Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

08 Eylül '11

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Sanat ve roman

EMPERYALİZMİN SANAT İDEOLOJİSİ, SANATIN DÖNÜŞ(TÜR)ÜMÜ VE ROMAN  

Romanın son yıllarda nitelik ve daha çok da nicelik olarak yükselişi olgusunu, bir kez daha sanatın bir üstyapı kurumu olduğu gerçeğinden devinerek değerlendirmek yerinde olur diye düşünüyorum. Kısaca, “kentsoylu-sanat-roman” eytişimine göz atalım önce. Süreç içinde kentsoylunun geleneksel, halkçı, devrimci sanatı gözden düşürerek modern sanatın üretimine çanak tutmasıyla örneğin masal fantastik kurguya, tiyatro talk schowa, yontu makete, robota, öykü de romana dönüştü ve bu onu çok sevindirdi. Çünkü amacı sanatın içini boşaltmak, sanatı da sanat üreticisini de kendi amaçları için kullanılabilir niteliğe (kişiliğe) dönüştürmekti. Böylece her şey yalnızca egosantrik yapılanmaya ve kendine hizmet edecek, eğlencesine meze olarak işe yarayacaktı. Romana da “yoksul yaşamlardan roman çıkmaz” diyerek kendisi için kendisini anlattıracaktı. Öyle de oldu: Romanlar hep kentsoyluyu, onun renkli, alengirli, alavereli dalavereli, sazlı sözlü, seksli alkollü maceralarını; aşklarını, aldatmalarını, iktidar oyunlarını kaleme aldı, övdü, ataerkil, egosantrik, paranoyak kişiliğini yüceltti, böylece kurulu düzenin işine yarayacak bir araç işlevi verdi. Diğer bir deyişle, popüler kültürün hizmetine koşuldu. Zaman zaman çıkış aralıkları bulan toplumcu romansa, emperyalizmin büyük paralar harcayarak yaşama geçirdiği projesi gereği, toplumun statükocu, sığ değer ölçülerine indirgenerek görüldüğü yerde başı ezilmesi gereken kaba ve komünist olarak damgalandı, sürekli olarak sanat dünyasından kovuldu. Genel ırasının böyle olması öngörülen/tasarlanan roman, kentsoylunun desteğini alarak; holding yayıncılığı, reklamlar, medya fırsatları, akçeli ödüller gibi ortamlarda el bebek gül bebek büyüdü, gelişti, popüler kültürle buluştu ve popülerleşti. Kapitalist ekonomi ortamında palazlanan başka bir olgudan daha söz etmeliyiz: Kapitalizme dair insan-meta ilişkisinin altyapısal biçimi olan meta fetişizminden ve onun gecikmiş üstyapı kurumu olan postmodernizmden. Yani emperyalist popüler sanat ideolojisinden. Pazar ekonomisi gelişmiş; değişim ve kullanım değeri olan metalar, yani para eden mallar üretilmiş; paranın ve metanın değeri insani değerleri dönüştürerek kendi ırasına uygun biçimlendirmiş, hatta onun yerini almıştır.  

