Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

26 Haziran '08

 
Kategori
Dünya Şehirleri
 

Sarajevo-Görmeden Anlayamazsınız

Sarajevo-Görmeden Anlayamazsınız
 

Atatürk'ü Yetiştiren Askeri Lise


Balkanlarda seyahatin en can sıkıcı bölümü bir ülkeden diğerine geçiş. Hele minibüs veya otobüs gibi toplu ulaşım aracını tercih etmişseniz, yandınız demektir. Önce bir ülkeden çıkış yapıyor, sonra iki yüz metre ilerideki kontrol noktasından diğer ülkeye giriyorsunuz. Araçtaki herkes teker teker pasaportlarına bakılarak gözden geçiriliyor, sonra bu pasaportlar birer birer bilgisayarda kontrol ediliyor. Her seferinde en az bir saat sürüyor işlemler.

Makedonya’ya girdiğimizde hava kararmak üzereydi. Neyse ki Kosova’nın bozuk yollarından sonra, Makedonya topraklarına girdiğimiz andan itibaren kaymak gibi asfalt yolu çekilir hale getiriyor.

Başkent Üsküp’e ulaştığımızda ise saat ona geliyordu. Kente girerken tepede ışıl ışıl parlayan bir haç hemen dikkat çekiyor. Haçın mazisinin çok eski olmadığını öğreniyoruz. Makedonya’da Hıristiyanlar yüzde 68’lik çoğunluğa sahip olsa da, bunun bir tür güç gösterisi, hatta tahrikten öteye gitmediği inancındayım. Aynı büyüklükte bir haç, sonraki bölümlerde ele alınacak olan Bosna’nın Mostar kentinde de var…

Sabah erkenden şehir turuna başlıyoruz. Kentin eski bölümündeki çarşı tam bir Anadolu kasabası. Hele berber… Tezgahı yüzyıl öncesinden kalmış desem, az bile söylemiş olurum.

Makedonya’nın toplam nüfusu 2 milyon civarında. 80 bin de Türk yaşıyor. Ne tuhaftır ki, Türklerin üç siyasi partisi var. Üç solcunun olduğu yerde üç parti kurulurmuş diyenler, bir de solcu Türkleri hesaplasın.

Bir başka ilginçlik, ülkenin Birleşmiş Milletler tarafından Yunanistan’ın baskıları sonucu EYMC-Eski Yugoslav Makedonya Cumhuriyeti adıyla tanınması. Çünkü Yunanistan’da Makedonya diye bir bölge olduğundan aynı ismi başkalarının kullanması hoşlarına gitmiyor. Neyse ki sadece dört kelimelik bir devlet ismi dayatmışlar.

Ülkede Kiril ve Latin alfabesi birlikte kullanılıyor. Binalara baktığınızda kendinizi Türkiye’de, yazılara baktığınızda eski Sovyet Cumhuriyetlerinden birinde sanabilirsiniz.

Kentin yeni bölümü Vardar ırmağıyla eskisinden ayrılmış. Kafeler, restoranlar, marketler hep yeni bölümde. Migros’un kurduğu Ramstore da...

Kosova gibi burada da Türkler ve Türkçe çok seviliyor. Türküleri ise ister Makedonca ister Türkçe söylensin, hep bildiğimiz Rumeli türküleri.

Yunanlılar ve Bulgarlarla neredeyse kanlı bıçaklılar. Rehberimiz ilginç bir hikâye anlattı. Türklerin yüzde 10 nüfusa sahip olduğu Bulgaristan’ın bir kasabasında bir Türk yerel seçimlerde adaylığını koyuyor. Kazanması imkânsız olduğu için herkes dalga geçiyor onunla. Sandıklar açıldığında bir mucize oluyor ve adam seçimi kazanıyor, hem de yüzde 80 gibi şaşırtıcı bir oyla. Karşısındaki aday Makedon olduğundan Bulgarların tamamı ona oy vermiş çünkü...

Üsküp’ün tepesinde bir Türk kalesi var. Kesif bir amonyak kokusu uzaktan bile hissediliyor. Makedonlar kimyasal artıklarını buraya deşarjür ediyor anlaşılan. Neyse ki artıklar şimdilik sadece sıvı...

Sokaklarda başı örtülü çok sayıda kadın ve takkeli erkekler göze çarpıyor. Benzerleri Bosna’da da görülüyor. Aralarında Türklerden çok Makedonlar, Boşnaklar, Arnavutlar var.

Üsküp ünlü Türk şair Yahya Kemal Beyatlı’nın doğduğu kent. Hani “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik. Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik, ” dizelerinin şairi. Ülkede onun adına yaptırılmış üç tane lise var. Fettuhlah gurubuna ait olduğu söyleniyor.

Vitrinlerde Türk markaları hemen dikkat çekiyor: Beko, Taç, Mado, İstanbul Simit Sarayı…

Türkiye’de elli yıllık ömrümde ziyaret ettiğim caminin üç katını bir haftada Balkanlarda dolaşıyorum. Sadece camiler olsa neyse, rehberimiz nerede bir türbe, nerede bir tekke varsa götürüyor bizi. Ülkede Bektaşi tekkeleri çok yaygın.

Bunlardan bir tanesi Sersem Ali Tekkesi. Kanuninin sadrazamı olan Ali Paşa, artık kendini Bektaşiliğe adayacağını söyleyince, Sultanın “Bundan sonra senin adın Sersem Ali olsun!” diye buyurduğu rivayet edilir.

Benim fareziyem farklı. Tekkenin helâsına giderken geliştiriyorum bu teoriyi. Kapı eşiğini geçtiğim anda kafam güm diye üste çarpıyor. O kadar alçak yapmışlar ki. Tepemde yıldızlar uçuşuyor, sersemliyorum.

