Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Mart '07

 
Kategori
Yurtiçi Tatil
 

Sanki gezmedim, mavi bir düşteydim...

Sanki gezmedim, mavi bir düşteydim...
 

Kış güneşi öpücüklerini göz kapaklarımıza kondururken, biz de iç içe geçmiş yeşille mavinin, bereketli vadilerin sularını içerek, fotoğraflar çeke çeke Fethiye’ ye giriyoruz.

Gurup vaktine doğru Ölüdeniz’ e giriyoruz. Altın renklerin lâl, turuncu ve yavaş yavaş mora karışması...

Ölüdeniz'in en önemli özelliği, bölgenin tamamının konaklama tesisleri ile dolu olması. Yazın kalabalıktan geçilmeyen sokaklar, kışın bir başına, bomboş... Kimsecikler yok Ölüdeniz’ de. İsmi gibi bir sessizlik içinde burası. Yalnızca iki otel açık...

Böyle güzel bir kış ikliminde, buralara gelmeyenlere inat güzel Ölüdeniz...

Sabah gazetelerle başlayıp, gece televizyonların kapanış haberlerine kadar gün boyu peşinizi takip eden haberlerden , felaketlerden uzak, masmavi bir huzur limanı Ölüdeniz. Sizi kolları arasına çağırıyor. İşte o an, düşünmeden koşuyorsunuz, ona sarılmak için...

Akşamın içinde yürüyoruz Ölüdeniz’ in kumlarında...

Gökyüzü ışıl ışıl yıldızlarla dolu. Akdeniz kokuyor rüzgârlar, o gizemli derin ıssızlık köpüre köpüre vuruyor sahile.

Sabah olduğunda, kış güneşi hayatın nerdeyse bambaşka renkleri, keyifleri ve hazları olduğunu hatırlatırcasına doğuyor... Sahilin en solundaki otel odamızın balkonu, Akdeniz’le öpüşüyor. Ölüdeniz çivit mavisinden cam göbeğine, dağlara doğru iyice yeşillenen koylarından uçuk pembemsi haline, derinlerdeki laciverde kadar önümüzde uzanıyor. Balıkçı’yı anıyorum hemen:

“Sanki gezmedim, mavi bir düş gördüm”.

Sakin bir yolculuk, kentte yaralanan huzurumuzun tüm yaralarını sarıveriyor o şefkatli elleriyle...

Mayolarımızı altımıza giyip, kış güneşinin güzel ılıklığında yürüyoruz altın renkli kumların üstünden Ölüdeniz kumsalı boyunca. Ücret vererek girdiğiniz koyda tek katlı tesisler ve cafeler bakımlı, yerler temiz... Etrafa ağaçlar serpiştirilmiş gibi. Açık bir cafede iki-üç turist oturmuş sohbet ediyorlar. Başka kimseler yok...

Ölüdeniz usta bir nakkaşın elinden çıkmışçasına harikulade duruyor... Masmaviş denizin bittiği yerde, zümrüt rengi ormanlarla kaplı yamaçlar başlıyor.

“Deniz kulağı” anlamına da gelen lagünün başlangıç kısmında kotlarımızdan kurtulup güneşe bırakıyorum kendimi arkadaşımla. Tam karşımızda dev bir kaya var, denizle iç içe, karadan kopmuş. Hafif meltemi saymazsak, ürpertimiz böyle muhteşem bir doğayla baş başa kalmamızdan...

Kulağıma Madonna’ nın ve 80’ lerin ünlü bayan rock grubu Heart’ tan “ Secret ” adlı parçalar çalınıyor. Yürek bütün “ sır ”larını döküyor buraya... İkaros’ un ve babası Daidolos’ un kanatlarını açarak üzerinde uçtuğu denizse, yüzyıllardır sakladığı efsaneleri fısıldıyor insanın kulağına... Ölüdeniz dinliyor...

Ben de bu efsaneleri duymak için Ocak ortasında dalıyorum hızla Ölüdeniz’ in masmavi, güneşle ışıldayan sularına. Su o kadar soğuk ki, denize gireceğimi beklemeyen biyolog arkadaşımın yaşadığı şaşkınlık ünlemiyle, benim “ buz gibi! ” sözüm birbirine karışıyor...

Su çok berrak, suyun altında gözlerimi açıp birkaç metre gidiyorum. Ama üç dakika sonra, soğuğa daha fazla dayanamayıp çıkıyorum. Çıkınca da aklıma şair Özkan Mert’ in İsveç’ te buz gibi denize girme öyküsü geliyor. Şairin ağzından aktarıyorum arkadaşıma:

“ Yaz gelince İsveçliler, hiç kimsenin kendilerini görmediğinden emin -tanrının bile- güneşlenirler. Ve yüzerler. Çırılçıplak.

