Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

ZEREN KEZİBAN KARAASLAN

http://blog.milliyet.com.tr/zerenkezi

02 Mart '09

 
Kategori
Edebiyat
 

Şairim öldü

Şairim öldü
 

“Şairim öldü
şiiri yanımda yedek gülümseme”

(Öztürk Uğraş)

Antep'e gelmeye hazırlanıyordum; coşkumu ve hüznümü paylaşmıştık seninle oturup... Sıkışıp kalmışlığımı, uzaklara tutukluluğumu hissediyordun....Gitme diyememiş, "Koyup kendini bir mektup gibi şişeye atıyorsun denize, işte bu yanını seviyorum " demiştin... Ateşte yanarken İbrahim peygamber, karıncanın su taşımasına benziyordu halin...
Odeyseus gibi kendi adama gidecek yolu arıyordum belki de, zorlu uzun ve yorucu olduğunu, yapmam gerekenleri anlattın yalnızca ve yolu benim bulmam gerektiğini düşündün sen de odeyseusa yolu anlatan büyücü gibi...
"şiir ki tek kişilik isyandır
derin sular kuşanır/seslen
seslen
ve çocuklar adına karanlıklara
sarkıntılık et
bu da senin kötü alışkanlığın olsun" diyordun bana...

Antep'e geleli bir yıl olmuştu! Aya bölersen oniki ay, haftaya bölersen elliiki hafta, güne bölersen üçyüz altmışbeş gün, saate bölersen...
Geldiğim dönemdeki coşkum gittikçe azalmıştı ! Yapayalnızdım burada... Üretim ve gelişimden uzak rutin günlere teslim olmak üzereydim aslında... Yeniliği, yenilenmeyi, yeni şeyleri seven ben, teslim olmak üzereydim... Ve gittikçe daralıyordu dünyam... Ve bu hallerdeyken ahvalım,
"ey şair giz nafile, vardığın yerde yenildin izine
narda külsün, sıcak hançerden geç, çırp kertilerini
gül şiirin içli kötülüğüdür, düş devletin gözünden
uzağa götürülen atlara sözler ver nakışlardan
peştemalı bilen bir ağlama seç gurbetine
bil ki düzlükte başını belaya sokmayanın
sise ayaklarını uzatan dağlara bakmaya hakkı yoktur" diye şiirini okudun telefonda...
Dostluğunu hep hissettiriyorun bana her daim...
İçim acıyor ağlayamıyorum...Yayla dolaşıyorum yaylalarda okum yok, rüzgarım kaybolmuş, börtü böcek uykuda... Çoban kavalını daha bir acılı çalıyor dağlarda... Koyunlar hüzün, eylül hazan, kelebekler ölüm diyorlar durmadan... Ölüm diyorlar bir yandan uykularımı bölen sessiz çığlıkığı bir yandan Rahmaninov un besteleri, bir yandan gerilla düşü ve düşüşündeyim... Edit Piaf ım Paris sokaklarında, Sokratesvari baldıranlar içiyorum, Tagoranın şiirlerini ezberliyorum....Pavese nin acısında Tezer Özlü nün hükmündeyim... Ahlat ağaçları sedirler, bir avuç İstanbul topluyor koynuma dolduruyorum düşümde, iyileşeyim- iyileşesin diye konuşuyor konuşuyorum uzun uzun, ama kıpırdamıyorsun o çölde, içim yanıyor dönüyorum yine yaylalara şifalı bitkilerle çiçekler toplamaya... Menevişler katıyorum getiriyorum içiremiyorum, içim ağlıyor...
Son kitabındaki:
"zaman yatağa düşer
tek mülk hiçliktir
ve çöl sahidir" dizeleri seni hatırladıkça, sessizce eşlik ediyorlar bana...
Evet şiirinde bahsettiğin sahi çöldesin hiçlik kavramına yollandın, ne desem ne etsem boş... Vardın ama şimdi yoksun yanımızda... Şimdi bir düşü hatırlar gibi hatırlıyorum anılarımızı...Azadeyim yalnızca, suskun ve azade... Ne felsefe ne bilim ne Mısırlılar ne de Gılgamış çözmedi çözemedi bu sorunu... Gittin, yazdıklarınla bizi bırakıp başbaşa...
Montaigne Denemeler’inde kaybettiği dostunun ardından ; ”Onsuz yorgun ve bezgin sürüklenip gidiyorum:tattığım zevkler bile, beni avutacak yerde ölümün acısını daha fazla arttırıyor... Ne yapsam, ne düşünsem onun eksikliğini duyuyorum. O da benim için elbette aynı şeyi duyardı. Çünkü o, diğer bütün değerlerinde olduğu gibi dostluk duygusunda da benden kat kat üstündü” diyerek dile getirmiş kederini... Ve ben de her gün böyle yaşıyorum...
Hani hep derdim ya sevilmemiş insanlar bulup seveceğim iyileşsin diye, gülerdin hep, çok hoşuna giderdi... : "sevilmemiş-sevilememiş insan nerden anlayacak sevildiğini, nasıl algılasın bilmediği bir şeyi... Bunu dene tartışalımşalım..." demiştin Hep böyle değerlendirirdik olayları... Ve ne çok şey öğrenirdim ben de... Böyle birini sevdim ve sen haklı çıktın biliyor musun?... Ama ne öğrendiğimi bilmiyorum, (belki de yaşamın iki yüzlülüğü... Oscar Wilde in romanı Dorian Gray in Portresi ni yeniden okumam gerek)....Üstelik iyileşmedi de... Şimdi 'Birinci Linç’ adlı şiirinin son dizeleri sarıyor uykularını paramparça edip...