Sersem Ali Dedenin yedi yerde makamı varmış ama mezarı Hacı Bektaş’ta….

Üsküp’ten sonra Ohrid’e hareket ediyoruz. Ohrid gölünün kıyısında kurulu güzel bir kasaba burası. Evler Safranbolu tarzında. Modern Çarşısı bizim Çeşme Çarşısı kadar güzel. Elveda Rumeli’nin bazı bölümleri burada çekilmiş.

Hem göl hem de kasaba Unesco tarafından korunmaya alınmış. Bu Unesco denilen kurum vur deyince öldürüyor gerçekten. Gölü çirkinleştiren ve pis gösteren yosunların toplanmasını bile yasaklamışlar. Neymiş! Doğallığı bozmamak lazımmış! Hatta sivrisinekler için ilaçlama bile yapılamıyor. Onlar da koruma altında. Sadece kış deyip korkutabiliyorsunuz.

Merak edenler için söyleyeyim, Tikveşli yoğurtlarının doğduğu kasaba Tikveş de Makedonyada…

Arada ülkenin ikinci büyük kenti Manastır’a gidiyoruz. Burasının Türk tarihi açısından önemi en az İstanbul, Ankara, İzmir… aklınıza gelen tüm Türkiye kentleri kadar. Bir defa Atatürk’ün okuduğu askeri idadi (lise) bu kentte. İkincisi, neredeyse Osmanlıdaki tüm devrimci hareketlere burası önderlik etmiş.

Kente baktığınızda hakikatten burada iyi devrim yapılır yahu, diyesi geliyor insanın. Denizden yüksekliği oldukça fazla. Etrafı dağlarla çevrili…

Kente öncelikle Mustafa’nın, Kemal olduktan sonra nasıl bir lisede okuduğunu merak ederek giriyoruz. Aracımız hiçbir yere uğramadan doğrudan lisenin karşısına park ediyor. Fazla büyük bir bina değil burası. Bir dikdörtgen prizması şeklinde iki katlı bir yapıt. Avlusu ortada…

Artık müze olarak kullanılıyor. İlk katta Büyük İskender’in de aralarında bulunduğu önemli Makedon liderlerin resim ve heykelleri var. Gözümüz hiçbirini görmüyor, doğrudan üst kata, Atatürk için özel olarak düzenlenmiş bölüme çıkıyoruz.

Makedon görevli Atatürk’ümüzü kendi dilinde anlatıyor bize, rehberimiz tercüme ediyor. O kadar güzel sözler söylüyor ki…

Elli kişilik gurup pür dikkat dinliyoruz. Sözleri bitince bir CD oynatıyor. Rutkay Aziz’in seslendirdiği filmde Atatürk’ün hayatı, Kurtuluş Savaşımız, devrimlerimiz ve hayata gözlerini yumduğu ana kadar ulusumuz için yaptıkları anlatılıyor. Anlatım o kadar etkili ki, koca salonda çıt çıkmıyor. Filmin sonu yaklaştığında etrafıma bakıyorum, herkesin gözleri nemlenmiş, çaktırmadan ağlayanlar, hıçkıranlar var… Gözyaşlarımız onun eğitim gördüğü, belki haylazlık yaptığı sınıfın zeminini ıslatıyor.

O’nun veciz sözleri salonun duvarlarını süslemiş:

"Ulusun hayatı tehlikeyle karşı karşıya kalmadıkça savaş bir cinayettir…”

“Biz hayat ve bağımsızlık isteyen ulusuz ve yalnız ve ancak bunun için hayatımızı hiçe sayarız.”

“Bence bir ulusta şerefin, onurun, namusun ve insanlığın sürekli olarak bulunabilmesi kesinlikle o ulusun özgürlük ve bağımsızlığına sahip olabilmesiyle mümkündür.”

Bu cümleyi okuduğumda aklıma İngiliz mandasını devrimlere, Humeyni’yi Atatürk’e tercih eden genç kız geliyor. Söz sanki bugünleri düşünerek söylenmiş: Bağımsızlık olmadan onur olmaz…

Başka sözler de var:

“Dünya vatandaşları kıskançlık, açgözlülük ve kinden uzaklaşacak şekilde eğitilmelidir.”

Ve dili, dini, ırkı ne olursa olsun tüm ulusu tarif eden kelimeler:

“Diyarbakırlı, Vanlı, Erzurumlu, Trabzonlu, Trakyalı veMakedonyalı hep bir ırkın evlatları, hep aynı cevherin damarlarıdır.”

Benzeri Çanakkale Şehitliğinde var; orada koyun koyuna yatan gençlerin isimleri yanında memleketleri de zikredilmiş: Şam, Halep, Manastır, İstanbul, Bursa, Denizli, Diyarbakır…

Ve insanın tüylerinin diken diken eden o müthiş söz:

“Dünyanın hiçbir ordusunda yüreği seninkinden daha temiz ve daha sağlam bir askere rastgelinmemiştir.”

İdadinin biraz ilerisinde Hırvatistan konsolosluğu var. Önünde, Yugoslavya’yı kuran ve birarada tutan adamın, Tito’nun heykelini görüyoruz. Bir tek orada var Tito. Belki de Hırvat olduğundan. Öleli daha çeyrek asır olmadan unutulmuş, Yugoslavya’nın her yerinden silinmiş. Büyük adamları yetiştiren bu coğrafyada Atatürk’ün farkı hemen belirginleşiyor…

Caddenin ismi Tito caddesi olarak değişmişse de, halk Osmanlının koyduğu Şirok’u kullanıyor.

Manastır sokaklarında Türk olduğumuzu anlayanlar lâf atıyor:

“En büyük Türkiye!”

