöncesi yapıtlardan, 20. y.y sanatına kadar, 2.7 milyon parça bulunmaktadır. Parçaların her birine 10 saniye bakılsa dahi, tamamını görebilmek için, Müzede, durmaksızın 3.5 yıl geçirmeniz gerekir. Koleksiyon, Katerina tarafından 1760 yıllarında başlamış, sonra Küçük Hermitaj, Büyük Hermitaj ve Kışlık Sarayı da kapsayarak, şimdiki devasa komplekse kavuşmuştur. Yine de, koleksiyonun tamamı sergilenememekte.

Singer Binasındaki kitapçıya giriyor, kitaplar, tablolar ve kartpostallar arasında keyifle kayboluyor, biraz da kartpostal alıyorum. Nevsky Caddesi en çılgın saatlerini yaşıyor yine. Omuz omuza yürüyen kalabalıklar, trafik ışıklarının önünde büyük yığılmalara neden oluyor. Kanalların önü yine, megafonlarla müşteri kapmaya çalışan kadınların ilginç görüntülerine sahne oluyor.

Saat 21.00’e doğru, Aniçhov Köprüsünün at heykellerinin yanından Fontanka’ya sapıyor ve çantamı toparlayıp, Nickolay ve Yuka ile vedalaşarak, Neva Nehrinin diğer kıyısındaki Petrograd’da yeni mekanıma gitmek üzere çıkıyorum. Mihailovsky Kalesinin yanından Petrograd’a giden otobüslerin geçtiği durağı tarif etmişti Nickolay. 46 nolu otobüsü beklerken, durakta Estonya’lı bir gençle tanışıyorum. O da, Petrogradskaya metro istasyonuna gidecekmiş. Burada, felsefe eğitimi görüyor. Çok çılgın bir şehir, Estonya’yı çok özlüyorum diyor. Metro istasyonunda inerek, Bolşoy caddesi boyunca, Lenina sokağını arayarak yürüyorum. Çok geçmeden İvan’ın zilini çalıyorum.

İvan ve Aida Türkiye aşığı bir çift. Pek çok yeri biliyorlar. Aida, Başkırtistan Tatarlarından. Sempatik, düzenli ve aydın insanlar. Az sonra, evin anahtarlarını bırakıp çıkıyorlar.

Üzerimde günün yorgunluğu, notlarımı yazıyorum. Derken, İvan’lar dönüyor. Fotoğraflarıma bakıyorlar, beğenip, kopyalamak istediklerini söylüyorlar. Odamın camı, öndeki parka bakıyor. Yatmadan, dışarı bakıyorum. Parkın banklarında oturmuş kadınlı erkekli grup içki içiyorlar.

23.06.2011 ( SAİNT PETERSBURG )

Bugün Hermitaj Müzesini gezeceğim. Sabah, bilet kuyruğuna girmem gerek. Erkenden kalkıyor, İvan’lar uyurken çıkıyorum. Evin bulunduğu Lenina caddesi ile ana cadde Bolşoy köşesinde, Lenin’in iddiasız bir büstü var, küçük park içerisinde. Selam verip, aşağı Neva Nehrine doğru yürümeye başlıyor, Tuchkov Köprüsü üzerinden Vasily Adasına geçiyorum. Köprü çıkışında Makarova caddesi doğuya doğru Dvortsovy Köprüsüne, köprüde de, Hermitaj ile Admiralty binalarının ortasındaki Nevsky caddesinin başına çıkıyor. Sabah, metro veya otobüs kalabalığına girmektense, yürümeyi tercih ediyorum. Köprülerin sağlam gövdeleri ve korkulukları, tipik Sovyet çizgilerini taşıyor.

Toplam 20 dakikalık bir yürüyüşten sonra, Hermitaj önünde oluşmaya başlamış, bilet kuyruğuna dahil oluyorum.

Saat 08.30, SP üzerinde bir tek bulut yok bugün. Ben günümü, müzede içeride geçireceğim, oysa, dışarısı günlük güneşlik bugün. Kuyruk inanılmaz bir hızla büyüyor. Yandaki büfeden aldığım börek ve meyve suyu ile kuyrukta beklerken sabah kahvaltımı da yapıyorum. Saat 10.00’da ana kapılar açılıyor, içeri bahçeye alıyorlar. Müze girişi 400 R., fotoğraf makinesi için de 200 R. alıyorlar.

Bu kalabalıkta, kimde makine bileti olduğunu takip etmeleri mümkün değil, ama; keyfim kaçmasın diyerek 5 € veriyorum bilete. Elektronik bileti turnikede okuttuktan sonra girdiğim antrede, herkes gibi bende şaşkınım. Ne yana gitmeli, nereden başlamalı. Gerçi elimde müze planı var ama, tamamını bir günde gezemeyeceğimi bildiğim için, benim aradığım eserleri bulmak istiyorum. Mesela; Nikos Kazancakis’in hemşehrisi, El Greko, Ayvazovski, Leonardo Da Vinci, Monet benim favorilerim.

Altın kaplama ve mermerleri ile mekanın saltanatının ilk işareti olan Ürdün Merdivenlerinden çıkıyorum birinci kata. Ural Dağlarından getirilen, parlak yeşil taşlardan yapılan ihtişamlı süslemeler ile Malaşit Salonu, bende ilk allerjileri oluşturmaya başlıyor. Sanat eserlerine, tablo ve heykellere sözüm yok da; sömürgeci devletlerin kanla, vergi ve haraçla şişmiş zenginliğinin göstergesi olan bu şaşaalı mekanlar sinirlerimi bozmuştur. Ne yapalım, resim tablolarının salonlarına kadar katlanacağız. Yan taraftaki Beyaz Yemek Odası, Bolşevik İhtilalinde, hükümeti tutukladığı mekan. Katerinanın asma bahçeleri bakımda, yine de camdan göründüğü kadarı ile, üretimden çok sefahat kokuyor. 1812 Salonu, Napolyon’a karşı verilen varoluş savaşında görev alan 300 subayın portreleri ve hemen her yerde heykel ve resimleri ile göze çarpan Mareşal Kutuzov’un yağlıboya mükemmel bir portresine ev sahipliği yapıyor.

