Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

27 Aralık '09

 
Kategori
Doğal Hayat / Çevre
 

Samandan ev, solucan dışkısından devrim, GDO'suz söyleşi

Samandan ev, solucan dışkısından devrim, GDO'suz söyleşi
 

BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜNDÜR!
 

Siz bir tıp doktorusunuz. Oldukça yoğun çalışan bir çocuk cerrahısınız. Öte yandan ekolojik tarımla, permakültürle, ülke sorunları ve sosyal projelerle uğraşıyorsunuz. Araştırıyor, yazıyorsunuz. Rakı kültüründen, kitlesel solucan üretmekten, saman balyasından ev yapmaktan bahsediyorsunuz. Nedir bunlar?

Bunlar benim tercihlerimdir. Bizi “biz” yapan tercihlerimizdir. Çocuklarımıza miras olarak betonlaşmış bir dünya, delinmiş bir ozon tabakası ya da tatsız–tuzsuz bir fast food kültürü bırakabiliriz. Ya da önce durup derin bir nefes alır;“ne oluyor?” diye sorgularız.

Ağaç dikeriz. Kyoto Anlaşmasını ve şarap kültürünü önemser, türkü söyleriz. Kapitalizmin dayatmalarına boyun eğmez, yeni bir tüketim ahlakı geliştiririz. Hamburgeri, kolayı, best-sellersi, finans ekonomisini elimizin tersi ile iter; keşkek yer, ayran içeriz. Aydınlanmaya, Mustafa Kemal’in kültür devrimine, üretim ekonomisine yöneliriz. Köy enstitülerini yeniden keşfeder, üzerine bir de kent enstitüleri modelini kurarız. Aşık Veysel, Cahit Arf ve Hikmet Birand ile yeniden tanışırız. Oğuz Atay’ı anlar, Resneli Niyazi’nin öyküsünü araştırırız.

Mezarlıklar ve askeri alanlar dışında toprakla temasımızı kesen güçlerle hesaplaşır, doğal ve kültürel varlıklarımıza yeniden sahip oluruz. İstersek halay çeker, horon teperiz. İnat olsun diye sirtaki oynar, vals bile yaparız. Başka bir dünya mümkündür ve zorunludur.

Biraz ütopya gibi. Nasıl olacak bunlar?

Tercihlerimizle. İrademizi ortaya koyarak. Kaderimizi rastlantılara bağlamayarak. Petronius’un bir sözü var: “Suam habet fortuna rationem.” İngilizceye “Accident has its reasons” olarak çevrilmiş. Türkçesi ise “Rastlantıların nedenleri vardır.” Gelişmiş toplumlar kaderlerini rastlantılara bağlamaz, rastlantıların nedenleri olduğunu bilir.

İhtiyacımız olan tek şey irademizi ortaya koymaktır. Seçimlerimizi ve tercihlerimizi bu yönde kullanmaktır. Geri kalmışlığa yol açan nedenlerden hesap sormaktır.

Bu noktada, bir cumhuriyet hekimi sıfatıyla reçeteye tam olarak şöyle yazarım, “Akıl ve bilim toplumu olalım.” O zaman biz de gelişmiş toplumlar gibi çağdaş, mutlu, zengin ülkeler grubuna girebiliriz.

Nedir geri kalmışlığın nedenleri?

İçinde yaşadığımız sistemin ta kendisidir. Ona boyun eğmemizdir. Dünyada şu an egemen olan ekonomik sistem kapitalizmdir. Tam sıfatı ile betimlersek “vahşi kapitalizm”. Sömürgecilik yani emperyalizm ise bu ekonomik sistemin sosyolojik karşılığıdır. Aynı zamanda lokomotif gücü.

Emperyalizmi dairesel bir alan olarak ele alırsak –ki bu böyledir- ortada sömürerek zenginleşmiş merkez ülkeler vardır. Türkiye ise periferdedir. Sömürülen ülkedir. Kaynaklar periferden merkeze doğru akmaktadır. Biz, sahip olduğumuz doğal zenginliklerden dolayı, maalesef periferin en merkezindeyiz. Toplumun geniş bir kesimi bu girdabın tam ortasında şiddetli bir savrulma ve basınç yaşıyor.

