Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

30 Eylül '11

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Sakız (Chios) Adası gezi notları

Sakız (Chios) Adası gezi notları
 

sakız ( chios ) adası, pirgi köyünde hios bezemeler


19.09.2011 ( MARMARİS - ÇEŞME )

Her yıl gelenek haline getirdiğimiz Eylül’de Ege ve Akdeniz gezisine bu yıl Sakız Adasını da dahil etmeyi planladık, eşimle. Fethiye ve Marmaris’ten sonra Çeşme’ye geliş nedenimiz bu.

Sakız Adasına giden firmalar arasında süren kıyasıya rekabet sonunda, feribot yolcu ücretleri neredeyse dolmuş fiyatına kadar inmiş. Gümrük binasında rakip iki firmanın ofisleri yan yana. 9 € ‘ya götürüp getiren Ege Birlik ofisi açık, ama, görünürlerde kimseler yok. Hemen yandaki Ertürk ofisinde, boynunda kokartı ile oturan gence yaklaşıyor, bu anlamsız rekabetin nedenini soruyorum. Sektöre sonradan giren ve ulaşım standartlarını yakalamamış diğer firmanın politikasından kaynaklandığını söylüyor. Ertürk, 10 € fiyat istiyor gidiş-dönüş bilet ücreti olarak. Sonunda dayanamamış olmalı, hayli farklı olan fiyatını indirmiş. Aylar önce neredeyse boş gidip gelen Ertürk yerine, şimdi Ege Birlik, milli serveti heba ederek bomboş gidiyor, 1 € luk avantajına rağmen. 22 Eylül dönüşlü biletleri alıyorum.

Başımızın belası, yurt dışı çıkış harcını şimdi almamın iyi olacağını, sabah kuyruk olabileceğini söylüyor görevli. Gümrük binasındaki vezneden 2x15 TL. bayılarak, ülkem ekonomisine naçizane bir katkıda bulunuyorum. Bu arada, pasaport polisi ile sohbet başlıyor. Yeşil Pasaportlulardan bıktıklarını, bu yaz çok yoğunluk yaşadıklarını söylüyor. Çoğu günübirlik gidiş-dönüşler yapıyormuş. Pasaportumdaki vizeleri, giriş çıkışları görünce; “ aman abi, lafım sana değil, yanlış anlama “ diye düzeltiyor.

Sonrasında, sert bir rüzgarın serinliğinde Ilıca Plajına gidiyoruz. Ne var ki; okulların açılması, artık; yaz sezonunun bitişini ilan eder oldu. El etek çekilmiş, rengarenk plaj şemsiyeleri, insanları çekip gitmişler. Denizin o harika menevişlenmesinden eser yok. İzmir kumrusu ve bira dahi ısıtamıyor Ilıca Plajını artık. Denize girmeye cesaret edemiyor, soğuktan ürperen tenlerimizi daha fazla üzmemek için, Alaçatı’ya hareket ediyoruz.

Son yılların gözde tatil beldesi Alaçatı’da, şimdiden kış uykusuna hazırlamış kendini. Bodrum’un, yıllar önceki bohem atmosferini, hızlı bir şekilde yakalayan, tüm fiyatların astronomik boyutlara yükseldiği Alaçatı’ya neden bunca rağbet edildiğini anlamasam da, yerel taşlarla donanmış, ahşap cumbalı evlerine oldum olası tutkunum. Sörf Merkezini gören bir tepeden, rüzgarlı ama dalgasız sularda sörf yapan sporcuları izliyoruz uzun süre. Bir de, aniden suyun içine düşme olmasa, bayılıyorum sörf sporuna.

Çeşme’de, pansiyonlar hala, yaz sezonu fiyatlarını uygulamaya çalışıyorlar. Kentin, yüksek noktalarından birindeki Saffet Otel, kocaman bir pankartla fiyatını 30 TL’ ye ( kahvaltı dahil ) indirdiğini yazıyor. Giriyoruz.


20.09.2011 ( ÇEŞME - CHİOSTOWN - ADANIN KUZEY KÖYLERİ )


Sabah kahvaltı yaparken, otelin Uşak, Eşmeli işleticisine, aracımızı iki gün otelin önünde bırakabilir miyiz diye soruyorum. Memnuniyetle diyor. Feribot 09.30 ‘ da hareket edecek. Otelden, limana yürürken, bir zamanlar, deniz dalgalarının dövdüğü Çeşme Kalesi ve önündeki Kaptan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa heykelinin önünden geçiyoruz. Çeşme Kalesi, denizin doldurulması ile artık dalgalarla haşır neşir değil. Hasan Paşa ise evcilleştirip yanında gezdirdiği aslanı ile yan yana ve heybetli hala.

Gümrükte pasaport kuyruğundayız. Ağır gidiyor, hemen herkes yeşil pasaportlu gerçekten. Çoğu yeşil pasaportlular, belli ki; ilk defa çıkış yapıyorlar, yurt dışı çıkış harcından da bihaberler. Kuyruktan çıkıp, pulu alıp tekrar geliyorlar, havasız salonda bekleme süremiz de giderek artıyor böyle olunca.