Sadece Leonardo Da Vinci’nin tablolarını barındırmış olması bile, Hermitajı çok değerli kılmaya yeter derler. Karşımda, Da Vinci’nin, 13. y.y ‘ın ikinci yarısından süzülüp gelen, “ Madonna ve Çocuk - The Litta Madonna “, “ Madonna ve Çocuk - The Benois Madonna “ tablolarını görünce, sanata, hele resime fazla aşina olmasam da, heyecanlanıyorum.

Yetmiş iki milletten insan, bu iki tabloyu görebilmek için yığılıyor. Profesyonek rehberler, mümkün olduğunca, grupları üst üste yığmaya çalışıyorlar ama, ne mümkün. Hele fotoğraf çekmek zorlu bir iş. Peşpeşe, çerçevelerin önünde patlayan flaşlara görevliler sert tepki verseler de, binlerce ziyaretçiden böylesi sanatçılar da çıkabiliyor. Zar zor, yansıyan ışıklara rağmen, fotoğraflayabiliyorum bu iki tabloyu.

İşin garibi herkes, bunca değerli sanat eserlerini fotoğraflamak yerine, önlerinde durarak, kendilerini de bu değere katmak hevesindeler. Gürültülü konuşmaları ile ne zamandır dikkatimi çeken Türk grubu salonun ilgi odağı oluyor. Zira, artık bıkmış olan görevliler, “ daha yüksek sesle ikaz ediyorlar; flaş kullanmayın, tablolara dokunmayın, radyatörlere oturmayın ” diyerek. Bizimkiler de söyleniyorlar; “ buralara kadar geldik, dünyanın parasını harcadık, dokunamıyoruz bile ! “ Bir ara yanımda duran kadına soruyorum; “ St. Petersburg için mi geldiniz ? “ diye. Kaprisle boynunu uzatıyor ve tıslar gibi; “ hayır, Moskova’yı gezdik, gazinolarında eğlendik de geldik. “ diyerek, kafasını çeviriyor.

Ne diyeyim, gezisinin 30. gününde, zavallı Metin, biraz nefeslenerek, Rubens’in pek çok tablosunun bulunduğu salonun yolunu tutuyor.

Çariçe 2. Katerina, Hermitaj Koleksiyonunu ilk oluşturan kişi. Hiç evlenmeyen, 24 sevgilisi olduğu söylenen Katerina’nın hayır ve şer terazisinde kazanıp, kaybedeceğini bilemem ama, bu eserleri bir araya toplamakla hayırlı bir iş yaptığı muhakkak. Bir de not; Ruslarla yapılan Prut harbinde Baltacı Mehmet Paşa ile çadır dedikoduları yapılan, bu Katerina değil, 1. Katerina’dır. Günahını almayalım.

Saat 14.30 olmuş bile. İkinci kata çıkıyorum. Labirent gibi salonlardan, yukarı çıkan asansörü ( başka türlü çıkmak ziyaretçilere yasak ) bulana kadar göbeğim çatlıyor. Renoir, Monet, Van Gogh, Gauguin, Matisse, Picasso, 17, 18, 19 yy Avrupa ülkeleri, Uzakdoğu, Çin, Amerika resim sanatının zirve eserleri bu katta. Salonun başka bir güzelliği de, belinde cop ve tabancası ile mini mini etekli sarışın polis kız.

Sadece üç tablosu sergileniyor El Greco’nun. Aslında Girit doğumlu olan Domenikos Thetokopoulos, İspanya’ya yerleşince, Yunan’lı anlamına gelen El Greco ünvanını almıştı. Aradığım tablolar yerine, Aziz Bernard, Aziz Peter ve Paul ile Alonso Ercilla y Zuniga tabloları çıkıyor karşıma.

Ayaklarımın yorgunluktan sürüklenmeye başladığı anlarda, Müze’nin giriş katındaki galeriye iniyorum. 2. Katerina’ya bir minnet daha. Antik Mısır, Helenistik Dönem, Arkaik ve Erken Klasik Dönem, Urartular, Demir Çağında Doğu Avrupa, Erken Klasik Dönem, Palaeolitik, Neolitik, Erken Bronz, Bronz çağlarına ait ve daha pek çok Antik değerlere ev sahipliği yapan koca salonu görünce hem şaşırıyor hem de korkuyorum, hepsini dolaşabilecek miyim diyerek. Anlaşılan biraz hızlanmam gerekecek. 3.5 yılda gezilebilecek bir müzeyi 7-8 saate sığdırmak nefes ve enerji istiyor. M.Ö 3-4. yy Etrüsk aynaları, M.Ö 4. yy üzerinde balık ve ahtapot resimleri olan toprak kaplar, M.Ö 340-320 yıllarına aitsavaş arabası süren kadın panosu, M.Ö 500 yıllarına tarihlenen Dionysos maskı, M.S 2. yy Hygia ( Sağlık Tanrıçası ) heykeli, M.Ö 2. yy’a ait Herakles’in aslanla savaşan heykeli gibi binlerce antik eser burnumun dibinde.

