Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

20 Temmuz '12

 
Kategori
Gezi - Tatil
 

Saraybosna'dan Dubrovnik'e süzülmek

Saraybosna'dan Dubrovnik'e süzülmek
 

“Hazır vize yokken şöyle yakınlarda nereye gitsek” in kaçınılmaz karşılığıydı benim için Dubrovnik. En azından Avrupa Birliği’ne katılmalarının öncesinde. Bu durumu fırsat bilerek dümenimizi kırdık, rotamızı Dubrovnik’e çevirdik. Bundan bir sene önce. Gecikmeli yazının sebebi de yoğunluk falan değil, yazma moduna henüz girebildim.

Belirtmeliyim ki Dubrovnik’e turla gitmeyeyim fikri hakimse direkt uçuş imkanı yok. Bu kadar yoğun bir Türk turist akını varken neden direk olarak uçamıyorum çözmüş olmasam da bizi ismi lazım değil turla gitmek zorunda bırakmalarına karşı koyduk, aktarma yaparız dedik. İyi ki de yapmışız diyorum ve gidecek olanlara da bu güzergâhı tavsiye ediyorum. Şöyle ki...

İstanbul’dan Saraybosna’ya uçarsınız. Burada belli saatlerdeki Dubrovnik otobüsünü yakalamak için terminale gidersiniz. Yanınıza Euro dışında başka bir para almamışsanız otobüsün kalkmasına üç dakika önce panikle karşıdaki atm’den kuna çekersiniz. Kuna, Bosna para birimidir. Ardından apar topar otobüsün yanına gider, önce ‘aaa bu otobüsle mi gideceğiz, yolda dökülmesin bu’ der, sonra ‘hadi hayırlısı’ diyerek binersiniz. Yolda ilerledikçe önce binalarla özdeşleşmiş kurşun deliklerinin ne kadar çok olduğunu, sonra evlerin yol boyunca her yere yayıldığını, belli bir yerleşim alanının ‘neden yok acaba?’ olduğunu merak edersiniz. Sonra da manzaranın güzelliğine kendinizi kaptırırsınız. Ormanın içinden, ışıl ışıl nehrin yanından doğru ilerlersiniz. Yol boyunca bu manzara ‘iyi ki buradan geçmişiz’ dedirtir. Bir de yolun en önemli kısmı vardır. Otobüs bir süre sonra tepede bir yerde mola verir. Burası bir kuzu çevirmecidir. Bu aşamada dir’li dır’lı cümleler biter, hikaye kısmı başlar. Hatta bir de paragraf başı yapılır ki, paragrafın başındaki cümleyle sonundaki birbirine çok uyumsuz olmasın.

Biz durduğumuz yerde kuzu çevirme olduğunu otobüse binene kadar fark etmedik. Bunun yerine biraz wc ile restoran arasındaki kaldırımda takıldık, biraz restorana oturup cola içtik, biraz da otobüse yakın bir yerde ayakta dikildik. Neden mi? Çünkü kaptan molanın sadece 15 dakika olduğunu söyledi, ben de normal hayatta bende olmayan bir öz disiplinle otobüsün yakın çevresinden ayrılmamayı kendimize görev bildim. Bunun sonucunu söyleyeyim. Gezi partnerim İbrahim bir hafta boyunca ‘off o kuzu çevirmeyi nasıl kaçırdık, ne de güzel dönüyordu şişte’ diyerek sızlandı. Haklıydı. O bir hafta hayalini kurduğumuz kuzu çevirmeye ulaşma yolunda, dönüşte otobüsten inip doğruca kendimizi restorana attık. Biliyorduk ki mola, dendiği gibi 15 dakika değildi. Panik yapmama gerek yoktu (ben gene de yaptım). Tüm dolu masalara rağmen üç tane Hırvat veya Boşnak amcanın yanına oturduk. Onlarınki önceden geldiğinden onlar yerken biz ağzımızdan akan suları saklamaya çalıştık. Sonra bizimkiler geldi. Yemeğin kokusu masayı sarınca beynim 25 senedir yemek yemiyormuşçasına bir alarm verdi ki, gerisini çok da hatırlamıyorum zaten. Bu kadar mı muhteşem olur. Bu kadar mı lezzetli olur. Etler bittikten sonra tabağı yalasam çok mu ayıp olur diye ciddi ciddi düşündüm. Belki en azından kokusunu içime çekerim diye tabağı afırabilirdim ama yapmadım, çok dürüsttüm. Neyse aklımdan geçenleri daha fazla yazmadan keseyim bu kısmı. Özetle, buradan geçip de kuzu çevirmeyi yemeden dönmeyin sakın.