Kısacası özünde insan sıcağı taşıyan insani ilişkiler paramparça edilmiştir. Bir yanda sömürüyle beslediği malı, mülkü, parası, egosu ve besili/doyumsuz libidosu olanlar; diğer yanda sömürüldüğü için işsiz, aşsız, eğitimsiz ve psikolojik sorunlarıyla baş başa kalanlar… Bu gelişmelerden üstyapı kurumları da payına düşeni almıştır elbet. En önce, sanatın en soylu yanı, yani en insani değerlerden, insanın daha çok duygu yanından doğan şiir etkilenmiştir. Önce, metalaşabilmek için mekanikleşmiş (felsefi şiir, deneysel şiir, nano şiir v.b. gibi), ama metalaşamadan yozlaşmaya başlamış, insandan ve onun genel yaşamından, sorunlu dünyasından kopmuştur. Kısacası bindiği dalı kesmiş, düşmüş, düşkün olmuştur. Örneğin Avrupa kitapçılarında şiir kitabı bulmak artık düşsel bir durum, ülkemizdeyse düşe dönüş(türül)mesi yakın. Bu sonuç, zaten şiir yazmayan, okumayan kentsoylunun alkışladığı modernizmin başarısıdır. Sonra sıra öyküye gelmiştir. Öykü için kuşatma, çürütme, koparma, düşürme eylemi sürmektedir. Modernizmin kolayca başaramadığını, postmodernizm başarmıştır. “Öykü öldü” diyenler, bilgi yetersizliği bir yana, öykünün de metalaşamaması nedeniyle, bir bakıma haklıdırlar. Ancak bu teoriyi ayaklarının üstüne doğrultmak ve “önce şiir öldü(rüldü), sıra öyküde, daha sonra da bütün dallarında sanatın” demek gerekmektedir. Kentsoylu için bu olgunun da üzücü bir yanı yok, çünkü yaşam biçemi ve ideolojisi gereği öykü de yazmıyor ve okumuyor. Ülkemizde romana gelince… Ülkemiz özelinde şiir kitabı ortalama 500 adet, öykü 1000 adet basılırken romanın 4000-5000 adet basılması, romanın şiir göre sekiz-on kat, öyküye göre dört-beş kat daha fazla basılması anlamına gelir. Popülerleşmiş romanın yükselişte olduğunun açık kanıtı… Roman, koşullar nedeniyle meta olmayı başardığı için nitelik ve daha çok da nicelik olarak yükselişe geçmiştir. Artık o sanat değeri olmasa da değişim değeri olan toplumsal bir mal konumundadır. Mal olanın zanaat anlamında işlevsellik, yarar ve gösteriş kaygısı olsa da, sanat anlamında estetik ve t/öz kaygısı yoktur. Parayla değişebilme kaygısı vardır. Bu meta, yani roman, estetik değeri , insana dair özü, insanın geleceğine dair sezgisel düzeyde bile bir savı olmasa da iyi yazıldığı, kitle psikolojisini kavrayabildiği, popüler kültüre uyum sağlayabildiği, konjoktürel, küresel politikalara, hizmet edebildiği, kültürel çatışmalarda kullanılabildiği zaman iyi para ediyor. Önce kentsoylunun işine yarıyor; onun ruhunu okşuyor, onun sözcülüğünü yapıyor, sonra da doğrudan ya da dolaylı olarak ideolojiyle kültür kasasını besliyor. Demek ki roman artık bir meta ve para ediyor. Onun ulaştığı bu aşamada yepyeni türediler çıkıyor yoluna. En kısa yoldan para kazanmayı düşleyen düşperestler, müşkülpesentler… Kültürel, sanatsal, dilbilimsel ve estetiksel birikim kaygısı gütmeden yazmaya koyuluyorlar. Bunların içinde kıvrak sanat zekasına sahip olanlar, hitabet gücünü yazma yeteneğiyle birleştirebilenler, toplumun nabzını yakalayabilen kurnaz ve yapay psikologlar, kahramanlık, tarih ve acı duygularını sömürebilenler başarılı oluyorlar. Başarılı ya da başarısız, ayrımı yok, herkes harıl harıl roman yazıyor. Okuma düzeyi yükseldikçe okuma alışkanlığı olanlar çok okumanın getirdiği bir sonuç olarak ellerine ne geçse okuyorlar. Roman dünyasındaki bir başka biçimsel dönüşümün sonucu da, Avrupa okuma uygarlığına damgasını vuran tuğla kitap okuma alışkanlığıdır. Tuğla roman olgusu içindeki türlere gelince… Polisiye, macera ve tarihi romanlar en çok ilgi gören roman türleridir. Hatta giderek bu romanların üç türü de mitolojik ve mistik unsurlardan atmosfer oluşturma yarışındadırlar. Tuğla roman olgusu, ülkemizde de, okullardan başlayarak yalnızca