İlk defa gördüğüm ahşap Sargophagus’lar büyülüyor beni. Sargophagus’lar, antik lahitler, Türkiye’de Likya ve kısmen Roma Dönemine ait taş veya mermer oyma olarak karşımıza çıkar müzelerde. Ahşap olanını, günümüzde görmek heyecan verici değil mi ?

Neredeyse, uçsuz bucaksız denecek salonda, binlerce yıl öncesinde dolaşmanın heyecanı, yorgunluğumu, ayaklarımın ağrısını unutturuyor.

Tekrar üst kata çıkıyorum. Japon, Hint, Çin, Tibet, Moğol ve Bizans Sanat eserlerinin sergilendiği salondayım. Yaşlı kadın görevlilerin üzerine günün yorgunluğu çökmüş, sabırsızlanıyorlar müzenin kapanış saatinin gelmesi için, her hallerinden belli. Fildişi oymalar, ahşap oyma harika bir pano, 8 y.y ‘a ait Hindu kültürünün Ramayana figürlerini, son enerji kırıntılarımı da kullanarak, hayret ve merakla kullanılıyorum.

Artık, bitti diye neredeyse sevinirken, “ Arap Yolu “ isimli bir salon daha görüyorum. Son bir gayretle giriyorum, biliyorum, hissediyorum, pişman olmayacağımı. 1635-1636 yıllarında Kabe’den sökülmüş kapı, M.Ö 4000-3000 yıllarına tarihlenen terakota heykeller, Zerdüşt inancını simgeleyen motiflerle bezeli steller, Ürdün bölgesi yerleşik halklarından Nabatiyenler’in eşyaları, mezar taşları arasında kayboluyor, bir zaman tünelinin labirentlerinde dolaşıyorum.

Sabahtan beri ayaklarıma kara sular indi, insanlık tarihinde izler bırakmış pek çok eserin karşısında bulunmaktan sonsuz haz aldım. 2. Katerina’nın diğer alışkanlıklarının vebali O’nun boynuna, ama; koleksiyon merakı insanlığa büyük bir hizmet olmuş.

Saat 18.30. müze aslında 19.00’da kapanıyor, ama, hemen hepsi yaşlı kadınlardan oluşan görevlilerin çoğu, son saatlerinde sandalyelerinde uyukladıkları için, canları sıkılmış olmalı, teşhir salonlarının lambalarını birer ikişer söndürmeye başladılar. Personel merdiveninden oluk gibi, Dvortsovaya Ploşad’a akan görevlilerin arasına karışıyor, tertemiz hava ile karşılaşınca, bir anda başım dönüyor. Bir banka oturup, son kez, Hermitaj Müzesini seyrediyorum.

Bu arada, müzeyi dolaşırken atıştırdığım bisküvitlere rağmen, açlıktan midemin kazındığını hissettim. Bu kez Nevsky caddesi üzerinde bir restorana giriyorum. Rağbet gören bir yer olmalı, yarım saat kuyrukta bekliyorum neredeyse. Rusların meşhur borç çorbası, sebzeli et bira derken 239 R. ile, Hermitaj’ın mutluluğu üzerine, güzel bir ziyafet çekiyorum kendime.

Hava kararmaya yüz tutmuşken, sabah geldiğim yollardan iki köprüyü geçerek, Petrograd’a geçiyorum. Hafif çiselemeye başlayan yağmur, insafsızlık yapıp ıslatmıyor daha fazla. Kapıdan girerken Aida ile karşılaşıyorum merdivenlerde. Genç kadın işten geliyor. Bisikletini yüklenmiş, üçüncü kata çıkarıyor. İvan da, bisikletle gidip geliyor işe, karısı gibi.

Yorgunluk giderirken, İvan ve Aida ile sohbet ediyoruz Başkırdistan ve Saint Petersburg üzerine. Bu akşam, Novograd’dan bir Alman asıllı, CS arkadaşı daha gelecekmiş. İvan onu almaya gidiyor. Gece sokaklarda, sarhoş ve serseriler genellikle kendi yaşlarındakilere bulaşıyor, saldırıyorlarmış, o nedenle İvan’ın gelip almasını istemiş Alman genç. Fabian ve İvan da ancak benim kadar İngilizce biliyor. 24.00’e kadar devam eden sohbetimiz, İvan’ın, “ gelin sizi Saint Petersburg’un, Beyaz Gecelerinde gezdireyim. “ önerisiyle sona eriyor. Saat 01.00’de Neva Nehri üzerindeki köprülerin hemen hepsi yukarı kaldırılıyor ve gemilerin geçişi sağlanıyor. Işıklar içindeki köprülerin bu hali gerçekten görülmeye değer.

Bir zamanlar bizim Galata Köprüsü de bu güzellikleri sunardı. Nasıl oduysa önce yandı, sonra da, bin bir oyunla, şimdiki hilkat garibesi sabit köprü inşa edildi yerine. Neva Nehrinin büyük kısmına hakim bir noktadayız. Köprüler, üzerlerindeki aydınlatma direkleri ile birlikte teker teker açılıp, havaya kalkıyor. Pek çok yerden gök yüzüne laser ışıkları yükseliyor. Komünist Dönem haricinde, sürekli, keyif ve güzellik odağı olan SP, bu akşam da, tüm güzelliklerini sunuyor sanırım. Nehrin her iki yanında dizilmiş görkemli binalar, gece de ışıl ışıl.

Şii tarzında mimarisi olan bir caminin harika bezeli kubbesinin önünden geçiyoruz. Gün ışığında da mutlaka görmeliyim bunu. Ardından bir Sinagogun yanındayız. İvan, biraz da gururla; “ benim kentim çok kültürü barındırır. “ diyor, haklı olarak.

