Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 
 

Hakan Karaduman (Akdenizli)

http://blog.milliyet.com.tr/akdenizli

17 Mart '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Sanat?.. Sanatçı?..

Sanat?.. Sanatçı?..
 

Son zamanlarda isteksiz yazdığımı biliyorum. Ama bildiğim halde neden yazdığımı da biliyorum. Yazımın içine serpiştireceğim nedenlerini. Aslına bakarsanız çok fazla önemli olmadığını da söylemeliyim.

Yıllar içinde dünya yürüyüşüm sırasında ilginç insanlar tanıdım. Sanıyorum onbeş yıl önceydi, bir heykeltraşla tanışmıştım örneğin. Yaşamını sürdürebilmek için yazları turistlerin heykellerini- büstlerini- yaparak geçimini sağlayan bir adamdı. Lümpen bir adamdı belki ama çok yetenekli olduğu eserlerindeki ayrıtılarında görülebiliyordu. Üstelik alkol sorunu olan bir adamdı ama sabahları elleri titremeye başladığında, "o an, yaptığı heykelin inceliklerini daha iyi işlediğini" söylerdi. Haklıydı da. O denli başarılı olurdu ki, tüm titreşimler çumura desen olur akardı.

Nasıl mı tanıştım?

Birgün müzik dersleri almaya karar vermiş, ben de öğrenciliğimin sonlarındaydım. Gitar falan öğrenmek niyetinde olan bir "yanlız şovalyeydi". Kendini böyle tanımlardı. Dersler ilk günlerde belli bir disipilin içinde ilerlerken zamanla fark ettim ki, aslında yanlızlığını paylaşmak isteyen bir insandı. Bir kaç ay boyunca diyaloğumuz sürdü. Müziğe yeteneksizdi, kendisine acımasızca da bunu söylememe rağmen o hep bir Erkin Koray olma hayali kurardı. Saçlarını, konuşmasını ona benzetir, eğer konseri falan olacaksa mutlaka giderdi. Zamanla gitar dersleri, yerine, sanatın diğer bir dalıyla tanışma arzusuna dönüşmüştü benim için de. Haftada iki gün yanına uğrar, bir saat kadar gitar çalışır, ardından o sıkılır, sonra rakı kadehini doldurarak bana da ikram etmek isterdi. Çoğu zaman etik bulmazdım ama bir kadeh dışında abartmadan ona eşlik etmeyi severdim. İlgimi çekense sohbetlerimiz olurdu.

"Sanatın ne" olduğunu tartışırken birgün bana sanat konusunda şu cümleleri sarf etmişti:

- Genç dostum, sanat zavallıların işidir. Ben de bir zavallıyım, o kadar.

Sonraki yıllarda uzun süre boyunca bu cümleyi düşündüm. Sanatın, insanın yücelişindeki bir "merdiven" olduğunu düşünürken, birdenbire işin içine "zavallı" kelimesi girmişti.

"Zavallılık"... Sanki insanın kendisini zorlaması gibi; zavallılık...

Sonraki günlerde yaşam hikayesinin ayrıntılarında dolaşmaya başladık. Öğretmen olarak başladığı "meslek" hayatına, yeteneğinin fark edilmesi üzerine ünlü bir heykeltraşın kapılarını açması, beş yıl kadar kendi tanımıyla onun "yanındaki kölelikten" sonra, önceden bıraktığı öğretmenliği de saymazsak, özgürlüğe yelken açması, Akdeniz sahillerinde zengin turistlere hizmet ve alkol birlikteliğinde keyifli geçen yıllar. Hiçbir yere ait olmamanın, yersiz ve yurtsuz olmanın zamansızlığında, oradan oraya sürüklediği hayatı dışında, hala kendisini bırakmayan yeteneği.

Normal bir yaşam sürene duyduğu özlemdendi sanıyorum kendi yaşamını zavallı olarak tanımlaması belki de. Ama yine de günü kurtaran ve "günü kurtaran zafere" kadehini hergün şerefe kaldıran bir adam olmayı seviyordu.