"lal'ım ah lal'ım karanlığın soysuz düşman kapılarında
suyu bıçaktan geçiren o hiç'liğin gelmesini bekliyorum
elbet benim de linç sıram gelir..."
Yoktan yolculuklardan geldik, suyla başladı her şey... Bir şiirinde "şairsen bil/su sahidir" diye bir dize var hani... Sahidir ama sularımızı kirletiliyorlar nedense ...
-Biz haklıysak sevdamızda sessizlik kendi sesimizdir bu denizi olmayan kentte- Dedim ve konuştuğumuz -kurguladığımız gibi bir Sanat Evi oluşturmayla boğuşuyorum şimdi ve burada yaşıyorum artık...
ARK SANAT EVİ'ni yokluk ve yoksullukla da olsa açabilmenin ve bu duyguyu paylaşan insanlarla buluşabilmenin verdiği güven ve huzuruyla yazıyorum sana bu mektubu... Ve düşlediğimiz İstanbul dışından çıkacak bir dergi projesini hayata geçirebilmek, beni heyecanlandırıyor!.. Keşke sen de olsaydın... İstanbul da çıkan dergileri bize ulaştıracaktın... Ekmeğin ve Suyun Tanrısı, Fıratın Su Yüzlü Çocukları ve Hay benim Boynum Kopsun adlı kitaplarını alıp buraya gelecektin... Şiir atölyesi için kolları sıvayacaktın...
Karıncanın adımıyım İsa nın elleri, kendi enkazımızdan yaratırız yine kendimizi....İşte böyle başettik acılarla, zorluklarla, çünkü yaşam alabildiğine cömert, acı ve zorluk konusunda...Hangi çelişkilerin bütünüyüz ve hangi çelişkilerin rengini yansıtıyoruz...
Esse rüzgar yağsa yağmur susup kalmasak böyle elleri bağlanmış umarsız... Sitemin gelir aklıma...
"sevdiğim ikili yaşlanmaya yanaşmıyor
devlet kapısına düşmüş vanlı'lar gibi kederliyim" derdin ve sevgiye verdiğin önemi tarif ederdin ...
Klişeleri kırmış, kabadayılıktan uzak duygusal feveranlıkla gölge düşürmezdin şairliğine... Arasıra yalpalasan da hükümsüzdü, cennetindi şiir... Tedavülde olan hep şiirin, rakın ve her zaman koltuğunun altında mutlaka bulundurduğun iki kitabın...
"arkadaşlar..arkadaşlar
kaçak yapılar gibi tedirginim
belki yaza çıkamam, üstümde kalmasın
yaralarımın size selamı var
acılarım da gözlerinizden öper"dizelerinden okurduk acılarını, bizlerle paylaşmaz , şiirine saklardın...
Yaşam alanlarımızı ilhak etmek isteyenlerle başa çıkma çabalarımız aynıydı... Şiirin sarhoş eden rüzgarına kaptırmıştık kendimizi, ikimizinde reelle arası açıktı hep... Yaşamın, doğrusuyla, gerçeği hangisiydi bakar dururduk karıştırırdık hep...Bazen öznesi olurduk, bazen nesnesi bu karışıklığın... Ve en çok da çelişkilerimizi okşardık...Çelişkinin evrenselliğini anlatırken antagonizmle (uzlaşmaz karşıtlık) ne kadar ender karşılaştığımıza bakakalırdık... "Öğrenilmiş Acizlikten" kurtulmamızı sağladığını bilen edasıyla uzaklardaydı...Çelişkinin bu en keskin anı, kabuğunu kırma anı belkide... Ama hep şahikalardaydı , gerekliliğine bu kadar ihtiyaç duyulmasına rağmen... Nedeni kendimiziz;
"ey açık renklli ses
ey hayatımın büyük yemini şiir
imkanlar sokağına düşen cinnetim, lütfen kavga!"derdin...
Maddenin gaz hali bunlar derdin sloganlarıyla ben varım diye bağıran ve kendini ispatlama dersini varedip, iyi çalışanlara.... Ve yaşamımıza girme çabalarına kızardın çok... Sevgili İbo da; duranlar durmayanları sevmezmiş sen de Antep te sevilmeyeceksin niye durmuyorsun diye yazmış mektubunda bana... Duranların yaşamımızda ne işi var ki, zaten sevemez böyleleri dedim ve sen olsaydın, “bizi bizim gibiler sevsin” derdin tüm ciddiyetinle değilmi dostluğun gülen yüzü...
..."Her ölüm erken ölümdür" demiş Cemal Süreya...
.. Evet çok erkendi senin için hem de çok erken...
Talat Halman; “Eski Mısırdan Şiirler” kitabında Eski Mısır felsefecilerinin, ölüm ve ötesiyle ilgilendiklerini ve bu alanda kadim metinler bırakmış olduklarından bahseder ve o metinlerin en önemlisi Ölüler Kitabı’ndan alıntı yapar...:
“Ben dünüm, bugünüm, yarınım
varlığımla dolmayan gün yoktur.
Benim açtığım yoldur şimdiki çağ”
Senin açtığın yollarda olacağız şiirimizle biz de... Ve kendi adamızı bulmaya...

Keziban Karaaslan


 
Toplam blog
: 35
: 573
Kayıt tarihi
: 18.02.09
 
 

Bağımsız bir yaşam sanatsız düşünülemez! diyen bir kaç yıldır Gaziantep' te yaşayan, kamuda çalışan ..