Çok uluslu şirketlerin hâkimiyetindeki küreselleşme, nüfusun hızla artması, kaynakların hoyratça tüketilmesi sonucu periferik ülkeler çok ciddi ekolojik, sosyal ve ekonomik riskler ile karşı karşıya. Küreselleşmenin arkasına gizlenmeye çalışan vahşi kapitalizm Türkiye’yi ve yerel toplumları silindir gibi ezip geçmekte.

Ne yapmalıyız?

Sağlıklı ekolojik, ekonomik ve sosyal sistemleri yeniden yaratmanın yollarını bulmamız gerekiyor. Küresel güçlere karşı toplumsal direncimizi ve karar alma kapasitemizi yeniden elde etmek bu yönden bir bağımsızlık ve ulusal egemenlik meselesidir. Kısacası tarımda toprağı doğru işlemek bile tıpkı sağlıkta sosyalizasyona, eğitimde güzel Türkçemize sahip çıkmak gibi başlı başına bir vatan meselesidir.

Amerikan yerlilerinin deyişini hatırlatmakta yarar var, unutmayalım ki “Dünya bize atalarımızdan miras kalmadı. Biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık.”

Ama geldiğimiz noktada daha şimdiden insanın doğa ile ilişkisi kesilmiştir. Büyük şehirlerde artık toprağa erişilemiyor. Yaşadığımız her evde sayıları binleri geçen değişik kimyasal maddeler var. İnsan olmanın onuru ve çocuklarımıza karşı borcumuz doğa ile bağlantıyı yeniden oluşturmamızı emrediyor.

Doğa ile bağlantı nasıl kurulacak?

Bunun için öncelikle düşünce kalıpları ve alışkanlıklardan sıyrılarak cesurca doğaya bakmalıyız. Belki de Anadolu steplerini baştanbaşa geçen bir tren yolculuğu yapmalıyız.

AXYLOS CHORA: AĞAÇSIZ MEMLEKET

Ne göreceğiz böyle bir yolculukta?

Hikmet Birand’ın o muhteşem anlatımıyla “Axyols chora”yı yani ağaçsız memleketi göreceğiz. Göz alabildiğine uzanan boş, geniş, kuru, sarı boz bir ova. Üzerinde sükûnetle sallanan öbek öbek yavşan otları.. Ara sıra bir toprak yükseltisi.. Üzerinde her nedense daima biten bir otun adından dolayı biz çocukken bu tepelere "üzerlik" derdik. Höyük olduklarını, altlarında zengin bir doğa ve kültür tarihi barındırdıklarını şu an kapılarına kilit vurulmuş ve maalesef yıkılmaya yüz tutmuş köy okullarında öğrendik.

Anadolu Bozkırı böyle bir yerdir. Belgesi ağaçsızlıktır. Mühürü ise yavşanlar, üzerlikler ve höyükler.

İç burkucu bir manzara.

Hiç de öyle değil. Bozkır denince her nedense aklımıza hep kıtlık, kuraklık hatta gerilik gelir. Oysa Anadolu steplerinin övülecek bir geçmişi, gözden kaçırılmak istenen muhteşem bir zenginliği ve parlak, umut dolu bir geleceği vardır. Tarım uygarlığına geçişin başlangıcı olan bu bozkır toprağı kısır diye nitelendirilebilir mi?

O yavşanların, üzerlik otlarına her türlü doğa koşuluna dayanan tohumlarından bugün vazgeçemediğimiz buğday gibi kültür bitkileri evrimleşmiştir. Göçebe toplumdan yerleşik, uygar yaşama geçiş bu bozkırlarda olmuştur.

Anadolu’da görmemiz gereken şudur: Zengin bir doğa ve kültür manzarası. Bolluk ve bereketi hoşgörü ile paylaşan yaşam coşkusu. Parlak ve aydınlık renkler. ‘Step öyle aydınlıktır ki, Anadolu insanı dostu da düşmanı da ta uzaktan görür.’