Baltık ’ta yüzmek öyle kolay iş değildir.

Baltık’ta su, Akdeniz’ in sıcak köpüklü dalgalarına benzemez; buza keser adamı. Bu yüzden İsveçlilerin Baltık’ ta yüzme süreleri birkaç dakikayı geçmez.

Oysa ben yüzdüm mü yüzerim.

Kaldırdım attım bir gün kendimi Baltık’ ın buzlu sularına. Vücudumun varlığını hissetmedim bir süre. Sanki biri vücudumu çalmış.

Beş on dakika sonra vücudum yerine geldi.

Tüm İsveçliler toplanmışlar şaşkın bakışlarla bana bakıyorlar; Baltık’ ın sularında yarım saat kalan bir deli... Cankurtarana falan da telefon etmiş olabilirler.

Bu cümleleri yazıncaya kadar da hayattaydım. ” [1]

Zaten insan böyle keyifli ürpertilerle daha bir haz alır hayattan...

Güzel geçen her şey gibi, havada yavaş yavaş bozuyor ve aniden kara bulutlar sarmaya başlıyor gökyüzünü. Bu arada dağdan atlayan bir yamaç paraşütçüsü dikkatimizi çekiyor. Biz giyinip, lagünden yana yürürken gözlerimizle de bir yandan takip ediyoruz paraşütçüyü.

Ölüdeniz’de yamaç paraşütü hizmeti veren yedi acente var. Rezervasyon yapıp çıkış saati bekleniyor. 50.000 Euro teminatlı sigortalı yolcular, pilotlarla beraber 4x4’lere biniyor, üste de paraşütler yükleniyor. Ölüdeniz çıkışından 1965 metre yükseklikteki Babadağ’a 1978 yılında yangın kulesi için açılmış olan 25 km’lik orman yolu ile tırmanılıyor. Yol toz, toprak ve engebeli... Yolculuk yaklaşık 50 dakika sürüyor. Arada bir yerde, orman işletmesi görevlileri yamaç paraşütü yapacak olanlardan kişi başı ücret alıyorlar. 1200 metrelerde ağaç cinsleri de değişim gösteriyor ve anıtsal gövdeli, 200-300 yıllık nadir türlerden Sedir ormanlarına rastlanıyor...

1700 metrede uçuş pistine ulaşanları her ihtimale karşı bir ambulans hazır bekliyor. Eğer rüzgar uçuş için uygun değilse, daha elverişli olan 1900 metreye çıkılıyor... Acente tarafından kendilerine verilen tulum ve kasklarını giyenler, önce paraşütleri yere açıp rüzgara bırakıyorlar. Şişince de koşmaya başlıyorlar ve kendilerini dik yamacın bir yerinden gökyüzünün boşluğuna bırakıyorlar. Keyiften mi, heyecandan mı, yoksa adrenalin salgısından mı bilinmez önceleri çığlıklar duyuluyor... Sonra uzaklaşıyorlar ve sırasıyla Ölüdeniz’in, Ayanikola Adası’nın, Gemile Koyu’nun, Kum Burnu’nun doyumsuz manzarasını seyrederek boşlukta çok da düzgün olmayan daireler çiziyor; kah inip kah yükselerek Belcekız Plajı gerisindeki iniş pistine konuyorlar. 30 ila 45 dakika havada kalan ve uçmanın keyfini, İkaros’ un kanatlarının keyfini çıkaran yolcular, isterlerse yolculuklarını videoya da çektirebiliyorlar.

Biz bu uçma keyfini yaza bırakıp, lagünün arka kısmını dolaşırken bizi gören ördekler sırayla denize giriyor ve çıkıyorlar. Fotoğraflarını çekiyoruz heyecanla.

Dar beton yol, ağaçlarla kaplı, tıpkı Ölüdeniz’in kıyıları gibi, yemyeşil her yan...

Akşam olmadan duşlarımızı alıp, arabayla ıssızlığın ülkesine doğru hareket ediyoruz... Likya ile Karya’nın sınırına...

[1] Özkan Mert, Nehir, Boyut Yayınları, 2002.

31 Ocak 2006, Salı

 
Toplam blog
: 353
: 3712
Kayıt tarihi
: 28.02.07
 
 

"29 Temmuz 1980’de İstanbul’da doğdu. Celal Bayar Üniversitesi, İşletme mezunu. Şiir, deneme, öykü, ..