Yaklaşık beş saatlik bir yolculuğun ardından işte Dubrovnik’teydik. Otelimize yerleştik. Otelimiz şehrin uç kısmında yer alan Babin Kuk bölgesindeydi. Hemen önünden otobüs kalkmasıysa bizim için büyük bir şans oldu. Hayret, bana pek denk gelmez aslında, büyük ihtimal İbrahim’in şansıydı bu. Bizim gittiğimiz akşam yaz festivalinin başlangıç günüydü. Temmuz ortalarında festival başlıyor ve konserler, sergiler gibi etkinlikler düzenleniyor Dubrovnik’te. Biz de ne var ne yok diye akşamında otobüse atlayıp indik merkeze. Önce gözümüze harika manzaralı bir restoran çarptı. Bir yanında surlar, bir yanında ufakça bir kale, önünde deniz, denize düşen bir de yakamoz. ‘Ne kadar romantik, hey gidi... Burada bir yemek yenir’ diyerekten kendimizi attık bir masaya. Balayında olduğumuzu söylemiş miydim? Evet, balayındaydık. Tıpkı etrafımızdaki 358.745 Türk gibi. Her neyse. Oturduğumuz restoranın adı Nautica restorandı. Tavsiyelerimle gidecek kişiler için bir komisyon almalıyım diye düşünürken kendimi yemeğe kaptırmışım. Sanırım bu yazı sürekli yemek yemeye doğru kayıyor. Çok da yemek düşkünü değilimdir aslında. Duy da inanma işte...

Dolu bir mideyle gezme güzelliği keyiflidir. Biz de buna sahiptik o akşam. Restorandan kalktıktan sonra koyun sürüsü misali herkesin surlardan içeri doğru girdiğini görünce biz de sürüye katıldık. Etrafta bizi güden bir çoban da yoktu aslında. Neyse. İnsanların haklı bir sebebi varmış. İçerisi Dubrovnik’in eski şehri. Ortaçağdan kalma. Ama bir görün. Hakikaten o dönemde gibisiniz. Önünüze uzunca bir cadde çıkıyor öncelikle. Gece ışıl ışıl, inanılmaz bir insan trafiği. Klasikleşen bir sürü hediyelik eşya dükkanı, dondurmacılar, cafeler. Caddenin sonunda meşhur saat kulesi, yanında bir özgürlük sütunu ve ufak bir meydan. Meydanda festival başlangıcına özel bir konser. Bizim oraya ulaşmamıza kadar sona ermiş. Olsun, ortam güzel, keyifli. Kültür merkezi haline getirilmiş saraylar var. Biz onları es geçtik. Caddenin bitiminde solda bir başka kapıdan çıktık. Çıkışında ufak bir liman var. İskelesinde oturup biraz etrafı seyrettik. Fotoğraflar çektik, yürüdük, dondurma yedik, otele döndük.

Sonraki günler mi? Otelde kaldığımız günler güneşlenme, denize girme, serilme, yayılma gibi yoğun aktivitelerde bulunduk. Uzaktan enfes görünen denize ait kumsal plajların olmaması ayaklarımızın canını acıttı. Denize doğru attığımız her adımda yer yer 30, yer yer 45 derece eğilip bükülerek garip hallere büründük. İnsanların dimdik, göğsünü gere gere girebiliyor olmasının sebebi deniz terlikleriymiş, biz onu sonradan fark ettik. Otelin plajının dışarıya da açık olması, bize özellikle saat 4’ten sonra çevreden gelen çoluk çocuk sesine katlanma sabrını verdi. Genelde katlandık. Otelin restoranında yediğimiz bir akşam yemeği, yöresel bir canlı müzik ve manzara eşliğinde yine balayı konseptine uygun bir romantiklik düzeyindeydi. Romantik olmayan, ama keyifli olan bir başka akşam yemeği ise Lapad bölgesinde, cıvıl cıvıl caddesindeki bir restoranda oldu. Güzel bir biftek yedik, ve çok da fazla ödemedik. Bunu söylememin nedeni ortalamada hep çok fazla ödemiş olmamız. Dubrovnik bu anlamda benim tahminlerimin hayli üzerinde bir yermiş.