09.30 da hareket ediyoruz, gökyüzü kapkara bulutlarla örtülü Çeşme üzerinde. Sakız semaları şimdilik güneşli görünüyor. Sakin bir seyir sonrası Sakız Adası giderek yaklaşıyor ve sadece 7.5 deniz mili ( yaklaşık 15 kilometre ) mesafedeki adanın merkezi Chiostown’ın küçük iskelesine yanaşıyoruz. Yunanlı’ların geleneksel yavaşlığını bildiğimden, pasaport polisinin önünde, ilk sıralarda yer alıyoruz. Buna rağmen yarım saat sonra, giriş damgası vurulmuş pasaportlarımızı uzatıyor, polis.

Limanın önünde uzanan Neoron Caddesinde ilerliyoruz, sola dönerek. Daha önce, internetten bulduğum Amalia Rooms’a yürüyoruz. Caddenin adı değişiyor, Aegeou Ave ( caddesi ) oluyor. Adanın restoran ve kafelerinin dizildiği kordonboyu burası. Çok geçmeden, Omuriou caddesi ile kesişen noktada 9 noda Amalia Rooms levhasını görüyorum. Alt katta da, kiralık araç ofisi bulunduğu için, burayı tercih etmiştim. 35 € istenen odayı bir gece için verebileceklerini söylüyorlar, 25 € istenen odanın banyosu dışarıda. Fakat, tertemiz bir katta, beş odalı tesisin her tarafı pırıl pırıl. Kabul ediyoruz. Marina, liman ve ötelerde Çeşme’nin silüeti uzanıyor. Gerçi, her adada olduğu gibi burada da, motorsiklet trafiği yoğun olduğundan gürültü ve zaman zaman da, rüzgarla, denizden hoş olmayan kokular yayılıyor.

Çantaları bırakıp, az önce oda için pazarlık yaptığım, şişman genç Manolis ile bu kez, kiralık araç pazarlığına girişiyorum. Ama, nuh diyor, peygamber demiyor. 25 € 125 kilometre limitli bedeli, ısrar edince, iki gün 50 € limitsiz kilometreye çevirebiliyorum ancak. Gerçi, bundan önce de; hiçbir adada, daha ucuza araç kiraladığımı hatırlamıyorum. Araç Fiat Panda. İki yaşlarında olmalı. Ful depo alıp, aynı şekilde teslim edeceğim.

Az sonra, Chiostown yani Ada merkezinden, kuzey ve güneye giden yolları gösteren levhaları izleyerek, neredeyse bir böbreğe benzeyen Sakız Adasının tam orta noktalarına denk gelen Karies’e doğru rampaları tırmanmaya başlıyoruz. On beş kilometre sonra, Aya Markos Manastırının levhasını görünce, dar bir patikadan, tırmandığımız tepede, tipik bir Ortodoks Manastırı ile karşılaşıyoruz. Beyaz, sarı ve türkuvaz rengin hakim olduğu duvar kapı ve önündeki çeşme ile Sakız Adasının tepelerinden, Ege Denizini seyrediyor. Sessiz ve masum görünse de; 1912 yılında Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ Krallıklarının oluşturduğu Balkan Birliğinin Osmanlı Devleti karşısında kazandığı başarılar da, Sakız Adası ve civarının kurtarılması için Aya Markos Manastırı önemli bir üs olmuştu. Ne yapalım, renkli hatları ile yine de sempatik geliyor, fotoğrafını çekiyorum. Burada yaşayan iki rahip görünürlerde yok, ünlü kitaplığında sayfaların arasında kaybolmuş olabilirler mi ?

Uçurumun yanı başından geri dönüyor ve girdiğimiz kavşaktan Avgonyma’ya devam ederken, Adanın bir başka ünlü manastırının levhası çarpıyor gözümüze. Nea Moni Manastırı, 11. yy ‘a uzanan tarihi 1822 ‘ de Sakız Katliamı ile kötü bir döneme girer. 1881 depreminde ise en büyük darbeyi yiyerek, neredeyse tamamı yıkılır. 250 yıl Osmanlı yönetimi altında yaşayan Sakız Adası halkı, yakın adalarda esen rüzgarlara kapılarak, bağımsızlıklarını ilan ederler. Aslında, o dönemde keyfi yerinde olan adalardandır Sakız. Bereketli sakız üretimi, ticareti ile Osmanlı’ya kafa kaldırmayı pek düşünmezler. Ancak; civar adadaki gemicilerin gazının, daha doğrusu provokasyonlarının kurbanı olurlar. Tarih her zaman istismara ve yalana açıktır. Sakız katliamına neden olan, camilerin yakılması, Türkler’in kalelere kaçması, ayaklanmalardan illallah demiş Osmanlı’nın hışmına neden olmuştur. Neticede, 23 bin kişi asılmış, 47 bin kişi sürülmüş, sakız toplama işine devam edilmesi amacıyla, sadece 1800 kişi sağ bırakılmış.

Nea Moni Manastırına sığınan 600 din adamı ve 3500 kadın ve çocuk da burada öldürülmüş, manastırda asılı bir yazıya göre.

Bir odadaki dolapta, üst üste dizilmiş kurukafa ve kemikler, katliam günlerine bir gönderme kompozisyonu ise de, bildiğim, hatırladığım kadarıyla; Ortodoks mabetlerinde, ölen din adamlarının da kurukafaları bu şekilde teşhir edilir.