Fotoğraflarından tanıdık bir kruvaziyerin önüne geliyoruz. Işıl ışıl aydınlatılmış. Bir çok tesisatla, karaya öylesine sabitlenmiş ki; artık kolay kolay denize açılmaya niyetli görünmüyor. Aurora bu. 1900 yılında inşa edilen gemi, 1916 yılında, Ekim Devriminin arefesinde, bakım için, Saint Petersburg’a gelir. Fakat, mürettebatı ve Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin verdiği destekle devrimin simgesi olur. Kışlık Saraya hücum anında ilk ateş Aurora’dan açılır.

Sabaha kadar sürüyor, Neva kıyısında yürüyüşümüz. Fabian ve İvan güzel arkadaşlar. Sanki, yıllardır dostmuşçasına bir ortam içinde, Beyaz Gece yerini sabah güneşin ilk ışıklarına bırakırken eve giriyoruz.

24.06.2011 ( SAİNT PETERSBURG )

İvan, ısrarla yarına da kalmamı, üyesi olduğu yelken kulübünün teknesi ile Neva Nehrinde gezi yapacağımızı söylüyor. Moskova tren biletimi aldım, konaklama rezervasyonumu aylar önceden yaptım. Gezi programımı aksatmak istemiyorum. Yoksa, Neva Nehrinde, yelken yapmak, harika olurdu.

Akşam, geç yattığımız için, İvan işe gitmemiş bugün. Fabian, İvan’la mutfakta kahvaltı yaparken, dayatılan tüketim ekonomisinden, savaşlardan, insanların aptallıkları ile sonlarını hazırladıklarından konuşuyoruz. Tarih boyunca birbirini boğazlamış ül halkın, Rus, Türk ve Alman’ın aynı doğruda buluşması çok hoş.

Saint Petersburg’ taki son günümde, Petrograd yakasını dolaşacağım. Dün akşam önünden geçtiğim Lenin büstünün etrafını tellerle kapatmışlar, tamirat var anlaşılan. Bolşoy Caddesi boyunca Petrogradskaya Metro İstasyonuna, sonra, Karpovski Kanalından sağa Botanik Bahçelerine yürüyorum ( 80 R ). Sovyetler Birliğinin ikinci en büyük botanik bahçesi olarak ün yapmış. 22 hektar bir bahçe içerisinde, buram buran Stalin kokan, yıpranmış enstitü ve müze binaları ile demir konstrüksiyonlu büyük bir sera binası göze çarpıyor. Tabii; hemen hepsi ciddiyetle etiketlenmiş, rengarenk çiçek ve bitki kümeleri arasında çoğu yaşlı kadınlar dolaşıyor, genç öğrenciler, tuvallerini dizlerine koymuş, çiçeklerin resmini yaparken, birbirleri ile öpüşmeyi ihmal etmiyorlar. Yaşlı bir kadının elinde Sovyet yapımı, benim de gençliğimde kullandığım, 30-40 yıllık Zenith-E fotoğraf makinesi görünce duygulanıyorum. Uzun süre para biriktirerek alabildiğim ilk fotoğraf makinemdi ve fotoselli pozometresi ile şimdiki kolay makinelerin tersine, ayar yaparken fotoğrafın bilimini öğreniyordum.

Sonra; Petrogradskaya’nın ana artellerinden Kamenoostrovskaya Caddesi boyunca kuzeye yürüyorum. Sağda Graftio sokağının içinde, Sovyetler’in ünlü bas bariton sesi Chaliapin’in evinin önünde üzerinde büstü bulunan bir plaket var. Perdelere bakılırsa uzun süredir, müze eve giren çıkan olmamış.

İleride, Lopushinsky Bahçelerininin içinden geçen kanala eğilmiş ağaç dallarını ve yüzen yeşil baş ördekleri seyrediyorum bir müddet. Sonra, köprü üzerinden Kamenny Adasına geçiyorum. Popüler iki yere ev sahipliği yapıyor Kamenny Adası. İlki, St. John Baptist Kilisesi ki; 17 y.y ‘da yapılmış olan kilise çok restorasyon görmüş. Arkasında ise, Katerina ve oğlu tarafından yapılmış olan Kamennoostrovsky Sarayı var. Görkemli halinden pek eser kalmasa da, şimdilerde askeri sanatoryum olarak kullanılıyormuş. Yine de, bakımsız ve terkedilmiş bir hali var.

Kamenny Adasının havası gerçekten tertemiz. Sanatoryum seçilmesinin hikmeti bu olmalı. Nehir kenarındaki çimlere havlularını serip uzanmış Rus dilberler,bikinileri ile güneşe teslim etmişler bedenlerini. Solda, Kamenny Adasından Yelagin Adasına bağlanan köprüden geçerek, Budist Tapınağına gitmek mümkün ama, gün boyu o kadar çok yer dolaşacağım ki; zamanı iyi değerlendirebilmek adına, geri dönüyor ve geldiğim yolları yürüyerek Troçki Köprüsünün önüne kadar olan 3.5 kilometrelik yolu katediyorum.

Kamennoostrovsky Caddesinin sonlarına yakın, sağda, İvan ve Fabian’la gece dolaşırken gördüğüm caminin harika renkli kubbesi görünmeye başlıyor uzaktan. Timur’un, Semerkand’ta bulunan görkemli mezarı Gur e Amir’den esinlenilerek, mimar Nikolai Vasilyev tarafından yapılıp 1913 yılında 5000 kişilik kapasitesi ile ibadete açılan camii, kapalı. Sağını solunu dolaşıyorum, görünürlerde kimseler yok. Bana da, yandaki parktan, harika türkuaz fon üzerine işlenmiş renkli desenleri ile kubbe, dervaze ve minareleri kadrajlamak düşüyor. 49 metrelik minareleri ve 39 metre yüksekliğindeki kubbesi, Saint Petersburg üzerinde harika bir Şark rüzgarı estiriyor güzelim Moğol mimarisi ile.