Benzer ilgiyi sonraki günlerde en çok Bosna’da göreceğiz… Gençlerin, çocukların üzerlerinde Türk Milli Takımı formaları var. Bayrağımızı omzuna asıp dolaşanların sayısı oldukça fazla.

Manastır, 1912 Balkan Savaşı’nda Osmanlının elinden çıkıyor. O tarihe kadar üçüncü ordunun üssü olması yanısıra tüm Rumeli’nin bağlı bulunduğu bir vilayet aynı zamanda. 30 konsolosluk varmış kentte. Şimdiyse sadece beş. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu dördü fahri konsolosluk seviyesinde.

Makedonya sadece Türk devrimcilerin değil, Arnavut asilerin de en etkili olduğu bölge. Prizren’de başlayan bir isyanı bastırmak için gönderilen Reşit Paşa, kıçı açıkta kaldığından rüyasında Aya Dimitri Kilisesi başrahibini görür. Rahip ona der ki: “Ulan Reşat, olacaksın haşat! Benim adıma bir kilise yaparsan, görevinde başarıya ulaşacaksın.”

Saf Reşat Paşa hemen girişir kilise yapımına. Ancak kiliselerin özel izinlerle yapıldığı o dönemde kimse çakmasın diye, dışı gösterişssiz bir kiliseyi izin almadan gizliden inşa ettirir. Muhtemelen Laz bir müteahhide. İçi ise herhangi bir kiliseden farksızdır…

İşte o kiliseyi ziyarete gittiğimizde görevli acayip ters davranır bize. Işıkları söndürmekle kalmaz, bugün kapalıyız, çabuk çıkın diye çıkışır. Hatta fotoğraf çekenleri azarlar.

Tam çıkacakken imana gelir… Yanımıza yanaşır, “Çok çok özür dilerim, ” der içtenlikle.

Bir anlam veremeyiz önce. O da bunu hissetmiş olacak ki açıklama ihtiyacı hisseder:

“Sizi Yunanlı sandım. Nasyonalist değilim ama adamlar o kadar patavatsız, saygısız ve küstahlar ki, anlatamam. Oysa siz Türkler hep saygılı, kültürlü ve efendisiniz. Geçenlerde İstanbul Üniveristesinden çok terbiyeli bir gurup öğrenci geldi, resimler çizdi…”

Önce mübalağa ettiğini düşünüyorsam da, anlattıkça koltuklarım kabarıyor. Hep olumsuz şeyler duymaya alıştığımız vatandaşlarımız için böyle güzel sözleri duymanın hazzı hiçbir şeyde yok…

Caddenin sonuna doğru “Manastırın içinde var bir havuz, ” türküsünde tarif edilen havuzu görüyoruz. Biraz büyükçe bir leğen çapında. İçinde ise su kalmamış artık.

İki gün ayırdığımız Makedonya’dan ayrılırken Tito’nun bölgede büyük işler başardığını kendimce teyit ediyorum. Sırplar, Slovenler, Hırvatlar, Boşnaklar, Makedonlar, Karadağlılar, Kosovalı Arnavutlar ve Voyvodidalı Macarlardan oluşan sekiz ayrı etnik gurubu kavgasız gürültüsüz aynı çatı altında tutmak çok büyük başarı. Yugoslavya onun ölümünden hemen sonra parçalanıyor. Hem de ne parçalanma! İnsanlar birbirini boğazlıyorlar yıllarca.

Bu arada Yugo’nun Slav dillerinde güney anlamına geldiğini bu seyahatte öğreniyorum. Yugo-Slavya, Güney Slavya demek anlayacağınız…

Turumuzun üçüncü günü Ohrid Gölü kuzeyinden Arnavutluk’a geçiyoruz. Daha sınır kapısında ne gibi bir ülkeye ayak bastığımızı hissediyoruz. Hani kovboy filmlerinde Meksika sınırında bir şeyler sızdırmak isteyen pis bıyıklı, esmer görevliler olur ya, Arnavutluk sınırında gördüğüm görevlilerin ikisi de öyle. Nitekim geçiş işlemlerini hızlandırmak için “indirme” istiyorlar. Yoksa saatlerce bekletmek ellerinde...

Ülke topraklarına geçiş yaptığımızda başka hiçbir yerde olmayan iki şey çarpıyor gözümüze: asfaltta eşek süren bir sürü insan, bir de sınır boyu kazılmış siperler ve mantarı andıran askeri barınaklar. İçeride hiç asker yok. Enver Hoca döneminde inşa edilmiş...

Bir tepeden iniyormuşçasına kilometrelerce aşağı doğru sürüyoruz. O anda Ohrid Gölünün deniz seviyesinden epey yukarıda olduğu geliyor aklıma. Gidiş gelişli asfalt son derece düzgün ama uzun süre atrafta tek bir bina görünmüyor. İlkine 10-15 kilometre sonra rastgeliyoruz.

Sonra tıpkı Kosovadakine benzer binalar çıkıyor karşımıza. Sıvasız, bakımsız, tamamlanmamış... Bahçelerinde sebze, meyve yetiştirip tavuk besliyorlar. Kosova ve Makedonya’daki gibi burada da her köyde minareler yükseliyor. Ancak hepsinin arasında sırıtan bir şey var: ALPET istasyonları. Hemen tüm benzinciler Alpet. Kurumu bir Türk şirketi olarak biliyorduk, acaba yanıldık mı diye birbiririmize soruyoruz. Öyle ya İstanbul’da bu kadar istasyonları yok. Belki de ilk iki harf Arnavutluk’un İngilizcesi olan Albenia’yı temsil ediyordur.

Öyle olmadığını, kurumun tüm Arnavutlukta 100’e yakın istasyona sahip olduğunu ancak memlekete dönüşte öğreniyoruz.

Benzin istasyonlarında sadece benzin, biraz cips ve içecek satılıyor. Benzin marketçiliği diye bir kavramları yok.