roman okunmasına çanak tutulan çocuk yazını alanında çok daha belirginleşerek öne geçmiştir. Öne geçmekle kalmayıp romanla masalı içi içe geçirerek tür ve kavram kargaşası da yaratmıştır. Bu alanda ilk sırayı fantastik kurgu denen modern bir tür almaktadır. Bu türün en çok kullandığı unsurlar sırasıyla macera, mistik konular, hayal, düş ürünleri ve mitolojik unsurlardır. Bu türün en ilginç örneği Harry Potter kitaplarıdır. Sanayisi oluşan bu kültürel çocuk metası ve onu izleyen diğer metalar oldukça yetenekli, zeki, kurnaz ve çocuk dünyasını çok iyi bilen yazarlarca kaleme alınmıştır. Bu yapıtlar ideolojilerini ve ait oldukları kültürel değerleri empoze etmek gizilgücünü taşıdıkları için emperyalist-kapitalist dünya tarafından özellikle desteklenmekte, pohpohlanmakta, medya ve reklam ("Reklamın kültür endüstrisindeki zaferi budur işte; tüketicinin, sahte olduğunu gördüğü halde, bastırılması zor bir istekle kültür metalarını almaya ve kullanmaya devam etmesi.” Adorno) desteğiyle büyük kitlelere ulaşması sağlanmaktadır. Anlam böyle olmasaydı, Harry Potter (7cilt)’ın yazarı Rowling, kitabın filminin yapabilmesi için Hollywood’a İngiliz artisti, İngiliz kostümü, İngiliz dili koşulunu öne süremez, sürse de kabul ettiremezdi. Kısacası çocukların dünyasında da meta roman yükselişini, hatta altın çağını yaşamaktadır. Çünkü haşlanmak istenen kurbağanın suyu yavaş yavaş ıstılmaktadır. Sözün burasında, 7. yaşına basan Bursa Kitap Fuarı’ndaki yedi yıllık tanıklığımı aktarmalıyım: Çocuklar küçücük harçlıklarıyla kalın kitap (onların deyişidir)satın almak istiyorlar. Çarpık olgunun en çarpıcı örneklerinden biri de, ülkemiz çocuk yazınındaki yapıtların %70’inin çeviri ve %100’ünün de roman olmasıdır. Bir de öznel çalışmamdan söz etmeliyim: Üstün ve/ya özel yetenekli yetmişbeş öğrencimle yaptığım çalışmamdan vahim sonuçlar elde ettim:1)Yüzde 99’u şiir kitabı satın alıp okumuyor. 2) Yüzde 97’si yazmaktan nefret (onların deyişidir) ediyor. 3)Yüzde 36’sı yalnızca Harry Potter okuyor. 4) Yüzde 48’i Harry Potter filmi izliyor. 5) Yüzde 44’ü bilgisayarla oynamaktan hoşlanıyor. 6) Yüzde 71’i kitap okumaktan, %81’i resim yapmaktan, %93’ü de tiyatroya gitmekten hoşlanmıyor. Çünkü kentsoylu eğitim dizgesi de yalnızca roman okuyor, okutuyor. Bunların (okur çocuk) oranı da yalnızca yüzde 5. Belirtmek gerekir ki az sayıda ve az baskıda olsa bile başarılı örnekler de ülkemiz roman grafiğinin yükselmesine neden olmuştur. Orhan Pamuk’un “Nobel Ödülü” parasal boyutuyla birlikte manşetlere taşınınca iştah kabartıcı oldu. Öte yandan Ayşe Kulin, Ahmet Ümit, Ahmet Altan, Elif Şafak, Tuna Kiremitçi gibi yazarların, Gülten Dayıoğlu, Muzaffer İzgü gibi çocuklara yazanların romanlarının yüzbinlerce, hatta bazılarının milyonlarca satması “Nobel”siz de olsa romandan iyi para kazanıldığını gösterdi. Ömer Türkeş’in Virgül Dergisi’ndeki (Şubat/2007) yazısı bu eğilimi doğruluyor. 1923'le 1997 arasında yayınlanan roman sayısının yıllık ortalaması 50, 1998-2007 tarihleri yıllık ortalaması ise 234. 1941-47 tarihleri hariç hiçbir zaman yayınlanan roman sayısı yılda yüzü geçmemiş. 1998'de 110, 99'da 138, 2000'de 134, 2001'de 140, 2002'de 214, 2003'de 217, 2004'de 311, 2005'de 336, 2006'da 389 ve 2007'de de 354 roman yayınlanmış. 