1990 yılından beri Unesco Dünya Mirası Listesinde olan Nea Moni Manastırının küçük bir müzesi de var. Fakat kapalı, aşağıdaki görevlilere, girmek istediğimi söylüyorum, görevli rehberin bulunduğu yeri tarif ediyorlar. Kadıncağız, başka bir salonda bir grubu kapattığı salonda bir şeyler anlatıyor. “ İşim bitince geleceğim, bekler misiniz ? “ diyor. Bekliyorum. Neden sonra, daha fazla vakit kaybetmemek için aracımızla, Avgonyma’ya gitmek üzere ayrılıyoruz. Yine de, kafamda yüreğimde anaforlar oluşuyor.

Avgonyma, Nea Moni’ye en yakın köylerden. Bu kez de, Anavatos köyü levhası çıkıyor önümüze, Avgonyma’yı, bir sonraki uğrak yeri seçerek Anavatos’a devam ederek, eteklerindeki park yerinde bırakıyorum aracı. Köyün içine girmek yasak araçla. Hemen her sene, harabeye dönmüş evlerinde, dağılmış sokaklarında yürüdüğüm Fethiye’de Kayaköy’ün, mübadele öncesi halini gözümde canlandırmaya çalışır, çoğu kez beceremezdim. Cevabı, sanırım, Anavatos köyünde buldum. Bilinçli, abartısız restorasyonun, sessiz, dar sokaklarında nasıl gözü, ruhu rahatsız etmediğini fark ettim.

Yirmi yıldan fazla zamandır iç içe olduğum Fethiye Kayaköy’deki 3500 taş ev her yıl gözle görünür şekilde yıpranıp, yıkılıyor, talan ediliyor. Uyanık hazineciler, evlerin temellerini delik deşik ediyorlar, bir şeyler bulabilme adına. Üstelik de, tüm girişlerinde görevliler ve bekçiler varken oluyor bunlar. Hemen hemen tüm sokaklarına girdim, tepesine çıktım, denizden 450 metre yükseklikteki Anavatos köyünün. Kuzey Sakız köyleri daha küçük ve izole olarak inşa edilmişler. Çoğu Amerika’ya gitmiş, kadim Anavatos halkının çocukları, geçmişlerini hatırlamak, yaşamak adına atalarının evlerini restore ederek, sessiz ve kimsesiz sokaklara anlam kazandırmışlar.


Kimsesiz sokaklarında dolaşıyor, fotoğraf çekiyorum uzun uzun. Girişteki kafede birkaç yabancı oturuyor. Varlıkları belli değil, her tarafta derin bir sükünet hakim.

1822 kırımında, 400 Yunanlı, Türklerin eline düşmektense, yukarıdaki 300 metrelik uçurumdan birlikte atlayarak hayatlarına kendi elleri ile son vermeyi seçmişler.

Evet sırada, Avgonyma var artık. Anavatos’a uzanan 5 kilometrelik yolu geri dönüp, yine bir tepede kurulu köyün önünde park ederek çıkıyoruz yukarı. Burası; sanki daha rahat, yayılmış, geniş, kısacası, entelektüellerin tabiri ile anti- klostorofobik. Evler daha iri ve heybetli, yenilenmeye harcanan bedellerin daha yüksek olduğu her halinden belli.

Avgonyma’dan, adanın kuzeyine,uzanan yol, hemen solumuzdaki uçurumların ardındaki lacivert Ege’ye paralel ilerlerken, elim radyoya uzanıyor. “ o beni, bir bahar akşamı terk edip gitti “ şarkısını söylüyor bir solist.

Durmaksızın inip çıkıyoruz yollar boyunca. Panda’nın cansız motoru isyan ediyor, çoğu kez birinci, ikinci vitesle gitmek zorunda kalıyorum. Bir anda, bulunduğumuz bir tepeden, aşağıda uzanan rüya gibi bir koy çarpıyor gözüme. El frenini çekip duruyor ve haritaya bakıyorum. Elintas koyu burası. “ Burada denize girmeden yola devam edersem, iki gözüm önüme aksın “ diyorum eşime. Aşağılara uzanan dik beton patika, az sonra, çakıllı ve tehlikeli bir hal alıyor. Aracımız bir ağacın gölgesinde, bizler de, denizin içinde mevzileniyoruz.

Uzun yıllar önce, Akdeniz ve Ege’de denize girdiğimde, suyu resmen içerdim. Gençlik yıllarım geliyor aklıma ve tertemiz denizi görünce, iki üç yudum içiyorum, kristal sularından. Ciğerim yanıyor bir anda, ne gam… ( ?? ?µ???? ???) Hayat ne güzel.

Kuzeye tırmanmaya devam ediyoruz. Sol tarafta görünen deniz ne kadar iç açıcı ise, bulunduğumuz yerlerin yüksekliği de o kadar iç karartıcı. Tamamı taş evlerden oluşan Sidirounta köyünü ıskalayıp, devam etmek üzereyken, ani bir kararla, daracık sokaklarına dalıveriyorum. Evlerin önündeki gölgeliklerdeki sandalyelerinde oturan yaşlı kadınlara “ Kalimera “ diyorum, canlanıp, cevap veriyorlar. Bazıları, aracın geçmesi için, evlerine sokuyorlar sandalyelerini gülerek. Bir sokakta takılıyorum. Aracın bir yerini çizip, Manolis ile papaz olacağız sonunda.

