Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Eylül '10

 
Kategori
Gündelik Yaşam
 

Şanssız bebeler!

Şanssız bebeler!
 

Sadece biyolojik nedenlerle anne ve baba “sıfatını” almış insanların çocuğu olmak büyük şanssızlık!

Hayatın kutsallığını ve o yeni doğanın masumiyetini, temizliğini, saflığının bilincinde olamamak ise büyük cahillik. Daha önceki yazılarımda da bahsettim çalıştığım iş gereği hayata tutunmaya çalışan bebelere yardım etmeye çalışıyoruz.

“Hayatın kutsallığı” görmek isteyene her zaman mümkün, görmek istemeyene ise kendi çocuğunu darbedecek, hatta sakat bırakacak kadar da uzak.
Gazete haberlerinde bir annnenin “6 buçuk” aylık bebeğinin neredeyse suratını dağtacak şekilde dövdüğünden bahsediliyor. Anne kendini savunuyor, “yok dövmedim. hep elimden düşürüp durdum” filan diyor. Ne kadarı gerçek ne kadarı yalan bilemiyoruz. O annenin vicdanında kalıyor her şey. Ama bebenin ağzı burnu dağılmış.
Benim bizzat gözlemlediğim bir çarpıcı hatıra var.
İstanbul’da görmüştüm. Belediye otobüsünde ayakta gidiyordum ve hemen önümde oturan kadın ile adamın çocuğu dikkatimi çekmişti. Adamın kucağında oturan çocuk 3 yaşlarındaydı. Sol yanağında kırmızı 4 adet çizgi vardı. Kızarıklık diyeyim, ip gibi uzun 4 adet çizgi. Hani sanki tokat yemiş gibi. Yol boyunca gözümü ayırmadım çocuktan iyice baktıkça, daha da ikna oldum. Resmen bir tokat iziydi. 3 yaşlarında bir çocuğun yüzünde böylesine iz bırakacak kadar hiddetle nasıl vurulurdu ki? Belki kardeşleri yapmıştır...belki bir başkası?
Hani hemen anne ve babanın günahını almayayım (polyanacılık oyanayan adam).

Ama öyle ya da böyle bebenin suratında patlamış bir şey belli. Çizgilerin uzunluğuna dikkat ederseniz yetişkin birinin parmaklarının izi...çocuğun çenesinden elmacık kemiğine kadar ulaşıyor.

Daha acısı ise çocukcağızın hareketleri; kendi kendine konuşuyor. Her çocuk konuşur kendi hayal gücü içinde türlü türlü oyunlar yaparlar...sizin baydığınız o sıkıcı otobüs yolculuğunda belki de o hayal dünyasında fena halde eğlenmektedir.

Ama bu bebenin konuşmalarında ki tuhaflık hareketlerindeydi.

Önce bir şeyler mırıldanıyor, sonra sağ elinin işaret parmağını ileriye doğru atarak...sanki “eee sana bak ona göre” der gibi tehditkar bir şekilde sallıyordu.
Sonra da sol eliyle vurur gibi yapıyordu.
Küçük ellerini açarak.
Bu hareketler dizisi yol boyunca devam etti durdu. İçimden fotoğrafını çekmek öyle geldi ki...ama yapamadım. Doğru da değildi zaten. Neden acaba...önce parmağını sallıyor, sonra da tokat atar gibi yapıyordu ki?

Adam ile kadına baktım onlar mı dövüyordu hakikaten bu bebeği?
Ama ne kadar da sessizce oturuyorlardı?
Kadın sürekli camdan dışarı bakıyordu. Adam da cam tarafına doğru bakıyordu. Bebek adamın kucağındaydı.
Sırtı hafifçe koridora dönüktü.
Bu kadar detayı nasıl hatırladığıma şaşmayın...dedim ya yol boyu izledim bu üçlüyü. Bugün yine yüzü gözü dağılmış bir bebe görünce gazete haberlerinde içim fena halde sızladı.
Aklıma bu olay geldi hemen.
Bizim hastanedeki bebeleri düşündükçe, bu çocuklarını döven adamlara ve kadınlara hakikaten lanet olsun diyorum. Çocuklarının dünyaya sağlıklı gelmesinin ne büyük bir şans olduğunu bile göremeyen zavallılar bunlar. Ne yazık ki onlar ne anne ne de babalar.
Sadece adam ve kadın.

Bir de bizim bu hastanedeki bebeleri bir düşünün zamanından önce dünyaya gelmişler ve gecemizi gündüzümüzü veriyoruz onları sağlıklı bir hayat yaşayabilecek insanlara dönüştürebilmek için. Onların böyle erken doğmasına sebep olan genetik bilmeceyi çözebilmek için klinikte bir yandan, laboratuvarda bir yandan herkes deli gibi çalışıyor. Hakikaten inanın aynen öyle deli gibi çalışıyor herkes.
Uzmanlığını yapan asistalarımız haftada minimum 80 saat çalışıyorlar. Hani belki diyeceksiniz...sistemin en altında asistanlar var elbette çalışacaklar, halbuki alakası yok üst düzey hocalar onlar da aynen öyle... Diğer taraftan da bizzat öz anne ve babası (pardon anne ve baba demek doğru olmuyor galiba) sağlıklı bebeklerini fiziksel ve ruhsal açıdan hırpalayıp...hastalıklı insanlar olarak topluma kazandırıyorlar (!)
 
Toplam blog
: 237
: 1302
Kayıt tarihi
: 06.08.07
 
 

Biyolojinin son yıllarda, özellikle son 10 yılda içeriğinin yoğun bir şekilde moleküler düzeye inmes..