Tiran üzerinden Karadağ’a geçeceğiz. Önümüze bir sapak çıkıyor. Birinde Tiran 45, diğerinde 99 km yazıyor. Şoförümüz, Alpet’in benzin sponsorluğunu almış gibi, uzun yolu tercih ediyor. Araçtaki herkes isyan edince, kısa yolun bozuk olduğunu izah etmek zorunda kalıyor. Adriyaik’e çıkıp oradan Tiran’a gireceğiz. Kulağı tersten göstermek gibi bir şey bu.

Sapaktan iki dakika kadar sonra bu defa “Tiran 70 km” tabelası çıkıyor önümüze. İki dakikada 29 km alamayacağımıza göre anlıyoruz ki, Arnavutlar Laz ölçüm aletlerinin kullanmış ya da yollarını Rizeli müteahhide yaptırmış.

Tiran’a yaklaşırken Adriatik kıyısından geçiyoruz. Yirmi-otuz sene önceki Kumburgaz sahilleri gibi ortalık toz duman içinde, binalar denizin içine kadar girmiş, sahiller beton yığınına çevrilmiş.. Seyyar satıcılar bangır bangır bağırarak mallarını satmaya çalışıyor. Ayı oynatıcıları bile var. Eğer bizde Uludağ’a bırakıldığı söylenen ayılar, gerçekten salındıysa, bilin ki dağda canları sıkılıp Arnavutluk’a sığınmıştır.


Yazlık binalara veya otellere tanıdık isimler verilmiş: Antalya, İstanbul, Side... Çok beğenilen veya önemli bir özelliği bulunan yerlerin isimlerini kullanmak her ülke için geçerli değil mi? Hiç Afganistan pansiyona rastlayan olmuş mudur? Ya da Bangladeş Hotel’e, Pakistan Golf Kulübüne?

Elektrik direklerinde ve duvarlarda üzeri kaplanmış ama fazla sulandırılmış kireç kullanıldığından hâlâ okunabilen sosyalist dönemden kalma afişler var. Kızıl bayraklı kızlar, yumruğunu sıkmış gençler, şapkasındaki kızılyıldızı parlayan askerler...

Kente yaklaştıkça binaların eli yüzü düzeliyor. Düzgün binalardan birinin ismi Turgut Özal Koleji.

Tiran merkezi Taksim büyüklüğünde geniş bir meydan. Bu alana geniş caddeler bağlanıyor. En belirgin olanı Çin tarafından yapılmış olan opera binası. Hemen karşısında görkemli bir Enver Hoca heykeli varmış, şimdi yerinde yeller esiyor. Arnavutlar ülkeyi elli yıla yakın demir yumrukla yönetmiş adamın bırakın heykeline tahammül etmeyi, ismini bile anmak istemiyor. Bu yüzden meydana açılan geniş caddelerden birinde ölmeden önce kendisi için inşa ettirdiği anıt mezarı ticaret merkezine dönüştürmüşler.

Meydanda tek bir heykel var: O da bölgede Osmanlıya kan kusturan İskender Bey’e ait. Şaha kalkmış atının üzerinde...

Sosyalist dönemi çağrıştıran tek şey ulusal müzenin üzerinde gösteri yapan gençleri andıran resim. Arnavutlar sanata saygılarından kıyamamıştır ona.

Tiran meydanı ve ona bağlanan yollar savaştan yeni çıkmış Kosova’dakinden beter. Her halde en son asfaltı Enver Hoca yaptırmıştır. Trafik İstanbul trafiği kadar yoğun. Allahtan öyle! Trafik hızlı işlese bozuk yerin tozu arşa çıkar herhalde.

Arabalar ve otobüsler eski püskü. Kaportaları dağılmış, boyaları dökülmüş...

Kentin her tarafını Arnavutluk ve Kosova bayrakları süslüyor. Bizdeki bayrak sayısını çok bulanlar bir de Tiran’ı görmeli.

Diğer ülkelerdeki dilencilerin aynısı burada da var. Belki de, “Bu kekoların eli nasılsa açık, ” diye bizi takip etmişlerdir.

Tiran’da yemek molası vermeyi beklerken, “Açlıktan geberdik, ” yakarışlarımıza aldırış etmeyen rehberimiz apar topar araca dolduruyor bizi... Sınır kapısına kadar da mola vermiyor.

Burada bir kır restoranına giriyoruz. Menüde sadece çorba, pizza ve spagetti var. İster ye, ister yanında yat. O kadar acıkmışız ki, önümüze ördekler için hazırlanmış ıslak bayat ekmek koysalar, itiraz edecek takatimiz kalmamış. Yeter ki zamanında gelsin siparişlerimiz.

İçime doğmuş gibi saatimin kronometresini kuruyorum. Sipariş verdikten tam 58 dakika sonra geliyor yemeğimiz, üstelik herkes kendi servisini kendisi yaptığı halde. Ama haklarını yemeyeyim, ne sipariş ettiysem o servis ediliyor. Başkaları benim kadar şanslı değil. Çorba isteyenler pizza, pizzacılar makarna, makarnacılar çorba ile doyuruyor karınlarını.

Tiran merkezinde mola vermediği, bu berbat yere getirdiği için rehbere çıkışıyoruz. Hiç bozmuyor istifini. “Burası hiç olmasa hijyen. Başka yerde mola verseydik, zamanınızla birlikte sağlığınızı da yitirirdiniz, ” diyor.

Araca binmemizle sınır kapısına ulaşmamız bir oluyor. Rehbere bir kez daha çıkışıyoruz: Madem kapı hemen dibimizdeydi, pekâlâ yemek yerken işlemler yapılabilirdi. Ama bunu düşünmek için pratik zekâ lâzım.