Daha kuzeye Volissos’a devam ediyoruz. Bugün, Adanın kuzeyini, yarın da güneyini dolaşacağız. Aşağıda birbirinden güzel koylar uzanıyor, kışkırtıcı, çıldırtıcı. Aleksi Zorba’nın, o çocuksu sevincini yaşıyorum Ege’nin sularına baktıkça. Magemena ve Managros koylarında bir çadır içinde kamp yaparak uzun bir yaz geçirmeyi ne kadar da çok istedim bu anlarda.

Karşıda Volissos köyü göründü 15 kilometre sonra. Yine yüksek bir tepenin üzerinde yerleşmiş, daha doğrusu tepenin zirvesindeki kaleden sızan su damlaları gibi, yamaç boyu dizilmiş taş evlerden oluşan bu yerleşim antik Aeolic kenti üzerinde yükselmekte. Zirvedeki kale, 11. yy ‘da Bizans, 14 yy ‘da Cenevizliler’e hizmet etmiş. 40 kilometre uzaktaki Chiostown’dan sonra, adanın, en azından kuzeydeki en büyük yerleşimi olmalı. Adanın ikinci yüksek dağı olan 809 metre yüksekliğindeki Amani Dağının çeperlerine dağılmış yirmi civarında köyün çarşı ve alış veriş merkezi durumundaki Volissos, çağın ulaşım imkanlarının gelişmesi ile bu özelliğini yitirip, özellikle, yabancıların taş evleri onarıp yerleştiği turistik bir belde olmuş. Şu ana kadar geçtiğimiz yerleşimlerde bir market göremedik, Volissos girişinde bir pastane görünce, duruyor ve üzerinde “ turkish sandwich “ yazan buzdolabından, içine hıyar, domates ve beyaz peynir doldurulmuş sandviçlerden alıyorum, susuzluğumuzu gidermek içinde su tabii ( 6 € ). Sahiplerinin kapatıp gittikleri bir evin balkonundan Volissos’un fotoğraflarını çekiyorum sandviçimi yerken.

Vakit hızlı ilerliyor. Amani Dağı’nın eteklerindeki yolu dolaşmaktansa, Volissos’dan geri dönerek, 9 kilometre ilerideki kavşaktan, Katavasi’ye devam ediyoruz. Karşımızda 1297 metrelik zirvesi ile Pelinneon Dağı yükseliyor. Az ileride, ana yola yakın Moni Moundon yani Moundon Manastırı var. 16. yy’da kurulan manastırın içindeki Katolikon yani merkez kilisede, Ortaçağdan kalma resimler var. Bunların en ünlüsü “ Cennet merdiveninde ruhların kurtuluşu “ ama, kilisenin kapısındaki koca bir kilit kolay açılacağa benzemiyor.

Etrafta bizden başka kimse yok. Ortalık adamakıllı ısındı. Ara sıra, manastırın harabelerinin arasından çıkan kertenkeleler, ürkek bakıp, kayboluyorlar. 29 Ağustos günleri yapılan Manastır Şenliği çok ilgi görüyor olsa gerek, omuzlayarak açabildiğim koca demir kapının önündeki meydanda, hazırlanmış oturma yerleri oldukça fazla. Dev kapıyı açınca, karşımıza, iki tarafı taş duvarlı, bir açık koridor çıkıyor. Sağ taraftaki yüksek zemin üzerinde, yıkılmış duvarların taşların yığılmış. Solda ise, yan yana dizilmiş bir çok oda olduğu anlaşılan, yeni yapılmış ahşap kapılar var.

1881 depreminde pek çok kadim fresk un ufak olmuş. 1822‘ de de Sakız Katliamı sırasında büyük kısmı yıkılıp, yeniden onarılmış. Pelinneon Dağının eteklerinde ilerlediğimizden bu dağı göremiyoruz, ama; solumuzda, Amani Dağı heybetli görünüyor hala. Adanın en kuzeyindeki yerleşimlerinden Kambia’dan geçiyoruz. Evlerin önünde, hemen hepsi yaşlı kadınlar, plastik sandalyelerinde, ayaklarını uzatmışlar, güneş altında, romatizma ağrılarının dinmesini bekliyor olmalılar. Yakınlarda, çok büyük bir alan yanmış. Hala, simsiyah görüntüsü ve is kokusu ile ürpertici. Pek çok çam ağacı da kavrulup gitmiş bu arada. Kambia ile 5 kilometre ilerideki Viki köyünün girişine kadar yayılmış yangın.

Viki’den sonra, güneye inmeye başlıyor yol. Her yer kiraz ve zeytin ağaçları ile dolu.

Yolumuz üzerinde Marmaro ve Amades köyleri var. Buralar bir köy değil de, kent merkezinin bir banliyösü görünümünde. Daracık sokaklara araç girmesi ve park etmesi mümkün olmadığından, yepyeni araçlar görüyorum köy girişindeki meydanlarda.

Kardamila kavşağından Chiostown istikametine sapıyoruz. Bu tempo ile gezersek hava kararacak, ama, akşamın yumuşak ışıkları altında, Ada’nın doğu sahilleri, koyları o kadar güzel görünüyorlar ki, durup seyretmeden geçivermek haksızlık olur bu güzelliklere.