Saint Petersburg, geldiğimden beri ilk kez sıcak ve bulutsuz. Troçki Köprüsüne girmeden, sağdaki Peter Paul Kalesine doğru yöneliyorum. Petrogad ana karasından koptuğu aşikar Zayachy ( tavşan ) Adasıva geçiyorum, köprü üzerinden. Kentin en görülesi yerlerinden olan kale, turistler için çok güzel pazarlanıyor. 350 Ruble vererek, tam bilet alıyorum. Yani, vakit hayli geç olsa da, kapanana kadar, mümkün olduğunca yeri görmek azmindeyim. Kale kompleksinin haritasını istediğim kadın, 18.30 ‘da kapanacağını söylüyor. 1.5 saatim var yani.

Elektronik bileti okuyarak geçiyorum turnikelerin ve ordu gibi kalabalık güvenlik görevlilerinin arasından. 1703’ de Petro ( ister deli deyin ister büyük, size kalmış ) bu adayı kazmaya başlıyor. Amacı, daha sağlam savunma mevzileri oluşturmak SP girişinde. Ne var ki; kalede, dışarıdan saldırı neticesi çatışma olmuyor ve kan dökülmüyor. Fakat, rejime kafa tutan devrimci örgüt üyelerinin işkence ve ölüm mekanı oluyor giderek. Daha sonra bu menfur mahalleri anlatacağım. Şimdilik, her gün saat tam 12.00’de, bir gelenek olarak ateşli silah sesi duyar kentte yaşayanlar.

Gezime katedralin içinden başlıyorum. 122 metrelik, incecik altın külahı ne kadar narin ise, binanın içi de o kadar görkemli süslü ve zengin. Başta Petro olmak üzere, pek çok Çar ve Çariçe burada yatıyor ve halk, çiçeksiz bırakmıyor lahitlerin üzerini, bunca Komünist Kültür geçmişine rağmen. Hatta, Ekim Devrimi ile devrilen Romanov Hanedanı’nın son üyesi Çar 2. Nikola ve ailesi de Temmuz 1998 de buraya getirilerek son uykularına bırakıldılar. Hanedan’ın din adamı Rasputin tarafından nasıl katledildiği pek çok kitap ve filme konu olmuştu.

İçerisi öylesine kalabalık ki; kollarıma çarpan, kendinden geçmiş ziyaretçiler yüzünden fotoğraf bile çekemiyorum. Bunca yaldız, altın ve debdebe üzerine kalabalık da eklenince, sonsuz uykudakileri bir de ben rahatsız etmemek için çıkıyorum.

Büyük Petro’nun kendi öz oğlu Aleksey başta olmak üzere, beğenmediği insanları hapsettiği yer olarak ünlenmeye başlayan Trubetskoy Hapishanesindeyim. 1872’de başlayan görevi süresince, Ekim İhtilalini hazırlayan pek çok örgüt ve insan burada psikolojik işkencelere ve izolasyonlara tabi tutuldu. “ Halkın İradesi “, “ İşçi Sınıfının Kurtuluşu Birliği “ üyeleri, Çarlık Hükümeti üyeleri, devrim sonrası Geçici Hükümet Üyeleri hep bu zindanlarda acı çekti. Dostovevski, Troçki, Gorki farklı inançlar ve sebeplerle burada yatan ünlü şahsiyetler. İşkence sırasında feryatların duyulmaması için, hücre duvarları izole edilmiş. 1x1 metrelik hücrelerden birine giriyor ve kapıyı kapatıyorum. Allahım, bu dayanılmaz bir şey, bir anda, dünya başıma yıkılıyor sanki, nefes nefes kendimi, arkadaki bahçeye zor atıyorum.

Kronshtadt isyanını çıkaran asker ve subayları da konuk etikten sonra 1924 yılında kapatılarak, müze olarak kullanılır. Kronshtadt; Finlandiya Körfezinde yer alan ve Saint Petersburg girişini kontrol eden Kotlin Adasındaki deniz üssünün kalesidir. 1921 yılında, henüz demlenememiş Devrim, halkın taleplerini karşılayamaz duruma gelir. Özellikle, Saint Petersburg halkının, gıda girişinin sıkıntılarla karşılaşması karşısında, rejime, durumun düzeltilmesi için uyarı yapan Kotlin Adası işçi, asker ve esnafı, Kızıl Ordu’nun kurucusu Troçki’nin, kimyasal gaz kullanma tehdidi ile karşı karşıya kalır. Gerçi buna gerek kalmadan; on gün süren Komünist Hükümet’in gönderdiği Kızıl Ordu ile isyancılar arasındaki çatışmalarda, on bin Kızıl Ordu mensubu, bir o kadar da isyancı öldürülmüş, yine bir o kadarı da çalışma kamplarına gönderilmişti. Böylece, isyancıların; hükümetin “ bütün iktidar Sovyetlere “ sloganına, “ partilere değil “ ilavesi pahalıya patlamış ve ne hikmetse, hiçbir Batılı ülkeden de bu sert katliam hiçbir tepki almamıştır. İşte bu isyan sorumlularının bir bölümü, Trubetskoy Hapishanesinin son mahkumları olurlar.

Her hücrenin kapısında, içeride yatan rejim muhaliflerinin listesi ve hayat hikayesi yer alıyor. Okumaya vaktim yok. Sonra, değerlendirmek üzere fotoğraflarını çekiyor ve bu meşum binadan çıkıyorum.