Otelden çıktığımız günlerde ise bir gün adalar turuna çıktık. Hayalimizdeki adalar turunda geniş bir teknede güneşlenerek ilerlemek, güzel koylarda denize girmek, adaya vardığımızda yine denize girmek, tatlı, şirin, bal gibi adalar görmek vardı. Lakin... Teknemiz balıkçı teknesinden bozma, güneşlenmeye geçit vermeksizin masaların dizilip oturakların sıralandığı küçükçe bir tekneydi biiiiir... Güzel koylarda, açıklıklarda durmadan direk adalara gitti ikiiii... İlk adada kaptanımız yarım saat mola vererek bize, beş dakika plaja gidiş, beş dakika plajdan dönüş, on dakika adayı hafifçe yukarıdan görebilme ve on dakika da denize girme-yüzme-çıkma-kurulanma imkanı sundu. İkinci adada daha bonkör davranarak 45 dakika verdi, ancak adanın bir ucuna kadar yürüdükten sonra ortada bir plaj olmadığını ve bazı insanlar başarabilse de denize burada giremeyeceğimizi anladık. Hava sıcaklığının 80 derece olması da bizi adanın içindeki muhtemel tek yapı olan sıradan bir kiliseyi görmekten alıkoydu. Biz de balıkçı teknemizin demir attığı yerin hemen yanındaki çay bahçesinde bir cola içip serinlemeye çalıştık. Hala görülecek bir adamız daha vardı. Tekrar yola koyulduk. Oh! Son ada biraz iş görür nitelikteydi. Büyükada veya Heybeliada benzeri olabilir. Daha büyükçe, şirin evler, cafeler, hoş sokaklar vs... Denize de hemen önünden girilebilir. Ancaaak... Her yerde ‘adanın diğer ucuna küçük araçlarla geçebilirsiniz, bu koyu görmeden dönmeyin’ yazıları aklımızı çeldi. Vaktimiz de oldukça genişti burada. 2.5-3 saat gibi bir şey. Dayanamadık atladık araçlara, diğer tarafa geçtik. Hakikaten de güzel bir koydu. Yemyeşil ağaçların arasında kalmış, yürüdükçe derinleşmeyen ve su şakaları - oyunları yapmanıza izin veren, ve de ayaklarınızı acıtmayan kumsal bir plaj. Burada, alabildiğine deniz tatilinin keyfini çıkardık. Kumla oynadık, suyla oynadık, oynadık da oynadık... Ha, tabi teknemizin bizi neden bu güzel koyda değil de arka tarafta bıraktığını yine çözemedik. Ona da neyse... İki saat sonrasında geldiğimiz tarafa geri döndük. Daha vaktimiz olduğundan bir de kalamar ve patates kızartması yedik. Yağ yoğunluğundan dolayı içtik desem belki daha doğru olabilir. Yine de güzeldi. Böylece geçtik yine teknemize. Turu noktalamış olduk. Elafiti adaları turu, önermeyeceğim bir tur olacak. Bunun yerine Kotor-Budva taraflarına gitsek daha iyiymiş...