Sınır kapısı dediğime bakmayın, iki üç tane tenekeden kulübe, dikenli teller ve çamur içindeki siperlerden başkası yok. Şu ülkeden çıkalım da...

Bir saat kadar sonra Karadağ’a giriş yapıyoruz…

*****
Balkan seyahatimizde, özellikle de Arnavutluk’u geçip Karadağ’a girerken, günümüzün öğrencilerine gerçekten acıdım. Bizim zamanımızda coğrafya derslerinde Sovyetler Birliği ve başkentinin ismini öğrendiniz mi, ülkeler coğrafyasının üçte birini halletmiş oluyordunuz. Bir de Yugoslavya ve başkenti Belgrat’ı aklınızda tuttunuz mu, sınıfı geçtiniz demekti.

Sadece Yugoslavya’dan yedi devlet çıktı. Bırakın bunların başkentlerini, devletlerin isimlerini öğrenmek bile bir marifet. Haydi bir test yapalım: Karadağ nerededir ve başkenti neresidir?

Ne dediniz?

Sallamak yok! Oturun yerinize, sıfır!

“Karadağ diye bir ülke mi vardı?” dediğinizi duyar gibiyim. Var, var! İsmine bakıp orasını Uludağ gibi ski yapılan bir dağ mı sandınız? Koskoca bir devlet var orada. Hem de 685.000 nüfuslu bir devlet. Herhalde herkes birbirine ismiyle hitap edecek kadar tanışıyordur...

Birazdan detayını anlatacağım, ben Karadağ’da sözü geçen biri olsam, bırakın 685.000’i, 300 kişilik bir nüfusumuz olsa, tereddüt etmeden bağımsızlık ilan ederdim. Bu kadar güzel bir ülke...

Arnavutluktan çıkarken, bundan sonra gideceğimiz yer neresi olursa olsun, bundan daha kötü olamaz düşüncesindeydik. Karadağ’a girdikten sonra kilometrelerce daracık ve bol virajlı yollardan sürdük. 1916 işgalinde Rusların Karadeniz’e yaptığı yollar gibi diyeceğim, kimsenin kafasında bir şey canlanmayacak. O yollar 1970’e kadar idare etmişti Karadeniz’liyi...

Yol üzerinde küçük ama şirin evler ve tek tük kiliseler arasında yükselen minareler ile Müslüman mezarlıkları hâlâ Müslümanların yoğun yaşadığı bölgelerden geçmekte olduğumuzu kanıtlıyor. Adriyatik görünene kadar nasıl bir ülkede olduğumuz hakkında herhangi bir fikir edinmek imkânsız. Denizi uzun bir süre sonra tepeden görüyoruz. Neredeyse tüm Dalmaçya Kıyıları boyunca hep böyle yüksekten devam edecek. Karadeniz Sahil Yolu gibi denizle halkı birbirinden ayırmamış. Sahil daha çok yazlık evler ve turistik tesislere ayrılmış.

Denizi ilkgördüğümüz yer tıpkı Arnavutluk kıyıları gibi dalgalı ama her iki sahili döven aynı deniz olsa da Karadağ’da ne toz var ne de etrafta insanı ahatsız eden bir görüntü. Dalgalar bile ülkesine göre vuruyorlar sahile demek ki. Manzara o kadar güzel ki, bunu görmek için Arnavuktan geçmeye bile katlanalabileceğini düşünmeden edemiyor insan.

Karadağ’ın sayfiye yeri olabileceği hiç aklıma gelmezdi doğrusu. Henüz çok fazla keşfedildiği söylenemez ama her sene gelen turist sayısı artıyormuş. Bazı sahil kasabalarında ev fiyatlarının metre karede 5.000 Euro olduğunu söyledi rehberimiz. Sadece bana değil, turdaki herkese abartılı geldi bu rakam zira 100 metre karelik bir eve 500.000 Euro verecek hıyar bırakın Avrupa’yı, Türkiye’de bile yetişmez.

Güneş alçalmaya başladığında bir tepede duraklayarak denizi ve kasabaları seyrediyoruz. Manzarayı hangi sözcüklerle ifade edeceğimi bilemiyorum ama “Hilmi Harikalar Diyarında” desem, belki bir ipucu vermiş olabilirim.

Hava karardığında tek tük yanan ışıkların görüntüsü ağustos böceklerini andırıyor. Yaklaşık onüç saat yolda olduğumuz halde manzara tüm yorgunluğumuzu almış durumda. Rehber yarım ağızla, hatta daha ziyade olumsuz cevap vermemizi teşvik edercesine Kotor kalesini gezelim mi diye bir öneride bulunduğunda kimseden hayır cevabı çıkmıyor.

Kale dediysek Rumeli Hisarını kast etmedik. Dışı surlarla çevrili ama içi hem turistik dükkân ve restoranlarla dolu hem de konut olarak kullanılıyor.

Osmanlı teorik olarak Karadağ’ı da işgal etmiş ama bölgeye tek asker sokmamış. Hatta bölgeden sorumlu paşaya “Gel gidip şuraya bir bakalım, ” diyenlere, “Ne işim var orada! Bırakın orada kartallar yuva yapsın, ” diye küçümseyici bir tavır takınmış.

Kalede iki saat kadar gezindikten sonra birkaç kilometre ilererideki sahil kenarında bulunan otelimize yerleşiyoruz. Karadağ, ülkede bir gece konaklayan Türklerden vize istemiyor. Benim param çok, diyorsanız; pekâlâ Hırvatistan’a geçebiliyorsunuz ama bu defa Karadağlılara 45 Euro vize ücreti ödemek zorundasınız.