Lagada, kordon boyunca dizilmiş restoranları ile gerçekten çok güzel görünüyor bu saatlerde. Ne yapıp edip, yarın yine geleceğim buraya. Hatta, yarın akşam, evliliğimizin 30. yıl dönümünü bu sahil restoranlarından birinde uzo içerek kutlayabiliriz. Pantokios koyundan sonra, iyice yaklaşıyoruz sahile.

Vrontados, 30000 nüfuslu Chiostown kentinin ne kadar hızla büyüdüğünün işareti. Merkeze kadar, aralıksız yerleşimler devam ediyor. Rengarenk alamatra teknelerin bulunduğu balıkçı barınakları renk cümbüşü sunuyor bu saatlerde. Şu ana kadar, onbeş Yunan Adasını gezdim Girit’ten, Adriatik Denizindeki İyon Adalarına kadar, ancak, küçük alamatra teknelerin haricinde, balıkçı teknesi göremedim. Bizim çirkin trol tekneleri Karadeniz ile şimdilerde Akdeniz arasında mekik dokuyorlar. Hep düşünür dururum, bu ülke halkı, para kazanmayı çok seviyor da, nereye, hangi yaşama sevincini besleyecek yerlere harcıyor acaba ? Hala, kitaba ayırdığımız para, dünya ortalamasının kırk altıda biri ! Neyse; bu güzel anları, çirkin, yaradılışa aykırı davranışları düşünerek heba etmemeliyim.

Sakız Adasının sembolü haline gelmiş, denizin yanı başındaki dört yel değirmeninin önündeyim şimdi. Vrontados, Sakız’ın sembolü bu kadim eserlerle gurur duyuyor olmalı.

Artık, kent içindeyiz, trafik ışıkları, korna sesleri, slalom yaparak ilerleyen motosikletler, günün büyülü atmosferinin bittiğini hatırlatıyor. Aracı kaldığımız Amalia Rooms önüne çekmek istiyorum. Yer yok. Manolis, ileride, marinanın arkasındaki sarı binanın arkalarında park yeri bulabileceğimi söylüyor. Sakin bir sokakta yer buluyor ve üzerimize zimmetli aracı, kaderi ile baş başa bırakıp, Aegeou caddesinin yoğunlaşmaya başlayan kafelerine yığılmış Yunanlı gençlerin arasından geçerek odamıza geliyoruz, havanın karardığı saatlerde. İnişli çıkışlı yollar, fotoğraf için, durmaksızın araçtan inip binmeler, adamakıllı hırpalamış. Eşim, yatağa atıyor kendini.

Ben, az sonra çıkarak, kordon boyunu arşınlıyor, Yunanlı’ların eğlence ve sohbet anlarını gözlemlemeye çalışıyorum. İflasın eşiğinde bir ülkenin yurttaşlarında olması gereken tedirginlikten eser göremiyorum. Tüm barlar, kafeler dolu, restoranların masaları ve masaların üzerleri de.

Yerel halkın içeride kuyruk olduğu bir restoranda ben de giriyorum kuyruğa. Anlaşılan, güvenilir ve temiz bir yer burası. Sandviç içine tavuk souvlaki ( şiş ) koydurup, odaya dönüyorum.

Gecenin ilerleyen saatlerinde bile, dışarıdan fütursuz bağırmalar, motor sesleri geliyor.


21.09.2011 ( SAKIZ ADASININ GÜNEY KÖYLERİ )

Gece boyu, odamıza süzülen naralar, motor sesleri ile uyuyup uyandık. Anlaşılan, Yunanistan gibi Hedonizm skalası yüksek bir ülkede, ana cadde üzerinde konaklamamak gerekiyor. Perdeyi açıyorum. Felaket bulutlu gökyüzü, yağmur boşandı boşanacak.

09.00’da aracın yanına gidiyoruz. İstanbul eşkiyanın bol olduğu bir kent, bu nedenle tutulduğumuz paranoyada yanılmışız. Aracımız bıraktığımız sokakta, kurcalanmadan duruyor. Ada’nın güneyi bizi bekliyor bugün. Havaalanı yolunda büyük bir marketin önünde duruyor, akşama kadar bizi idare edecek su, meyve ve yiyecek alıyoruz.

İlk durağımız, adanın tek kumlu plajının bulunduğu Karfas. Yol üzerine park edip, sahile iniyoruz. Serin bir rüzgar ürpertiyor, akşam yağan yağmurdan, kumlar ıslak. Bir köşede, eşimin hazırladığı pratik kahvaltımızı hallediyoruz. Görünürlerde insan yok, ama, nereden çıktığını anlayamadığımız kedi sürüsünün ortasında kalıveriyoruz bu arada. İnsansız şezlonglar, plaj şemsiyeleri ne kadar melankolik.

Sahilde, Avrupa Birliği bayrağının yanında, dalgalanmaya çalışan Yunanistan bayrağı perişan olmuş. Yunan ana karasında ve adalarında çok sık karşılaştığım bir kayıtsızlık bu. Gelirini, büyük ölçüde turizme yaslamış bir toplum için utanç verici olmalı bu durum.

Az ilerleyince, sakin, sessiz Aya Fotini sahillerinde buluyoruz kendimizi. Birkaç kafe ve küçük bakkal dükkanı haricinde her şey, bu yaz sezonunun bittiğini hatırlatıyor. Sahilde, bembeyaz taşlar üzerinde istiflenmiş şezlonglarda öyle. Birkaç orta yaşlı yabancı, sessizce, kahvelerini yudumluyor, kafenin kuytularında.