Vaktim daralıyor. Commandant’s House ( Komutanların Evi ), St. Petersburg’un Etnografisinden esintiler taşıyor. Katedralin, akla zarar kulesinin, projelendirme ve yapımı ile ilgili salonda, ihtiras ve servetin nelere sahip olabileceğini düşünüp duruyorum.

Vakit tamam, seni terk ediyorum Zayachy Adasının kan, işkence ve cenazesi bol mekanları.

Neva Nehrinin tam öte yanında Kışlık Saray ( Hermitaj Müzesi ) ördek yumurtası mavisi boyanmış duvarları ile uzanıp gidiyor.

Kamenoostrovsky caddesi boyunca, aynı yolları katederek, Petrogradskaya Metro istasyonun yanından Bolşoy Caddesine, sonrada Lenin’in büstüne, göz kırparak İvan’ların evine geliyorum.

Sabah İvan, akşama çatıya çıkıp, St. Petersburg’u havadan göstermek istediğini söylemişti. Teras kat sanmıştım. Resmen, çinko çatı üzerinde akrobasi yaparak, kiremitlerin en yüksek noktasına tünüyoruz adeta. Kentin belli başlı yerleri çok güzel görünüyor bu noktadan. Birkaç fotoğraf çekip, bu riskli yükseklikten inip canımızı kurtarıyoruz.

Bu gece, trenle Moskova’ya geçeceğim. İvan’ların önündeki otobüs durağından geçen 19 nolu otobüs, trenin hareket edeceği Moskovsky Vagzal’a gidiyormuş. Saat 10.00’a doğru, herkesle vedalaşıp, çantalarımı yükleniyorum. Çok geçmeden gelen otobüsle Vostanniya Ploşad’a ( Meydan ) varıyorum.

00.40 ‘da hareket edecek tren yaklaşık 9.30 saat sonra, Moskova’ya ulaştıracak beni.

Saat tam gece yarısı. İstasyonda hareketlilik hiç azalmıyor. Her on dakikada, Rusya’nın içlerine kadar pek çok tren hareket ediyor.

Dev panodan bineceğin 55 nolu trenin kalkacağı peron belli oluyor sonunda. Vagonumu, yatağımı buluyor, yerleşiyorum. Akşamdan uykusuz, günün yorgunluğundan perişanım. Hiç değilse, Moskova’ya zinde gidebilmek için, daha tren hareket etmeden uzanıyorum, uyumak üzere.

Az sonra bir adam dürterek uyandırıyor, Rusça bir şeyler söyleyerek, yatağımı gösteriyor. Aldırmıyorum. Daha sonra, vagon sorumlusu üniformalı kadınla geliyor. Kadın bileti istiyor, uzatıyorum. Elinle, aşağı in benimle gel işareti yapıyor. Üstelik çantalarımı da almamı istiyor. Hayırdır diyerek iniyorum. Biletin üzerindeki tarihi gösteriyor. O anda, kafamdan aşağı kaynar sular dökülüyor. Haklı. 24 Haziran 40 dakika önce bitti, bugün 25 Haziran. Ben, hep, sabah, Moskova’da olacağımı düşündüğüm ve gece boyu trenle gideceğim için olmayacak bir hata yaparak, tam yirmi dört saat sonraki trene binmeye kalkmışım. Kafama 24 Hazirana kadar St. Petersburg’da, 25’inden sonra Moskova’da olacağımı kazımışım anlaşılan. Böyle bir hatayı ilk kez yapıyor ve kendime kızıyorum. Yapacak bir şey yok. Sonraki saatlere Moskova bileti almak istiyorum, gişelerin hepsi kapanmış. Sırt çantam omuzumda, istasyon dışına çıkıyor, İvan’a telefon ediyorum. Uykulu bir sesle açıyor telefonu. Durumu anlatıp, “ gelebilir miyim ? “ diyorum. “ Tabii “ cevabı geliyor.

Metro da, şehir otobüsleri de çoktan seferden kalkmış. Üstelik, Cuma akşamı olduğu için, ortalık, alkol duvarını aşmış gençler ve serserilerle dolu. Petrograd’a taksi ile gitmek, bir yığın belaya ve astronomik fiyatlara davetiye çıkarmak olacak. Ne yapacağımı düşünürken, İvan arıyor. ” İstasyondan ayrılma, seni almaya geliyorum “ diyor. 20 dakika sonra, iri gövdesi ile geldiğini görüyorum. Anlaşılan bir korsan taksi tutmuş. Biniyoruz. Yollar sarhoşlarla dolu, pek çok yerde trafik kilitlenmiş, bir de, Neva Nehri üzerindeki köprüler açıldığından, dünyanın yolunu dolaşmak zorunda kalıyoruz. Anlaşılan, kendi başıma taksiye binmiş olsaydım, cebimdeki bütün paraları verecektim bu saatlerde.

Sabahın üçünde eve vasıl oluyoruz. İvan, internetten bilet almaya çalışıyor, sonunda, yarın, aynı saate 2100 Rubleye bilet buluyor. Taksiye verdiği 500 Ruble ile birlikte kendisine 2600 Ruble veriyorum. Akıl başın cezasını, cebimdeki paralar çekiyor bu kez.

Gerginlikten uyuyamam sanıyormuşum, uyumuşum, hem de deliksiz.

25.06.2011 ( SAİNT PETERSBURG - MOSKOVA )

Bir tatil sabahına hepimiz geç uyanıyoruz. Moskova’da rezerve yaptırdığım Godzilla Hostel’e, bir gün geç geleceğimi bildiren mail atıyorum. Couchsurfing’ de, kafama göre profil bulamadığım için, Hostel’de kalmayı tercih etmiştim.