O kadar yorgun düşüyoruz ki, oteli incelemeye fırsat bulmadan yataklarımıza giriyoruz. Sadece ikiyüz metre kadar açıktaki ışıkların ne olduğunu merak ediyoruz. Gemi deseniz, o kadar büyüğü olmaz; dağ deseniz, orası dağ ise aradaki su neyin nesi ve biz neredeyiz?

Ancak sabah kalkınca burasının bir ada olduğunu anlıyoruz. Bulunduğumuz otel bir koyda ve koyun içinde gece ışıklarını gördüğümüz ada var.

Otel odalarında yatakların ve lavabonun eskiliği dışında önemli bir sorunla karşılaşmıyoruz. Çarşaflar temiz en azından. İkinci gün kalacak olursanız, Balkanlarda adettendir, aynı çarşafı kullandırıyorlar size. Allah var, bu konuda Azerilerden iyiler. Bakü’de, yatağın sizden önce kullanılmışlığı konusunda şikayetçi olduğunuzda iki cevaptan birini ya da her ikisini birden alırsınız: “Vallahi yalnuz bir gece yatmişlar!” veya “Senin gibi bir insanoğli yatmiştir orada!”

Koridora çıktığımda ise düşüncelerim değişiyor. 1985 yapımı olduğunu söyledikleri otel ya nüfusa küçük yazılmış ya da hor kullanılmış. Koridorun pencereleri de en son 23 sene önceki açılış günü temizlenmiş gibi duruyor.

Bulunduğumuz kasaba şirin bir İtalyan sahil kasabası gibi. Dar fakat sevimli sokaklar, en çoğu iki katlı binalar, sokaklarda sabah yürüyüşüne çıkmış turistler...

Ha, Karadağ’ın başkenti neresiydi, diye sormuştuk değil mi?

Valla o kadar çalıştığım halde, ben de unuttum...

Kahvaltıdan sonra Hırvatistan’a doğru devam ediyoruz. Karaya paralel adalar kaplamış denizi. O kadar çoklar ki, aradaki deniz adeta boğaz gibi duruyor. Kilometrelerce uzunlukta bir boğaz...

Girintili çıkıntılı Dalmaçya kıyıları; minik adalar ve kaya parçaları ile oya gibi işlenmiş. Bizim Eğe kıyılarını andırıyor ama talan edilmemiş. Binalar; doğa ve tarihi yapılarla uyumlu.

Kıyıdaki kasabalar içinde şüphesiz en görkemlisi Dubrovnik. Eski kent kale içinde inşa edilmiş. Restoranların, kafelerin ve dükkanların çoğunluğu burada. Başka ülkelerin turistik kentleri kadar kalabalık değil. Fiyatlar civar ülkelerin üstünde olsa da henüz uçuşa geçmemiş. AB'ne üyelik sonrasına saklıyorlardır iştahlarını.

Esnaf diğer eski sosyalist ülkelerdeki gibi ters davranmıyor, müşterisine saygılı. En çok beğendiğim tarafları ise bizdeki gibi zorla kolunuzdan tutup içeri sokmaya çalışmıyor, vitrinlerine baktığınızda dibinizde biterek rahatsız etmiyorlar. Aslında gezdiğimiz ülkelerden Arnavutluk dışındakilerin tümü için geçerli bu durum. Ve çok da dürüstler.

Turdakilerden biri aldığı ürünün bedelini ödeyip dükkandan uzaklaştıktan birkaç dakika sonra satıcının tıknefes peşinden koştuğunu görünce beklemiş.

"Mösyö, özür dilerim, " diye söze başlamış adam, "Az önce aldığınız ürünlerin fiyatını yanlışlıkla fazla hesaplamışım. Paranızı geri getirdim."

Bir hediyelik eşya dükkanında İtalyanca konuşan iki kadının dilleri dışında ellerinin de çalıştığını, eşyaları çantasına attığını fark edip kasiyeri uyarıyoruz.

Kasiyer üzüntüyle sallıyor başını.

"Kendi gözlerimle görmediğim için onları suçlayamam..." diyor.

İç savaş sırasında Sırpların Duprovnik'i bombaladıklarını ve kente ciddi hasar verdiklerini öğreniyoruz. Amaç kendilerine ait olmayan tarihe ve insanlığa zarar vermek. Yoksa silah ve cephane bulunmayan tarihi kent neden bombalansın. Tuhaftır, Sırpların bu gaddarlığından mustarip Hırvatlar, aynısını Boşnaklara yapıyor; Osmanlı mirasi Mostar köprüsünü bombalayarak...

Mehmet Akifvari bir şiirle bağlayalım sölerimizi:

İnsan olan bu güzelliklere nasıl kıyar?

Ademoğlu neden oluyor böyle hıyar?

Öğlen yemeğinden sonra Bosna Hersek'e hareket ediyoruz. Sınır kapısına geldiğimizde yine uzun bir giriş işlemi beklerken polis hiç durdurmuyor bizi. Sebebini birkaç dakika sonra açıklıyor rehberimiz. Burası Bosna toprağı olsa da yirmi km sonra tekrar Hırvatistan'a girecek, sonra tekrar çıkış yapacağız. Esas kontrol orada.

İç savaştan sonra denizden mahrum bırakmamak için 20 km.lik bir sahil şeridini Bosna Hersek'e bağışlamışlar. Herhangi bir özelliği bulunmayan, limanı ya da marinası olmayan, nüfusunun tamamı Hırvat olan bir bölge burası. Denizin var mı? Var!

Bosnaya girdiğimizi sadece pasaport kontrolünden değil, yeniden göze çarpan minarelerden anlıyoruz. Neretva Nehri boyunca kuzeye doğru tırmanıyoruz. Nehir manzarası doyumsuz...

Neretva, Mostar’dan da geçiyor. Ama en önemli özelliği II. Dünya Savaşı sırasında Alman işgalcilere direnen Yugoslav Partizanlarca imha edilen köprüsü.