İlk kez sakız ağaçları ile karşılaşıyoruz. Zeytin ağaçlarından da eğri büğrü gövdelerinin altına beyaz toprak serilmiş. Çizilen gövdeden akan sakızın, toprağa yapışıp, heba olmasını önlüyor, anlaşılan. Sevabı, günahı bir tarafa bırakarak, bir ağacın dibinden, irice birkaç sakız alıyorum. Şeffaf reçineye benzeyen görünümü, çiğnedikçe beyazlaşıyor.

Sakız ağacı (Pistacia lentiscus), sakız ağacıgiller familyasından bir ağaç türü. Akdeniz bölgesinin doğal bitkisidir. Türkiye'de Batı ve Güney Anadolu'da ve Sakız Adası'nda yetişir. Nisan-Mayıs ayları arasında, yeşilimsi renkte çiçekler açar. 1-3 m yüksekliğinde, sık dallı, çalı görünüşündedir ve kışın yapraklarını dökmez. Gövdeleri dik ve silindir biçiminde olup, sağlamdır. Kabukları esmer renkli ve reçine kanalları ihtiva eder. Meyveleri ufak, yuvarlak ve kırmızımsı siyah renklidir. Bitkinin dal ve gövdesinin yaralı yerlerinden akan reçinenin pıhtılaşmasıyla "mastik" adı verilen sakız elde edilir. Toplanan bu usare 2-4 haftada katılaşır. İlk başlarda donuk yeşil renkte olan reçine, daha sonraları soluk sarı renkli, kolaylıkla kırılabilen parça ve damlalar haline gelir. Özel bir kokusu ve tadı vardır. Eter ve etanolde çözünür. Sakız içinde uçucu yağ, mastisik asit, mastisin ve acı maddeler bulunmaktadır. Eskiden balgam söktürücü olarak kullanılmıştır. Diş etlerini kuvvetlendirmek ve ağız kokusunu gidermek için kullanılır. Sanayide yapıştırıcı, cila olarak ve parfümeride kullanılır. Tatlılara, özellikle muhallebi, sütlaç gibi sütlü tatlılara katılır. Sakız, yiyeceklere güzel bir tat ve koku verir. Güveç ekmek hamuruna çeşni katmak için de kullanılır.

Ekonomik katkısının azımsanamayacak boyutlarda olmasına, bu adanın girdileri arasında önemli yer tutmasına rağmen, 15 kilometre ilerideki Anadolu sahillerinde bu üretim yok denecek kadar az olmakla beraber, TEMA’ nın, İzmir civarında uygulamaya koyduğu yeni Sakız Ağacı projeleri ile canlandırılmaya çalışılmaktadır.

Ağzımızda sakızın lezzeti, Aya Yannis sahilini gösteren levhaya uyarak, yol değiştiriyoruz. Enteresan, az önce, Aya Fotini sahillerindeki balıkçı barınağının önüne geliyoruz yine. Meğer, sakız ağaçları boyunca ilerlediğimiz asfalt yolda, uzun bir U dönüşü yapmışız. Bir kez daha, çok sevdiğim rengarenk alamatra tekneleri seyretmek fırsatı buluyorum böylece.

Chiostown’ın 16 kilometre güneyinde, bir balıkçı köyü olan Kataraktis’ten geçerek, güneye ilerliyoruz. Komi yolunda da, sakız ağaçları devam ediyor, ama; tatmanın ötesinde daha fazla toplamanın haksızlık olduğuna inanıp, bakarak incelemekle yetiniyoruz.

Seyrek de olsa, adanın geleneksel mimarisinin korunduğu küçük taş evler çıkıyor karşımıza. Balkan ülkelerinde sık rastladığım taş çatılı olanlardan.

Komi’den 3 kilometre sonra, Ada’nın başka popüler beldesi olan Emporios’a giriyoruz. Bizim gibi kiralık araç ile gezen birkaç yabancı ve kahvede oturmuş yaşlılardan başka kimseler yok görünürlerde.

320 metre yüksekliğindeki Psaronas Dağının eteklerindeki Emporios’un 300 metre yakınında, meşhur Mavro Volia plajı var. Girişindeki meydana aracı park ederek, güzel düzenlenmiş, bankları, duşları, kapalı olan karavan-büfesi ile bakımlı Mavro Volia’nın, siyah taşlı sahillerine yayıyoruz havlularımızı. Elintas koyunu anımsatan harika bir deniz bizi bekliyor. Üstelik güneş de çıktı. İki saatten fazla güneşleniyor, denize giriyor ve deniz içiyorum, dün dağ yollarının acısını çıkarırcasına.

Mavro’nun Yunanca’ da siyah demek olduğunu biliyorum. Volia da taş gibi bir anlama geliyor olmalı. Denize uzanan kayaların ardında, deniz ve dik kayalar ardına sıkışmış alan, tüm gözlerden izole olduğu için nü kampı seçilmiş olmalı.