Bir başka tursa Mljet adası turu. Biraz meşakkatli bir tur diyebilirim. Önce minibüse oradan otobüse oradan ufak bir tekneye vesaire vesaire. Ama görülesi bir yer. Adanın içinde bir ada. Adada iki tane göl. Göller birbirine kısacık bir kanalla bağlı. Ve siz büyük göle girip kanalın akıntısıyla küçük göle sürükleniyorsunuz. Hahayt, çok eğlenceli. Ben önce bunu yapanları görüp yüzüme kocaman bir gülücük kondurdum, sonra da şuursuzca büyük göle doğru ilerleyip kendimi sulara attım. Çok komik bir görüntü oluşuyor ve müthiş keyifli bir şey. Tabi kanalın gölle buluştuğu yer biraz sığ olduğundan çakılma durumlarım oldu ama sonunda kurtardım hep. Çıkıp çıkıp bir daha denedim. Oyun miadını doldurduğunda da gölde biraz yüzdük. Soğuk suda yüzmekten nefret eden biri olarak bu sıcak gölde nasıl mutluydum anlatamam. Uzun süre çıkmayışımın sebebi bundandır. Nihayet çıktığımdaysa biraz kurumak üzere ayak acıtan taşların üzerine uzandım. İbrahim güneşin keyfini çıkarıp yorgunluğunu atmaya çalışırken bir süre sonra benim keşfetme dürtülerim ayaklanmaya başladı. Bir iki bastırmaya çalıştım, baktım olmayacak dile getirdim. Belgesellerle yetinmeyi tercih eden İbrahim bir süre karşı çıksa da sonunda kabul etti. Tabi keşif aşamasında da tartıştık ama bu benim etrafı izlememe engel olmadı. Bir de tartışmanın sonunu söyleyeyim tam olsun. O, güneşten bayılmış, yorgun ve mutsuz haliyle süre bitiminde dönüş teknesine kendini atmayı planlarken rehber teknenin bir süre gelmeyeceğini, minibüse kadar herkesin yürüyüp yürümek istemeyeceğini sordu. Herkes tamam deyince İbrahim de boynunu büküp yürümeye başladı. Haahahahaaa, ben de önce içimden, sonra da dışımdan kahkahalar attım. İtişip kakışarak ilerledik, eğlenceliydi...

Dubrovnik’te yapılması gereken temel iki şeyimiz daha kalmıştı ve bunları son güne bıraktık. İlki eski şehirdeki surları gezmek. Aslında Dubrovnik’e gidip de birkaç saat kalabilecekseniz yapacağınız en güzel şey bu. Biz de son gün, gezilebilecek en güzel saatler olan akşamüstüne bunu ayırdık. Eski şehre (buraya aslında Stari Grad deniyor) girişte hemen sol taraftan biletlerimizi alıp çıktık surlara. Buraya çıktığımda Dubrovnik’in kalbine indiğimi hissettim. Surların üzerinden denizi gördükçe, gözetleme kulelerinden açıklara baktıkça, hala 15-16. yüzyıldaymışım gibi hissettiren bu ortaçağ kentinin bir koruyucusu, askeri gibiydim adeta. Kulelerin yanında bulunan topların varlığı da böyle hissettirmiş olabilir tabi. Ne var ki, o denizin üzerinden doğru çok yükseklere uzanan ihtişamlı surlar, geçmişin savaşçıllığını, yabaniliğini hatırlatıyor. Surlarla çevrili bu şehir, daracık sokakları, turuncudan bitişik bitişik çatıları, boynunu uzatmışçasına duran kiliselerin kubbeleriyle kendini hem savaşlardan, hem zamanın yozlaşmasından korumuş. Burada, tam bu surların üzerinde, ortaçağda olduğunuzu hissetmeniz için gözlerinizi kapamanıza gerek yok. Tarihin ne olduğunu aklınızdan çıkarmanız yeterli...