Asıl iç burkucu manzara kapısı kilitli köy okullarıdır, o köylerin hemen dibinde açılmış yabancı sermayeli banka şubeleridir. Hasattan sonra kendi ürettiği tohumu kullanamayan, küresel ticaret tekellerinin tohum bankalarında ki terminatör tohumlara mahkum edilen çiftçilerin banka önlerinde oluşturduğu kredi kuyruklarıdır.

Sosyolojik ve biyolojik çeşitliliğin yok edilmesinden arta kalan monotonluktur. En berrak hava da bile düşmanı dosttan ayırt edememe karanlığıdır. Karadeniz kıyılarında saatlerce yol giderseniz, önce fındık, sonra çaydan başka bir şey göremezsiniz. Oradaki incir, zeytin, narenciye çeşitliliği yok edilmiştir. Anadolu’da bazen kilometrelerce aynı boyda mısırdan başka canlıya rastlamazsınız. Üzüm bağları, meyve ve gül bahçeleri yok olmuştur. Bu fukaralık, bu tekdüzelik tarımsal devrim, modernleşme diye yutturulur.

Manzaranın en gizemli aktörleri banka önlerinde borçlanma kuyruğunda bile göremediğimiz çiftçilerdir. Onlar maalesef toprağından ayrı düşmeyi kabullenmek zorunda kalan, metropol varoşlarında kimliksiz yeni bir yaşam mücadelesine itilmiş akrabalarımız, komşularımız, hemşerilerimizdir.

Yıllardan beri onlar adına icraat yapan veya yönetime talip olan “yönetiliciler” tarafından tahıl ambarı, oy deposu olarak görülür, korunur, kollanırlar. Küçük olanları ‘tüyü bitmemiş yetim’ olarak adlandırılır; devlet büyüklerinin her daim şefkatlerine mazhar olurlar. Büyüdüklerinde ise ‘tüyü yolunmuş yetim’ olarak kalırlar. Babaları sağ olsa bile.. Ambarından tahılı, ellerinde tohumu alınan bu insanlarımızın eline her daim bir kredi kartı, seçimden seçime de bir oy pusulası tutuşturulur.

Şanslı olanları, terk ettikleri tarlalara, bağlara, bahçelere ticari gübre, ot öldürücü ilaç (herbisit), toprak kimyasalı üretmek üzere agro-kimya endüstrilerinde ucuz işçi olarak istihdam edilir. 

Tekrar bozkıra dönüp, yavşanlara, üzerliklere, höyüklere daha dikkatle bakarsak Anadolu' da esasen kendi kendine yetebilen, sürdürülebilen, dik durabilen ekolojik bir doğa sisteminin var olduğunu görürüz. Bu, özünde Anadolu' da yüzyıllardan beri süregelen sosyo-kültürel bir ekosistem ile paralellik taşır. Bunun adı Anadolu kültürüdür. Bağımsızlıktır, hoşgörüdür, zenginliktir.

Ne oldu bu sisteme?

Koptu. Toplumsal ağı, doğal ve sosyal sistemleri kuran şey, bireylerin diğer bireylerle, nesnelerle ve olgularla aralarında oluşturdukları bağdır. İlişkiler kuvvetlendikçe her bir ip birer halat olur. Bu halatın örgüleri yaşam kültürünü oluşturur. Şimdi bu halat koptu!

HALAT KOPARMA DEVRİMİ

Yaz ortasında soğuk hava deposundan çıkmış kübik portakal bulabiliyoruz. Kış ortasında elma büyüklüğünde çilek yiyebiliyoruz. Ama ayağımız artık toprağa değmiyor. Portakalın kokusunu, çileğin gerçek tadını alamıyoruz. Entelektüel gereksinimlerimizin büyük bir kısmını adeta televizyon kanallarının reklam kuşakları üzerinden sürdürüyoruz. Oysa hayat, televizyondan önce sanki daha renkliydi. Toprak, kimyasal gübre, fenni ilaç değmeden önce daha temizdi. Tohum, moleküler biyoloji devriminden önce daha üretkendi. Ekmek daha lezzetli ve ucuzdu.