Ancak, daha, en azından Pirgi ve Mesta köylerini dolaşmamız gerek. İsteksiz de olsa, toparlanıyor ve 8 kilometre ilerideki Pirgi’ye gitmek üzere kuzeye uzanan yollara giriyoruz. Pirgi duvarları geometrik desenli evleriyle meşhur. Duvarlara önce siyah kumla sıva sürülüyor. Üzerine kireç badanası yapılıyor. Badana hazırlanan kalıba göre kısım kısım kazındıkça alttaki siyah kum ortaya çıkıyor. Böylelikle siyah beyaz renklerden geometrik desenli duvarlar, balkonlar ve hatta tavanlar ortaya çıkıyor. “xysta” deniliyor bu bezeme metoduna.

Eski dar sokakların bulunduğu mahalleye giriyoruz. Geleneksel geometrik desenli duvarlar, tavanlar arasında fotoğraf çekerek yürüyorum.

Pirgi, diğer sakız üretimi yapılan Olimpi ve Mesta köyleri gibi tarihi, Ortaçağlara uzanan yerleşimlerden. Sokaklarında dolaşırken, Dodekan Adalarında da gördüğüm bir şey duygulandırıyor beni. Kapıların üzerinde bırakılıyor anahtarlar, hırsızlık, kötülük yok, henüz buralarda. Çelik kapılar, alarmlar henüz girmemiş, Sakız Adasının güneyindeki, Mastichochoria denilen sakız üretiminin yapıldığı köylere. Köyün yeni kesiminin bir özelliği yok. Estetiğin geri plana bırakıldığı, medar-ı maişet rüzgarlarında tipik bir köy.

Yedi kilometre sonra Olimpi köyündeyiz. Adanın neredeyse hiç değişime uğramamış köylerinden birisi. Korsan ve her türlü düşmana karşı yapılmış sağlam duvarlı yapılar, dar sokaklar, bir anlamda, dört kilometre ilerideki Mesta’nın atmosferine hazırlıyor gezginleri. Zamanın azlığı sıkıştırmaya başladı, Olimpi’yi hakkını vererek arşınlayamadan Mesta’ya geçiyoruz.

Mesta, beşgen şehrinde bir kalenin içinde kurulmuş, labirent sokaklar ve güneş görmeyen evlerden oluşuyor. Sokakları dar, kaldırım taşı döşeli ve merkez kuleye bağlanmakta. Sık aralıklarla çapraz ark yolları, kemer ve arkların odaları desteklediği gibi, yapıyı desteklemektedir. Evlerin fonksiyonel karakteristiği koruma için düzenlenmiştir, böylece sakinler görünmeden çatıya çıkabileceklerdi. Evlerin dört-köşe şekilli, kalın yapıları, koruma sistemleri, gri duvarları, genel kullanım için ayrılan küçük alan ve ağaçsız doğal çevre ile bağlantısı Sakız Adasının ortaçağ köylerinin Cenovalılar tarafından empoze edilen ve düzenlenen bir planla yapıldığını göstermekte.

Sokaklarında kaybolmanın keyfini yaşıyoruz uzun uzun. Girebildiğimiz her köşede, tarihi, zulmü, bereketi, kısacası insanlık geçmişini kokluyoruz. 13. y.y ‘dan rutubetli duvarlara bırakılmış izler, kale içi sokaklara açılan pencerelerde gülen yüzler arıyorum, ama nafile. Düşman her zaman vardı. Korunma iç güdüsünün, yaşarken, özgür iken mahkum ettiği bu zindan-evleri unutmam pek kolay olmayacak.

Nedendir bilmem, Mesta, etkiledi, daha doğrusu keyfimi kaçırdı. İnsanın insana zulmünün tipik bir örneği idi, güneş adası Sakız’da, loş, güneş görmez sokaklarda, evlerde yaşamak.

Bu gün de, şimşek hızıyla geçti. Hava serinlemeye başladı, güneş yok artık. Merkeze dönme vakti geldi. Dün, vakit yokluğundan kısa geçmek zorunda kaldığımız Lagada’ya gideceğiz daha. Mesta çıkışından Chıostown’a giden yollar rahat, ne var ki; güzelim taş evler, taş duvarlarla giderek yoğunlaşmaya başlıyor yollar. Kalkiya’dan sonra, kent yaşamına giriyoruz yeniden. Trafik, kalabalık, egzost gazları, gürültü, dur kalklarla Chiostown’a giriyoruz.

Kuzeye doğru ilerleyerek, Vrontados üzerinden, dün geçtiğimiz yollardan Lagada’ya giriyoruz. Restoranların dizildiği kordonu daha iyi fotoğraflayabilmek için, tam karşısındaki sahile yürüyorum. Küçücük bir haliç’in üzerindeki köprüden geçerken, sakin sularda bağlı tekneler ne kadar güzel görünüyorlar. Sanırım Yahya Kemalin idi; birkaç mısra dolanıyor dilime. “ Haliç’in sularında tekneler birbirine yaslanmıştı, / Minarelerinde İstanbul’un, bir akşam ezanı başlamıştı. “

Bugün, evliliğimizin 30. yıl dönümü. Langada sahillerinde, bir restoranda, uzo, ahtapot ve geleneksel Yunan yemekleri ile kutlamak isteğimi söylediğimde, eşim, hiç beklemediğim bir tepki gösteriyor; “ Dünden beri, uçurumların etrafında, bitmez tükenmez virajlarda dolaşıyoruz. Yunanlılar, çılgın gibi araç kullanıyor. Lagada’dan Chiostown’a kadar, yaklaşık 20 kilometrelik yolda, alkollü vaziyette araç kullanmanı istemiyorum. Yok, içki içmem dersen, oturalım. “ diyor. Hak veriyorum, ama; kedi gibi, balık ve deniz mahsulü yiyecek değilim ya. Çaresiz, fotoğraf çekme faslından sonra, tekrar merkeze dönmek üzere hareket ediyoruz.