Her işte bir hayır var dedikleri gerçekten doğru. Saint Petersburg yakınlarındaki Peterhof’u ( Petrodvorets ) çok görmek istediğim halde, gidememiştim. Sonra da Yusupov Sarayını ziyaret ederim. Fabian, Peterhof’a dün gitmiş. Hermitaj’ın arkasından, hidrofillerin gittiğini söylüyor. Peşpeşe kalkan hidrofillerden birine biniyorum. Gelemeyeceğim için İvan da tekne gezisini yarına kaydırmış, kısacası Neva Nehrinde gezmek hidrofil ile kısmetmiş bana. ( Tek yön 500 R. - Çift yön 800 R. )

Neva Nehrinin durgun sularında seyreden yelkenli tekneleri seyrederek yirmi beş dakika sonra Peterhof önündeki büyük iskeleye yanaşıyoruz. Eski kentin, Donanma Binasının, Peter Paul Katedralinin altın külahının pırıltıları arasından geçerek, Neva Nehrini bitirip, Baltık Denizinin daha doğrusu Finlandiya Körfezinin başladığı sulara giriyoruz. Dev krüvaziyerler, Saint Petersburg’un turist kapasitesini gözler önüne seriyor. Rehberlerinin flamalı değneklerinin ardında, müzeden müzeye seğirten yaşlı turistler genellikle kruvaziyerlerle geliyor. Denize kadar akan sular, harika kaskadın içinden geçiyor. Nereden geliyor bunca su diye bakınırken, kendimi bilet gişelerinin önünde buluyorum. Peterhof içinde, gezilecek her yer ayrı ücretlendirilmiş. Aşağı park 400 Ruble. Diğer farklı bölümler için farklı ücretler ödemek gerekiyor.

Eyvah, her yerden, her yönden oluk oluk insan akıyor buraya. Denizden, karadan ve trenden, anlaşılan bugün de omuz omuza gezilecek Peterhof’ta. Denizden gelişlerde, Aşağı Bahçe bilet gişeleri çıkıyor önce. Yazlık Sarayın ardındaki Yukarı Bahçe ise, tren ve otobüsle gelenlerin ilk girdiği bölüm.

Kaskat boyunca akan suları besleyen 64 çeşme, 142 fıskiye ve mitolojik kahramanlara ait 37 adet yaldızlı bronz heykel, Büyük Petro’nun İsveçlilere karşı kazandığı zaferin anısına yapılan Sarayın önünde yer almakta. İkinci Dünya Savaşında yerle bir olan Peterhof Sarayı ( söylendiğine göre ) aslının aynı, yeniden düzenlenmiş.

Petro, Saray’dan, Finlandiya Körfezindeki donanmasını seyredermiş. Şimdiden yüzlerce kişi, Büyük Saray içerisindeki ihtişamı görebilmek için kuyruğa girmişler. Yandaki şapelin yaldızlı kuleleri, Rus Ortodoks Dini Yapılarının tipik bir örneği. Sağ tarafta, yemyeşil bakımlı bahçeler içerisinde uzanıp giden, Aleksandr Parkından sık sık çığlıklar yükseliyor. Bunca kalabalığın yürüdüğü patikalara yerleştirilen gizli fıskiyelerin sürprizi sonucu, bir anda sırılsıklam olan ziyaretçilerden geliyor bu çığlıklar.

Bir levha çarpıyor gözüme, çok da iddiasız. “ Büyük Ekim Devriminden sonra, bu park emekçi halkın parkı oldu. “ yazıyor üzerinde.

Sanat, savaş, ustalar, sanatkarlar, komutanlar, din adamları, dindarlar, halk, bitmeyen sömürü döngüsü. Bunları düşünüyorum, dolaşırken.

14.30’da, tekrar bindiğim hidrofille Hermitaj’ın arkasında, Neva kıyısında iniyorum. Moika Kanalı kenarındaki Yusupov Sarayına yürüyorum, iner inmez ( 500 R) Göğsüme bir kağıt yapıştırıyorlar, rehberin peşine takılacak çoğunluk tamamlandıktan sonra başlıyoruz dolaşmaya. 80 yaşlarında bir İngiliz grup ve jet hızıyla konuşan ve gezdiren bir rehberle birlikte birbirinden şaşaalı salonlarda dolaşıyoruz. Kırım asıllı Tatarlar’dan olan Feliks Yusupov, Çar 2. Nikola’nın kız kardeşi ile evli. Soydan gelen zenginlik, aristokrasi ile birleşince, ünlü sanat koleksiyoncusu Yusupov, Moika Kanalı yanıbaşına Moika Sarayı da denilen, Paris, Versay Sarayı ile yarışabilecek bir saray inşa ettiriyor.

Nureyev'in de sahneye çıkmış olduğu şık tiyatro salonuyla, yağlı boya tablolarıyla donatılmış galerileriyle, konser salonlarıyla, Fas tarzı döşenmiş oturma odalarıyla Yusupov Sarayı çarlık döneminin nasıl da şaaşalı olduğunun kanıtı.

Yusupov Sarayı esas bir suikast olayıyla da tarihin sayfalarına girmiş. Esrarengiz kişiliği bugün dahi kafalarda soru işaretleri yaratan ünlü Rasputin burada öldürülmüş. Yusupov Sarayı'nın mahzeninde 16 Aralık 1919 tarihindeki suikast gecesi, Rasputin'in balmumu heykeliyle canlandırılmış.