Nazi ordusuyla, Sırp milliyetçisi Çetnikler ve Hırvat faşistleri Ustaşa'ların arasına sıkışan Partizanlar köprüyü havaya uçurup, birkaç yüz metre aşağıda bir gece içinde başka bir noktadan geçici bir köprü kurarak kuşatmayı yarmayı başarıyor.

Neretva Köprüsü ismiyle bir de film çekilmiş.

Mostar'a akşama doğru ulaşıyoruz. Daha kente girdiğiniz ilk metreden itibaren burada 12-13 sene önce yaşanmış savaşın dehşetini görebiliyorsunuz. Yıllardır tadilat yapıldığı halde, evler ve apartmanların duvarları delik deşik. Makineli tüfek mermilerini harap etmediği bina sayısı o kadar az ki. İlk gördüklerimiz tamir edilenler. Gerisi olduğu gibi duruyor. Bombalandığı ya da yakıldığından kullanılmayan çok bina var.

Savaş sona erdiği halde kentte düşmanlık havası bitmemiş. Boşnaklar, nehrin ortadan böldüğü kentin doğusuna, Hırvatlar batısına yerleşerek fiilen ikiye ayırmışlar. Sırplar yok denecek kadar az.

Mostar köprüsünün ve etrafındaki Osmanlı eserleri gece ışıklandırılıyor. Seyri doyumsuz. Birçoğu dükkan, restoran, kafeterya olarak kullanılıyor. Bu kadar çok Osmanlı eserini İstanbul'da bile birarada bulmak zor.

Mostar köprüsünün nehirden yüksekliği 20 metre. Gençler, nişanlılarına cesaret gösterisi yapmak için en tepe noktasından nehre atlıyorlar. Bir nevi Rus ruleti.

Şimdilerde bu işin de ticareti yapılıyor. Köprünün üstünde mayolu iki genç bekliyor. Atlayınca, nasıl ölünüyormuş merak ediyorsanız, bastırıyorsunuz 25Euro, sizin namınıza atlıyorlar köprüden. Ne kadar da cesursunuz!

Köprünün doğu yakası Osmanlıdan kalma çarşı. Dükkanlardaki Türk bayrakları, milli takım oyuncularının formaları herkesin ilgisini çekiyor.

Alışveriş yaptığımız bir esnaf Türk olduğumuzu anlayınca,

"Bu akşam savaş var, " diyor; Hırvatistanla yapacağımız maçı kastederek.

"Savaş değil, maç değil, " şeklinde itiraza yelteniyorum.

"Yo!" diye ısrar ediyor. "Bizim için savaş bu. Yüreğimiz sizlerle."

Mostar köprüsünü bombalayan Hırvatlar bununla yetinmemiş, yıllarca kenti çevreleyen tepelerden ateş ederek onlarca yakınlarını kıyıma uğratmış. Onlara olan hınçları hiç bitmeyecekmiş gibi.

Kendimizden çok Bosnalılar için istiyorum kazanmayı...

Geceyi Sarajevo’ya 10 km mesafede Ilıca adlı bir kasabada geçiriyoruz. Küçük ama şirin bir yer burası. Avusturya İmparatoru dinlenmek için kullanırmış. Oksijen deposu olduğunu söylüyorlar. Oksijenin at dışkısı kıvamında koktuğunu orada orada öğreniyorum.

Geceleyin Hırvatları yendiğimiz maç sonrası oluşan coşkuyu tarife gerek yok, İstanbul sokaklarını göz önüne getirmek yeterli. Gecenin o vakti Türk bayraklarıyla sokaklara çıkıyor insanlar. Araç trafiğine kapalı yerlerdeki kalabalıklar “Turska! Turska!” diye bağırıyor.

Ertesi gün Sarajevo’ya, bizde kullanılan adıyla Saraybosna’ya giriyoruz. Savaşın izleri tamamen silinmemişse de, Mostar’daki kadar belirgin değil.

Kent tepelerle çevrili. Savaş sırasında bu tepeler Sırpların kontrolündeymiş ve gözü dönmüş katiller hemen her gün genç, yaşlı, çocuk demeden rasgele ateş ederek sivil insanları katletmişler.

Üç yıl kadar süren kuşatmadan kurtulmak, kente yiyecek ve elektrik temin edebilmek için uzun bir tünel açmışlar ve bu sayede açlıktan kurtulmuşlar. Tünel şu anda turistik amaçlar için kullanılsa da, gezmemize izin vermiyorlar. Yeniden ihtiyaç olabilir deniyor...

Aracımızdan iner inmez hoş bir mimarisi olan ama içi boş ve yıkıntı bir bina çıkıyor önümüze. Bölgenin en büyük kütüphanesiymiş. Rehberi beklerken üzerindeki yazıyı okuyorum. “Bu kütüphane ve içindeki iki milyon kitap SERB CRIMINALS tarafından yakılmıştır...”

SERB CRIMINALS’ı dilimize en hafifinden “Sırp suçlu” olarak çevirebiliriz; ama CANİ diye tercüme etseniz, kimse yanlış yaptınız demez. Düşünün, bu söz oraya ve tarihe bir daha hiç çıkmamak üzere kazındı: SERB CRIMINALS...

Dünya durdukça tıpkı NAZİLER gibi sadece insan katletmekle değil, kitap yakmakla da anılacaklar. Her ne kadar çoğunluğu bu olaya şiddetle karşı çıksa da, bir ulusun başına gelebilecek en büyük felâketlerden biri bu.

Osmanlı tarafından inşa edilen Saraç Çarşısını ve uluslararası markaların yer aldığı modern çarşıyı geçtikten sonra bir açık pazar yerine ulaşıyoruz. Pazar üç tarafı 5-6 katlı binalarla çevrili 3-4 dönümlük bir alan. Önünden yol geçiyor ve yolun karşısında da aynı yükseklikte binalar mevcut. Anlayacağınız dört tarafı korumalı.