Güzergahımız üzerinde yol yapımı var. Sık sık durdurulupup, iş makinelerinin çalışmasına yol veriyor görevliler. Aşağılarda mavi kubbeli kilisesi ile Pantaykos körfezi, batmak üzere olan güneşin kızıllığında çok güzel.

Vrantados’un, Chiostown’a hakim tepelerinden birinde durarak, ileride uzanan merkez kenti seyrediyoruz bir müddet.

Aracın deposunu doldurmak gerek, kent içine girdik zira. Dünden beri 340 kilometre yol yaptık. Pompacı, deponun bir türlü dolmadığını görünce dudak büküyor. 20 litre benzin harcamışız demek ki. 1.719 €/ lt’den 35.50 € tutuyor. Manolis, iri, yağlı gövdesi ile yine masa başında oturuyor. Aracı teslim ediyorum. İki günlük kiralama bedeli olan 50 € ödeyip, dün yaptığım sözleşme kağıdının orijinalini de alıyorum. Artık, araç kiralayanlar, kredi kartı nosunu almadan, nakit ödeme de yapsanız, araç vermiyorlar. Bir hasar anında da, kredi kartından diledikleri parayı çekebiliyorlar. Bu nedenle, kiralama yaparken, ciddi kurumlardan almak gerekiyor.

Amalia Rooms’da ses seda yok. Günün yorgunluğunu atmak için banyo yapıyor, biraz dinlendikten sonra, Aegeou Ave ( Ege Caddesi ) boyunca, restoranlara bakıyoruz. Hayret, dün akşam gördüğüm kalabalıktan eser yok. Hatta, çoğu kapalı. Pek çok kafede veya dükkanda, Türkçe yazılar var. Yani, bir anlamda, Antalya’daki Ruslar gibiyiz burada. Birkaç masasında oturmuş Yunanlıların yemek yediği Dolphin Restorana oturuyoruz.

Izgara ahtapot 11 €. “ Neden bu kadar pahalı “ diyorum. Adam; “ kilosunu 50 € ‘dan alıyorum. Yarıdan fazlasını temizlerken atıyoruz. 15 € ancak kurtarıyor “ anlamında bir şeyler söylüyor. Neticede, kalamar, ahtapot, ızgara peynir, Yunan salatası ( üzerinde bir tabaka beyaz peynir olmasa, bildiğimiz çoban salatası, hem de iri doğranmış soğan ve domatesleriyle ), bakaloros balığı kızartma ve tabii ki uzo. Aslında, uzo’yu pek sevemedim şimdiye dek. Sanki, suyu fazla konmuş rakıya benzetiyorum. Bunda, rakıya göre alkol derecesinin daha düşük oluşunun rolü olmalı. 45 € hesap geliyor, tahminimin fazla üzerinde olmadığı için, itirazsız ödüyorum. Gevrek bir lisanla, “ çok tesekkurlar, iyi geceler “ diyor restorancı.

30 yıl ne kadar da çabuk geçti diyoruz eşimle, geçmişi anarken. Kocaman iki çocuğumuz ve bir torunumuzun olduğunu unutuverircesine.

Hava sıcak, camı açıyoruz, gece boyu bitip tükenmeyen motor ve araçlardan yüksek volümlü müzik sesleri geliyor. Yine de, uykuya teslim olmayı başarmışız.


22.09.2011 ( CHİOSTOWN - ÇEŞME - MARMARİS )


Çeşme’ye götürecek Ertürk feribotu 08.30 ‘da kalkacak. Dünden beri önümüzde demirli Yunan askeri gemisi halatları çözüp hareket etmeye hazırlanırken, biz de çantalarımızı kapıp aşağı iniyoruz. Ara sokaklardaki pastaneler, fırınlar kapalı. Büfelerin önünde dünden kalma simitler var. Dün ne güzel boyozlar almıştık oysa. Hemen her yer kapalı. Anlaşılan, nevalemizi Çeşme’de düzeceğiz. Hava yine bulutlu. Çeşme taraflarında, bulutlar boşalıyor toprağın üzerine. Dünden beri komşumuz olan, karşımızda kaldırıma borda olmuş askeri gemi bizimle birlikte hareket ediyor.

Pasaport kontrolu, hareket falan derken, Çeşme yolundayız. Son kez, şimdilerde Ortaçağ Müzesi olarak hizmet veren minaresiz Mecidiye Camiinin kubbesini ve Aegeou Caddesini seyrediyorum.

Sakız Adası giderek küçülüyor ve 15. Yunan Adasını gezebilmiş olmanın keyfi ile gözlerimi bu kez Anadolu’ya, Çeşme’ye çeviriyorum.

 

 
Toplam blog
: 80
: 6572
Kayıt tarihi
: 04.03.07
 
 

Hayatın anlamı; anlamlı yaşamaktır. ..