Daha günlerde gitara karşı ilgisini yitirirken, müziğe karşı aşırı yeteneksiz olduğunu kabul etti. Derslere son vermiştik. Birkaç ziyaretimden sonrada kendisini görmedim. Şimdilerde nerede, ne yapardır bilmiyorum.

Yanlızlığını paylaşmak isteyen "zavallı şovalyeyle" heykel dışında resim sanatı üzerine de dialoglarımız olmuştu. Çoğu zaman onu monoluğa iter, uzun konuşmalarını dikkatlice dinlerdim.

Uzun dialogları-monoluğunu- sıkmamak adına dillendirmek niyetinde değilim. İşin, "sanatın ne olduğu ve sanatı yapanın -sanatçının- kim olduğuyla" ilgili birkaç lakırtı tarafındayım.

Anadolu'da gece hayatı denince, aklıma, köylere incik boncuk satmaya gelmiş kandırıkçıların renkli arabaları gelir hep. Eğri-büğrü ışıklarla yazılmış "gazino" yazısındaki zoraki renk cümbüşünün hemen altındaki köhne gece kulüplerinde şarkı söyleyen kadınlara "sanatçı" deme geleneği hep dikkatimi çekmiştir bir de. "Şu gazinoda iki bayan sanatçı var, diğerinde bir" vs.

Ama, onlar için hep şarkı söyleyen "bir kadındır" sanatçı. Erkekse, adı "türkücü" olurdu.

Neyse, yıllarca "sanatçı", "zanaatçı" arasındaki tanımı, muhafazakarca, keskin çizgilerle kafamda ayırdım. Eğitimi ve yeteneği birleştirmiş, evrensel anlamda onay almış kişiye sanatçı diyordum. Tabi, türkü veya şarkı söyleyen de "zanaatçı" tanımını hak ediyordu benim için. Böylece beynimde güzelce tanımlar yerlerine oturmuşken, birgün fark ettim, "halk sanatçıları" adı verilen bir gurup vardı. Bu insanlar deyişler geliştirmişler, "aşık" ismini almışlar; ama ne nota ne de düzen hak getire, adları "halk sanatçısıydı". Üstelik yadırgamıyordum da. Çelişki içimde yürümeye başladı. Yahu kimdi sanatçı?

Piyanist sayın Hüseyin Sermet, "30 tane piano sonatını çok iyi çaldıktan sonra jazz çalabilirsiniz" dediğinde, bir çok jazz pianistinin doğaçlama çaldıklarını ve yeni ritimlerle kitleleri peşlerinden sürüklediklerini de görünce, üstelik bir tane bile sonat çalmamışları varken aralarında, bu tanım da çok doğru sayılmazdı benim için.

Mimar Sinan'ın sanatçı olmadığını kimse iddia edemezdi, çünkü eserleri ortadaydı. Ama onunda Osmanlı ordusuyla, yıllar süren yolculuklarda edindiği mimari gözlemlerinin etkileri yadsınamazdı.

Uzatmayayım; taklitle başlayan, ardından üzerine "kendinden birşeyler koyan" olabilir miydi sanatçı?

Buna gelecek yazımda değinirim.

Şimdi eksik kısmı tamamlamalı: Sanatçı, çevresindeki huzurla beslenmez, aksine hayat; sürekli tedirgin oklarıyla dürttüğünde sanatçıyı, yeteneğini dürtücektir.

Her sanat eserinin hamurunda acıyla yoğrulmuş "huzursuzluk" vardır: Sonunda "aşkınlık" gelir.

sonra yine yazarım birşeyler...

 
Toplam blog
: 470
: 551
Kayıt tarihi
: 28.08.06
 
 

Ateşten denizleri mumdan gemilerle geçmeye" benzer hayatımız. Mutlaka mavi gökyüzü görünecektir. Gid..