Burada Kenya kurucu başkanının günümüzde de geçerliliğini koruyan ünlü saptamasını yinelemek istiyorum. "Beyazlar geldiğinde onların elinde İncil, bizimse topraklarımız vardı. Zamanla bize gözlerimizi kapatarak dua etmesini öğrettiler. Bir süre sonra gözlerimi açtığımızda baktık ki; İncil bizim elimizdeydi, topraklarımızsa beyazların olmuştu."

Bunları şunun için söylüyorum: Hayat etik, ekolojik, ekonomik ve eğlenceli olmalı. Yüzyıllar boyunca ilmik ilmik örülen ekosistem ve toplumsal ağın vahşi kapitalizm tarafından kolayca koparılamamalı. Ama maalesef koptu. Bedeli de bize ödetildi. Emeğimiz ucuzlatılarak, toprağımız çoraklaştırılarak, insanımız köleleştirilerek.

Toprağımıza basamıyoruz, tohumumuzu ekemiyoruz. Asırlık ceviz ağaçlarımız kesilerek, tomrukları kaçırılıyor. Zevk sahibi zengin batılı av severlerin süslü tüfeklerine kabza oluyor. Tarlalarımız Marshall Yardımı olarak sunulan toprak canavarları ile yırtarcasına derin sürülüyor. En iyi toprak işlemecilerimiz; en üretken organik gübre fabrikalarımız olan solucanlarımız bile öldürülüyor. Tarlalarımızı ipotek ederek devasa traktörler alabiliyoruz. Ama hasattan sonra elde kalan para ile o traktöre mazot koyamadığımız için verimli bir gübre olan anızları topluca yakmak zorunda kalıyoruz.

Bizim tarlalarımız yanarken, bizim solucanlarımız öldürülürken, bizim köy okullarımıza kilit vurulurken sömürgeci ülkelerin gelişmiş üniversitelerinde “saman balyasının izolasyon ve yapı endüstrisinde kullanımı” dersleri veriliyor. Hatta bunun kürsüleri bile kuruluyor. Köyde yetişenlerimizin pek de iyi hatırladığı kırmızı solucanın “Eisenia Andrei” adıyla patenti alınıyor, ülke sınırlarından dışarı çıkarılması ağır suç sayılıyor. Bize ise kala kala onun o’nun gübresini ithal etmek kalıyor. Buna da liberalizm, batılılaşma, küresel dünyada yer alma diyoruz. “Humic acid riched formula”: Modernleşme diye yutturulan şey! Düpedüz solucan dışkısı. Bir çuvalı yirmi dolar.

Yakılan samanların kurumları tarafından is tutmuş taşra bankasının camında bir ilan göze çarpıyor: “Evinize, işyerinize izolasyon kredisi.” Şeker gibi bir promosyon. Kimse yalıtım malzemelerinin yüzde kaçının petrokimya ürünü olduğunu sorgulamıyor. Kredi kolay olunca izolasyonun maliyet hesabı bile yapılmıyor.

Oysa saman balyasının yapı malzemesi olarak kullanılması 5 kat daha ucuz, 10 kat daha kolay, 100 kat daha sağlıklı. Yalıtımı da kendinden menkul. Nalbura gidip tuğla, çimento, demir, boya almaya bile gerek yok. Her şey yanı başınızda ki tarlada, bahçede. Temel için taş, duvar için balya, harç için çamur, çatı için kereste, badana için kil. 

NERE Mİ NERE Mİ? HER YERİNİ.. VEYA PENNSYLVANİA'DAN CANLI YAYIN

Manzarayı bankanın karşısında ki kahvehane tamamlıyor. Hınca hınç dolu. Tarlada yangın varken çift sürülecek değil ya. Durum tam “Beni kör kıyılarda merdivensiz bıraktın, denizler ortasında, bak yelkensiz bıraktın” durumu. Ama bu şarkıda reyting yok. Açık olan televizyon kanalında ise bir pop star sanatçı tüm vücuduyla şarkısını icra eğliyor: ‘Neremi nere mi, her yerini..’ Diğer kanalda muhtemelen Pennsylvania'dan naklen vaaz yayını var. Ama o program kahvehane atmosferine pek uygun düşmüyor. Nasıl olsa zaten hamdolsun her daim yayında.