Çar II. Nikola eşi Çariçe Aleksandra'yı hipnoz gücü sayesinde etkisi altına alan ve aileye istediğini dikte ettiren Rasputin'in en azılı düşmanları arasında Feliks Yusupov da var. Yusupov, 16 Aralık gecesi sarayına Rasputin'i davet ediyor. Rivayete göre, kadınlara aşırı düşkün olan Rasputin, Yusupov'un karısına da biraz tutkun. Daveti kabul etmesinin niyeti genç kadını görmek. Yusupov, çalışma odasının bulunduğu mahzen katında Rasputin'i ağırlıyor.
Kendisine siyanürlü şarap ile kekler ikram ediyor. Hikáyenin burası biraz muğlak. Zira siyanürün Rasputin üzerinde öldürücü etkisi olmamış. Feliks Yusupov hemen üst kata çıkarak arkadaşlarını alıp yeniden Rasputin'in yanına geliyor ve bu kez ateş ederek işini bitirmeyi deniyor. Rasputin avluya doğru kaçmayı başarıyor. Peşinden gelenler yine ateş açıyor ve yere yığılan Rasputin'i çarşafa sarıp Neva nehrine atıyorlar. Üç gün sonra nehirden çıkartılan ceset yine insanları şaşırtıyor. Çünkü otopsi raporuna göre, Rasputin ateşli silahlardan değil boğulma nedeniyle ölmüş. Yani nehre atıldığında canlı.

Rasputin suikastıyla ilgili bugün dahi ortaya değişik iddialar atılıyor. Bunlardan bir tanesi suikastta İngiliz ajanların da parmağı olduğu iddiası.I. Dünya Savaşı'na karşı olan Rasputin'in çarı bu konuda etkilemesinden çekinen İngilizlerde olaya bulaşmış.

Zamanına göre, büyük bir zevkle döşendiği anlaşılan Saray’da, pek çok yatak odası farklı tarzlarda tefriş edilmiş. Odalar, toplantı ve tiyatro salonu zevk, servet ve aristokrasinin debdebesini yansıtıyor. Tiyatronun en ön sıralarına oturduğumda, bir an zaman tüneline girmiş hissediyorum kendimi. Görevliler ne gruptan ayrılmaya, ne de, fotoğraf çekmeye izin veriyorlar. Rasputin’in, şimşek gözleri geliyor aklıma, ürperiyorum.

Gostini Dvor yakınlarında yeni keşfettiğim restoranda, bu gece gerçekleştireceğime inandığım tren yolculuğuna çıkmadan önce, sıkı bir yemek yiyorum ( 329 Ruble ). Ardından, felaket bir yağmura yakalanıyorum. Gostini Dvor metro istasyonundan bindiğim metro ile Petrogradskaya istasyonuna geliyor, Lenina caddesine girerek İvan’ların zilini çalıyorum. Gerçi, İvanlar da, diğer CS arkadaşlarım gibi, evlerinin anahtarlarını verdiler ama; ben kullanmak istemiyor, özellikle geç girmeye çalışıyorum evlere.

Dün istasyonda, elindeki e- bileti kabul etmeyen vagon görevlisi ile tartışan bir genç kız görmüştüm. Anlaşılan, bir de bu işlemi yapmam gerekecek.

Aida’nın arkadaşları gelmiş, Tatar asıllı ama, hepsi de çok narin ve güzel insanlar. Dereden tepeden sohbet ediyoruz. Sonra, ikinci kez vedalaşarak, çantalarımla 191 nolu otobüse otobüse atıyorum kendimi. İlk sokulduğum gişedeki kadın, yüzüme bile bakmadan başka gişeye gönderiyor. Oradaki, elimdeki çıktıya bakıp, önüme fırlatıyor kağıdı, Rusça bir şeyler söylüyor. Korktuğum başıma geliyor. Görünürde ne İngilizce bilen var, ne de danışma bürosu. Uzaktan beni izleyen genç, başıma gelenleri görmüş olmalı, uzayıp giden kuyruktakilere bir şeyler söyleyip, gişeye yakın bir yere girmemi sağlıyor, itiraz sesleri yükselse de, duymuyorum. Kadın, elimdekiçıktıyı alıp okuyor. Bu iyiye işaret. Hiç değilse ilgilenecek anlaşılan. Pasaportumu isteyerek, adımı ve imzamı yazmam için bir kağıt uzatıyor. Oh, sonunda bileti uzatıyor. Yardımcı olan gence teşekkür ederek, biletim elimde, uzaklaşıyorum gişelerden.

Yine Baltık Ülkelerindeki rahat ve sorunsuz gezilerimi hatırlıyorum. Moskovsky İstasyonu yine kaotik. Büyük salonun ortalarında yer alan Deli Petro büstünün kaidesinin dibinde yer bulabiliyorum, oturmak için. Notlarımı yazıyorum, dizimin üstünde. İki de bir yolcuların köpekleri gelip, defterimi kokluyor.

Saat 23.00 oldu. Bir vagona girebilsem de yatağa atsam kendimi, anında uyuyacağım. Bir kırıklık var vücudumda.

Yirmi dört saat önce beklediğim 55 nolu trenin hareket edeceği peron nosunun yanmasını bekliyorum, uykulu gözlerle, dev ekranda. Yine, dünkü gibi, katarın en sonundaki vagona yürüyorum. Bu akşam tren tenha. Verilen paketi açarak, çarşafımı, yastık kılıfımı çıkarıyor, yatağımı hazırlıyor ve tren hareket etmeden uzanıyorum.

Gece boyu Moskova’ya doğru ilerleyen tekerleklerin, raylardaki ritmik sesleri ile uyuyup uyanıyorum. Bakalım Moskova’da neler görecek ve yaşayacağım.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..