Surlar az değil, iki kilometre. Bu mesafeyi tamamladıktan sonra mest olmuş bir şekilde surlardan inerek kendimizi Stari Grad’ın içine attık. Biraz dolandıktan sonra son hedefimiz olan eski şehrin hemen yukarısındaki teleferiğe ilerledik. Bizden önceki senelerde savaşta aldığı tahribattan dolayı çalışmıyormuş. Neyse ki biz zamanında gitmişiz, çünkü teleferikle ulaştığımız nokta hafızamda ebedi bir yer edindi. Şöyle anlatayım ki, hava artık kararmaya çok yakınken teleferik gıcır gıcır yukarı çıkıyor. Önce eski şehir ışıl ışıl küçülüyor gözümde, sonra yanına yavaş yavaş eski şehrin eklentileri ekleniyor. Bir yandan da denizin üzerine düşen gemi ışıkları var. En tepeye geldiğimizde bu ölümsüz manzarayı izlerken kafamı çevirdiğim sol taraftan inanılmaz güzellikteki ayın doğuşunu görüyorum. Ve böyle bir akşamda tepede yemek yiyoruz. Balayını sonlandıran nokta bu muhteşemlikte oluyor benim için. Çok şanslıyım ve o anı gerçekten hiç unutmayacağım...

Dubrovnik maceramız burada sonlanırken bir günlük de Saraybosna turumuz vardı. Pılımızı pırtımızı toplayıp tekrar geldiğimiz yoldan dönüşe geçtik. Başta anlattığım kuzu çevirme güzelliğini tekrarlamayacağım. Yo, hayır, tekrarlamayayım ne kadar güzel olduğunu. Tamam. Saraybosna’da tam merkezde çok hoş bir otele yerleştik. Hem yer itibariyle hem de oda itibariyle oldukça başarılıydı. Bir akşamımız ve bir de sabahımız vardı. Şansımıza, İbrahim’in Boşnak arkadaşları da bizimle aynı dönemde oradaydı ve akşam bizi otelden alıp etrafı gezdirmek için çıkardılar. Osmanlı’dan kalma merkezde tur atmak müthiş keyifli. Dükkanlarda satılan feslerden, nargilelerden, bakır kaplardan alıp Osmanlıca konuşmaya başlamak üzere hissettim kendimi. İki katlı binalar yan yana. Araya yerleşmiş camisi, ortadaki çeşmesi, meydanı Osmanlı’dan yadigar hep. Sokakları arşınladıktan sonra tavsiye üzerine biz yine oturduk masa başına. Meşhurmuş bu yemek. Kocaman bir köfte geldi önümüze. Yanında ayran, ama yoğurt kıvamında. Kuzu çevirmeler midemizi kaplamış olsa da köşeye bucağa bunları da sığdırdık, çok da iyi yaptık. Restoran da eskiden kalma bir havada yine. İçeriye Fatih Sultan Mehmet girse yadırgamayacağız hani. Tamam, belki biraz...

Akşamki Osmanlı turunu bitirdikten sonra sabah da Avusturya – Macaristan turuna geçtik. Yani... Burası Avusturya- Macaristan’ın da uzun süre himayesinde kaldığından dolayı farklı yerlerde bu etkileri de görmek olağan ve şehre çok hoş bir hava katmış. Bu civarlarda kahvaltı sonrası arkadaşlar bizi şehrin tepesinde bir cafeye götürdü. Tepede Boşnak arkadaşın savaş yıllarındaki hayret verici hikâyelerini dinlerken (sinemada film seyrederken yandan gelen bomba seslerini umursamayıp seyre devam etmek, kapı komşuları Sırpların savaş gününe kadar can ciğerken bir gün uyandıklarında evlerinin altlarına gömdükleri silahları çıkarıvermeleri vs.)  bir yandan da şehirdeki önemli noktaları öğrendik. Bir de otelin yerini bulmaca yaptık. Aşağı yukarı bulduk. Otobüs saatimiz yaklaştığında şehrin sokaklarına geri dönüp tekrar bavul toplama işine döndük.

Ve Saraybosna’dan da ayrılış... Yurda dönüş... Gitmek güzel, hoş anılarla dönmek de öyle. Aklımda kalanlar ve fotoğraf albümümü süsleyenlerin yanına bir meze oldu bu yazı da. Ben ne oldum? Gitti, geldi, yazdı, bitirdi oldum. Sıra yenilerinde. Hadi hayırlısı...

 
Toplam blog
: 13
: 942
Kayıt tarihi
: 18.07.12
 
 

Gezmeyi, görmeyi, keşfetmeyi seven, balık burcuna ait olduğundan hayallerinden vazgeçemeyen, bir ..