Kısacası Anadolu Bozkırında toprağın da, o toprağa tutunan fidenin de, köyün de o köyde tutunamayan köylünün de can damar tıkanmış vaziyette. Kesin tanı budur; oluşan durum acildir; tedavi yöntemi ise gayet açıktır: Tıkanan damar ademoğlununsa damarın kendisi, tıkanan damar ülkenin can damarıysa “damarı tıkayanlar” değiştirilir. Tek hal çaresi budur. Yeter ki akıl damarımız tıkanmış olmasın.

Tekrar tarlaya dönersek; çiftçi geçmiş yıllarda ki verimine ulaşmak için toprağa gün ve gün artan dozlarda Raundop (ot öldürücü), kimyasal düzenleyici, şeker gübre (azot ve kükürt karışımının özenle Türkçeleştirilmiş formu) atmak zorunda kalıyor. Kısır olduğunu bile bile, hasattan sonra intihar edecek olan, sertifikalı banka tohumu kullanmaya mahkum. Devlet, o gübre ve tohuma destek vererek durumu daha da özendirici hale getiriyor. Aynı çiftçi kendi yerel tohumunu kullanmak isterse destek almak bir yana Kızılay Meydanında korsan kaset satan işportacı muamelesi görüyor.

Durum gerçekten traji komik. Özetle, gıda zinciri üzerindeki kontrol, geleneksel çiftçi ailesinden koparılarak; çokuluslu tarımsal ticaret tröstleri tarafından tekelleştirildi.

Küresel agrokimya şirketleri bununla da yetinmeyerek, teknoloji ve moleküler biyolojiyi de potansiyel bir öjeni vasıtası gibi kullandılar ve GDO lu tohum devrini başlattılar. Emperyalistler bu durumu bize ve dünyanın büyük bir bölümüne ‘fenni tarım, modern tarım’ diye bellettiler. Yaşanan sürece de “yeşil devrim” dediler. Bunun doğru adı olsa olsa “halat koparma devrimidir”

Halat kopararak devrim mi olur?

Olur. Söyleşi biraz uzayacak ama dünyanın saygın(!) sivil toplum örgütleri ve medeni(!) ülke yönetimlerince meşru addedilen etik ve kimyasal bir kirlenme ile karşı karşıyayız. Ortada çok şiddetli bir küresel sahtekarlık var. Hal böyle olunca özgür bir basın çalışanı olarak sizlere her türlü soruyu sormak meşrutiyeti doğuyor. Yanıtlayana da sözcük diplomasisi ve ifade yumuşatmasından kaçınma zorunluluğu.

Yenidünya düzeni için farz gibi sunulan ve uyulmazsa özellikle bizim gibi az gelişmiş demokrasilerde dışlanma tehdidi barındıran global davranış kısırlığından çıkarılacak tek ders, inadına küresel düşünüp sonuna kadar yerel davranmak olmalıdır.

Açıkça söylemeliyiz ki kapitalizmin yapabileceği en iyi devrim budur. Adına ben halat koparma devrimi dedim, siz solucan öldürme devrimi deyin.

Irak’ta, Darfur’da, Ruanda’da petrol adına öldürülen çocuklar için abisal devrimi densin. Petrolün siyahına kırmızının en canlı tonuyla gönderme yapılsın.

Yıkıcı etkileri daha uzun bir süre devam edecek olsa da kapitalist müdahalenin sonu gelmiştir. Yolun sonu görülmüştür.

ALIÇ AĞACI

Organik tarım ve permakültürü nasıl tanımlarsınız?

Müdahale olsun veya olmasın ‘hayat kendine daima bir yol bulur.’ Bu yolun adı evrimdir. İnsanların kurduğu uygarlıklar şayet gerçek “akıl ve bilim yörüngesinde” yol alacaksa, yapılması gereken tek şey evrimin doğal akışına paralel tasarımlar kurmaktır.