Burası 5şubat 1994 tarihinde top ateşiyle vuruluyor ve tam 67 kişi katlediliyor. Sırplar yanlışlıkla vurduk diye özür diliyorlar ama yanlışlık olması mümkün değil. Boş bir arazi olsa, belki; ama o binaları aşıp tam pazarın ortasına düşen bir havan topunun kazara olmadığını, askerliğini er olarak ve en büyük hizmetini mıntıka temizliği olarak vermiş benim gibi biri bile tahmin edebilir.

Savaşın vicdanı ve adaleti olmadığını... Gaddarlık ve caniliklere her koşulda açık olduğunu ne kadar bilirseniz bilin, bu alçaklığa isyan ediyor insan.

Pazar yeri şehitlerinin isimleri duvara yazılmış. Ve Sarajevo halkı canilere inat, orayı aynı amaçla kullanmaya devam ediyor....

Sarajevo dünya tarihi açısından da önemli. I. Dünya Savaşı'nın bir anlamda startı bu kentte veriliyor. O dönemde Avusturya İmparatorluğunun elinde olmasını, her zaman burada hak iddia eden Sırplar kabullenemiyor. 28 Haziran 1914'te Gavrilo Princip adlı üniversite öğrencisi bir genç, Veliaht Ferdinand ve eşine suikast yapınca, bu cinayetten Sırbistanı sorumlu tutan Avusturya, bu ülkeye savaş ilan ediyor ve böylece I. Dünya Savaşı patlak veriyor.

Bir yandan tarih bilgilerimizi tazeliyor, bir yandan da kenti tanımaya çalışıyoruz. Rehberimiz bir restoranın önünde durup, tıpkı günlerdir medrese, cami, tekkelerde konuştuğu ciddiyetle söze başlıyor:

“Burası Tarık Hodziç’in restoranıdır. Kendisi 1982-85 yılları arasında Galatasaray’da top koşturmuş değerli bir futbolcu olup...”

Restoranın tabelasında GS arması var. Türkiye’den gidenlerin uğrak yeri burası. Hodziç de tesadüfen orada. Sıcak bir şekilde karşılıyor bizi...

Sokaklarda çok sayıda Türkçe konuşan insana rastlıyoruz. Merakla birkaçına soruyorum, hepsi Türkiye’den gezi amacıyla gelmişler. İlginç tarafı, tamamına yakınının başı bağlı genç kız olması.

Camilerinin önünde cüppeli, şalvarlı gençler dini yayınlar satıyor. Ancak davranışlarında herhangi bir bağnazlık göze çarpmıyor. Modern kadınlarla konuşmaktan, tokalaşmaktan geri durmuyorlar.

Gençler sanki aynı fabrikanın imalatı. Uzun boylu, düzgün fizikli, güzel ve acılarının tazeliğine rağmen daima güler yüzlü.

Öğlen üzeri rehberimiz, isteyenleri şehitliğe götüreceğini söylüyor. Alışverişi tercih eden birkaç kişi dışında çoğunluk iştirak ediyor.

Şehitlik çarşının bitiminden başlıyor... Mezarlar tek tip. Ayak ve başuçlarına kalın ve uzun beyaz bir taş. Üzerinde şehidin ismi, doğum ve ölüm yılı yazılı. Doğum tarihleri muhtelif, ama ölüm sadece dört seneyi gösteriyor, 1992, 93, 94 ve 95. Tam ortada merhum devlet başkanları Aliya İzzet Begoviç’in mütevazi anıt mezarı var. Önünde bir, etrafında iki asker bekliyor. Geçen yıla kadar buna da gerek duymamışlar ama Sırplar ölüsünden bile rahatsızlık duyup bombalayınca, bu önlemi almak zorunda kalmışlar.

Şehitliğin en üstüne çıktığımıza kentin her tarafını gören bir tepeye ulaşmış oluyoruz. Kan ter içindeyiz ve tık nefes olmuşuz. Bir şehitlik de.tepeye ulaşıp son nefesini veren turistler için düşünülemez mi, diye geçiriyorum içimden…

Püfür püfür esen rüzgârda serinlerken öğlen ezanı yükseliyor minarelerden. Aynı anda kiliselerden çan sesleri çınlıyor. Sesler birbirine karışıyor… Sarmaş dolaş… Biri diğerine baskın çıkma çabasında değil…

Yukarıdan bakıldığında şehitlik bakımlı bir papatya tarlasını andırıyor. Oracıktan bakıyorlar kentlerine, ülkelerine.

Sarajevo’ya yolunuz düşer ve kentin üzerinde sıralı beyaz bulutlar görürseniz, bilesiniz ki bunlar ak kefenli şehitlerdir. Bir daha savaş olmasın, genç bedenler toprağa düşmesin, insan insanı kırmasın diye kol kanat germişlerdir ülkeleri üzerine.

Sarajevo’da yağmura rastgelirseniz, bilesiniz ki gökyüzünden yere inen su değil, evlâtlarına ağlayan anaların döktüğü gözyaşlarıdır.

Ya da oraya kış vakti gider ve kar altından fışkıran bir kardelen görürseniz, bilesiniz ki o, dünyanın adaletsizliğine başkaldıran bir şehidin isyan yumruğudur.

Dünyanın neresinde olursa olsun, ülkesi için toprağa düşen insanlara selâm olsun!..

 
Toplam blog
: 173
: 2173
Kayıt tarihi
: 03.10.07
 
 

1958 Trabzon doğumlu. Darüşşafaka Lisesi ve M.Ü. Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu. Yazdığı kitapla..