2007’de yayınlanan romanların 196’sı ilk roman. Yani romancılık gözde bir meslek. Ömer Türkeş bu çalışmasından yaptığı çıkarsamaların birinde şöyle diyor: "Romanın patlamasını körükleyen, edebiyatın değil piyasanın dinamikleri. Piyasaya kitap sürebilmek için edebi değere boş veren, editörlük müessesesini işletmeyen, önüne gelen her dosyayı yayınlamak zorunda kalan yayıncılar, günü kurtarmak adına edebiyata zarar veriyorlar. Çok sayıda kötü roman, hem az sayıdaki "iyi"nin gözden kaçırılmasına hem de insanların her yazdıklarının roman olduğuna inanmalarına, daha iyisini yapmak için gayret göstermemelerine neden oluyor.” Demek ki romanın niceliksel yükseliş göstermesinin bir diğer etkeni de yanlıca Pazar ekonomisinin kurallarını dikkate alan yayıncılardır. Kısacası tıpkı pamuk, zeytin ya da makine dişlisi kadar değerli olmasa da gerçek bir meta. Theodor W. Adorno’nun daha 1940’lı yıllarda saptadığı gibi bir sanayi ürünü. Kültür sanayisinin en gözde ürünü. Roman okuru da tüketici. Bu olgunun en somut sonuçlarından biri de, giderek ülkemizde de baş tacı edilen best seller olayıdır. Üretici konumunda olanlar, aracılar, tefeciler bu listeleri yayınlıyorlar, kültür sanayi tüketicileri de o listeye bakarak kitap satın alıyorlar. Ölçüt “yazınsal-estetik değer değil, satış sayısıdır. Emperyalist sanat ideolojisi roman medyasını ve yazarları da dönüştürmektedir. Metin Celal özel sitesinde özge ve doğru bir değerlendirme yaparak şöyle diyor: “… romanın medyası değişti. Edebiyat, dergilerinin konusu olmaktan çıkartılıp gazetelerin haftasonu eklerinin, televizyon talk showlarının malzemesi haline getirildi. Yazarın eserinin önüne geçmesi ve bir pop starı gibi sunulması da bu sürecin ürünüdür. Tarkan'ın yeni albümüyle Orhan Pamuk'un yeni romanının sunumu arasında fark kalmadı. Reklam ajansları her ikisi için de özel kampanya stratejileri geliştiriyor. Romanın hakkında Tahsin Yücel'in, Jale Parla'nın ya da Ömer Türkeş'in yazması değil, yazarın Ayşe Arman'ın kırmızı koltuğuna uzanması önemli Romanın kırklara karışmak anlamında yükselmesinde yayıncıların, medyanın ve medya yazarlarının da katkısı var elbet. Bu katkı yalnızca romanın yazılıp baskıya gönderilmesiyle ilgili değidir, starlık sistemi kurallarına göre oynamalarıdır. Yine Metin Celal’den ödünç alarak söyleyelim: “Sistem iyi işledi ve artık bazı yazarlar "star"lıklarını sırf okurlara değil, edebiyat çevrelerine de kabul ettirdiler. Örneğin usta bir yazarımızı anmak amacıyla bir üniversitemiz bir sempozyum düzenlediğinde edebiyat üstadları, kusura bakmasınlar ama, amiyane tabirle, üvertür (eski deyişle sıra kızı) sayılıp, dört beş konuşmacılı panellere davet edilirken bu starlar özel oturumlarda, gazino assolistleri gibi tek başlarına konuşuyorlar. Kimseden bir itiraz duyulmuyor. Bu hâl, malumu ilandır!” Romancı güzel kızla romancı güzel oğlanın imza kuyruğunda sabırla bekleşenlerin büyük çoğunluğunun okur değil hayran olması, daha sonra bu güzellerin evlenmesi, ayrılması gibi star oyunlarını da etkenler listesine katmak gerekiyor. Bütün bunlar sanatın(romanın), sanatçının, sanat ortamlarının yükselişinin değil, maddi üretim süreçlerine yenik düştüğünün ve dönüştürüldüğünün anlatımıdır. Sürecin son perdesine gelince… Kapitalizmin sonul ve asıl amaçlarından biri insan beynini, diğeri de insan yüreğini, kısacası insanı devre dışı bırakmaktır. Bunun için, sanatın eğlence, şov malzemesi haline dönüştürülmesi gerekiyordu. Böylece sanat en postmodern ve en önemli misyonunu yerine getirebilecek, yani düşünmelerini engelleyebilecek kadar eğlendirecekti insanları. Demek ki insanı insan edenin sanat olduğu gerçeği iyi algılanmıştı. Çünkü sanat sanatçının “soylu ve ehil” duygularından doğar, alanın/algılayanın (varsa/ önce) “yabanıl” duygularına etki eder, onları eğitir, dönüştürür, ehlileştirir; daha çok insanlaşmasının yolunu açar. Bu gidişle sanat artık insana insanlaşma sürecinde önemli bir katkı yapamayacaktır. Çünkü aslında sanatı değil yalnızca zanaatı istemektedir sermaye.  

 
Toplam blog
: 74
: 569
Kayıt tarihi
: 11.03.10
 
 

1954 yılında Kars’ın Arpaçay ilçesine bağlı Bardaklı köyünde doğdu. Türkiye’nin çeşitli yörel..