Akıl ve bilim toplumları doğayı kendi mutluluklarına, refahlarına uygun olarak ‘tasarlarlar’, paylaşırlar. Bunun adı sürdürülebilir yaşam, sürdürülebilir dünyadır. Tarımda ki karşılığı “permenant agriculture”, kısaca permakültürdür. Organik tarım permakültüre, oradan da yaşanabilir bir dünyaya geçiştir.

Bu yöntemde doğa için kirli olabilecek kimyasal girdi (gübre, herbisit, ilaç v.b) kullanılmaz. Kirli girdiye kapalı, temiz ürün çıkışına açık bir sistemdir. Özü, atalarımızın geleneksel üretim yöntemlerinin günümüz agronomik bilgileri ışığında yeniden yapılandırılmasıdır.

Permakültür ile birlikte daha geniş bir tabana oturur. Biyoçeşitliliğin önünü açar, toprak, hava ve suyu da içeren temiz çevreye odaklanır. Giderek gıda üretimine, arazi kullanımına, hatta toplumsal yaşam alanları inşasına yönelir. Diğer bir tarif ile “sürdürülebilir, kalıcı bir dünya” tasarımında etkin rol alır. Bilim ve felsefeyi aynı potada birleştiren etik bir tasarım modelidir. Umalım ki 67 kuşağı gibi kapitalizme yem olmaz. Müdahaleci, yapay, yutucu, yok edici endüstriyel tarımın aksine permakültür, katılımcı, paylaşımcı, doğal, etik ve koruyucu bir tasarım ve davranış şeklidir.

Burada sizi tekrar Anadolu Bozkırına götürmek, Hikmet Birand’ın o muhteşem Alıç ağacı ile tanıştırmak isterim. O, uçsuz bucaksız bozkırın ortasında, yavşan ve üzerlikler arasında, asırlardır tek başına durmaktadır. Nasıl yavşanlar kalıcılığın, sürdürülebilirliğin, uygarlığa geçişin bir temsilcisi ise; nasıl üzerlikler kapladıkları höyüğün altında ki kültürel zenginliğin belirteci ise, alıç ağacı da Anadolu’da ki direncin, dik duruşun, eğilmemenin bir anıtıdır.

‘İnsan’ kalmanın onuru tüm sömürücü, ezici, yok edici kuvvetler karşısında alıç ağacının steplerde rüzgara, kuraklığa, yalnızlığa karşı durduğu gibi durmaktır. Eğilip bükülmeden, kökleriyle toprağa daha sıkı sarılarak, sürgünlerini meydan okurcasına göğe daha da yükselterek..

KAPİTALİZMDEN DEVRİM OLURSA SAMAN BALYASINDAN BAL GİBİ EV OLUR.

Oldukça marjinal bir söyleşi oldu. Biraz da sizin yaptığınız saman evi konuşsak..

Kenarları kullanmanın ve marjinal olmanın değerini iyi bilmek gerekir. Doğadaki zenginliğin, çeşitliliğin, harmoninin sürükleyici gücü burada gizlidir. Permakültürün temellerinden biri olan bu prensip insanoğlunun toplumsal yaşamı için de aynı ölçüde geçerlidir. Aksi halde her türlü kısırlaşma tehlikesi belirir, coşku biter, ilerleme durur, uygarlıklar son bulur. Bu yüzden söyleşideki sıra dışılık son derece normaldir.


Benim ne yaptığım konusunu kısaca özetlersem, beş yıl önce karavanımla yaptığım Anadolu gezisinde görülmesi gereken manzaranın bir kısmını görebildim. Orada işlenmeyi bekleyen onca toprak, benimse yapılandırılmamış bir miktar boş zamanım, törpülenmekten korumakla övündüğüm inadım vardı. Üçüncü sınıf lüks hayattan fedakarlık yapılabilir, lagos yerine sardalye yenilebilirdi. Scubadan, kayaktan, pahalı kravatlardan vazgeçilebilirdi. Hem de bunların yeri yenileri ile doldurularak. Öyle yaptım. Beş yıl ayakkabı bile almadım. Eskileri yetti. Eşim ve çocuklarım da anlayış ve fedakarlık gösterdi. Arpa ile buğdayı bile ayıramadığım o günden beri fidan üretiyorum, ağaç dikiyorum. Elma, kiraz, armut, kayısı, badem, ceviz.. Biraz marjinallik olsun diye bunları Anadolu Bozkırının tam ortasında axyols chora’da yapıyorum. Ürettiğim ve çevre ile paylaştığım fidan sayısı 25 bini, diktiğim ağaç sayısı 10 bini geçti. Şimdi ağaçlarımın altını tıbbi ve aromatik bitkiler ile süslüyorum. Köylülerin “Olmaz doktor bey, inekler yer” dediği saman balyası bahçe evin yapımını (120 metre kare) 12 günde bitirdim (şöminesi hariç). Nalbura gitmeden. Ağaçlarımın % 99 u tuttu, dörtte bir fiyata mal olan evi ise henüz inekler yemedi. Şu sıralarda gübre-kompost fabrikamda çalışacak küçük kırmızı işçilerimi eğitiyorum. Sayıları az ama iştahları ve o ölçüde ‘doğal çıktıları’ fazla. Hızla çoğalıyorlar. Bahçe ve etrafında şahin, atmaca, serçe, köstebek, tavşan ve tilki sayısı arttı. Uğur böcekleri ve kelebekler ise sayılamayacak kadar çok. Uluslar arası geçerliliği olan organik tarım belgem var; ama bahçemdeki tüm bu canlılar benim gerçek yerel kontrol memurlarım ve sertifikasyon yetkililerim. Yine de sormadan edemiyorum. Daha önceleri neredeydiniz?

Köyde ki ekolojik doğal yapının ve mimarinin korunmasına, organik tarımın yaygınlaşmasına, nesli tükenmekte olan toyların köyü yeniden uğrak yeri olarak seçmesine, ekolojik turizmin başlamasına uğraş veriyorum. Tüm bunları yaparken küresel düşünüp, yerel davranmaya çalışıyorum. Hasat edilen ürün tüccarın insafına kalmamalı. Mutlaka bir katma değer yaratılmalı. Yaş sebze ve meyveler gerektiğinde tarlamdan, kurutulmuş, işlenmiş ve paketlenmiş olarak çıkmalı ve köyümün adı ile anılmalı. Ve en büyük hayalim, bir derim sonrası köy merasında kurulmuş oda orkestrasından çıkan antik çağ müziğinin ağustos böceklerinin seslerine karışarak bozkır genişliğince yankılanması.

Bu söyleşinin nasıl bitmesini istersiniz?

Türk insanı yarım asırdır masallarla, dizilerle, kendilerini aydın diye pazarlayan etki ajanları ile; ama en kötüsü ulus adına icraat yaptıklarını savlayan “yönetilicilerle” uyutulmuştur.

Oysa Anadolu topraklarında yüzyıllarca aslanlar yaşamıştır. Şimdi biz, kabzaları süslü silahlarla aslan avına çıkmış avcıların ve onların peşinde koşuşan uşakların hikayelerini dinliyoruz. Bir Afrika atasözü aynen şöyle der: “Aslanlar kendi öykülerini yazmadıkça; hep avcıların uydurdukları hikayeleri dinlemek zorunda kalacağız.”

TANRININ ASLANI

Avcıların öykülerinde gerçeği bulamayacağımız açıktır. Gerçeği, ancak ve ancak aklımızın ve yüreğimizin tüm yaşamla uyumunda buluruz. Böyle bir gerçek, yakın tarihimizde bizzat “Tanrının Aslanı” tarafından destanlaştırılmıştır. O zaman Anafartalar’dan yükselen kükreme günümüzde hala, okyanus ötesinde bile yankılanmaya devam etmektedir.

Cezmi Saday 

 
Toplam blog
: 12
: 1336
Kayıt tarihi
: 14.11.08
 
 

İ.Ü. Cerrahpaşa Tıp Fakültesi'ni bitirdim. Halen Çocuk Cerrahisi Uzmanı olarak çalışıyorum. Evliy..