Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

16 Mart '12

 
Kategori
Kitap
 

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa
 

Yusuf Ziya Ortaç'ın iki eseri yanyana; Sarı Çizmeli Mehmet Ağa kitabı ve Akbaba Dergisi...


Yusuf Ziya Ortaç'ın, 1950'lerde Akbaba Dergisi'nde yayınlanan 'fıkra'larından oluşan kitabı, 1956 İstanbul basımı Sarı Çizmeli Mehmet Ağa. Bu eserde adı geçen ve daha sonra Barış Manço'nun şarkısına da 'konu' olan Sarı Çizmeli Mehmet Ağa; Anadolu'da tarlasında yalınayak çalışırken, toza bulanmış, çamura batmış ayakları uzaklardan bakınca 'çizme'ye benzeyen, garibanın da garibanı bir Türk köylüsü.

İstanbul 'da, Kurtuluş Savaşı sonrası zaferin kaymağını yiyen yeni yetme, sonradan görme zenginlerin,  sadece savaş meydanlarında düşmana karşı mücadele ederken görmek istedikleri, sonrasında ise köyüne yollayıp, bir de üstüne üstlük, ağanın tarlasını ırgat olarak ekip biçmesini bekledikleri, biçare bir delikanlı Mehmet.

Şimdi düşünüyorum da, hayır, nostalji desem değil. İnsan daha hayatta bile olmadığı zamanların nostaljisini yapar mı, olur mu hiç öyle şey? Peki ne o zaman? Merak olsa gerek, 50'li, 60'lı yılların kitaplarına son zamanlarda düşmemin sebebi. ''Şimdilerde mi bozulduk, yoksa zaten biz hiç düzgün değildik de, düzgünmüş gibi yapıyor, kendimizi ve çevremizi mi kandırıyorduk ?

İşte son okumalarımda, hep de bu sorunun yanıtını, o artık ufaktan ufağa tarih kokmaya da başlayan eski kitapların, tozlu satır aralarında arıyorum.

Kitaptaki ilk fıkra, esere de adını veren ''Sarı Çizmeli Mehmet Ağa.'' Haldun Taner'in ''Şişhaneye Yağmur Yağıyordu''sunda, Kalender adlı at, yavaştan da alarak yokuşu tırmanırken, birdenbire kendisini, bir hamalın sırtına yüklendiği aynada görür ve hikaye de ondan sonra dallanıp budaklanır zaten. ''Aynadaki aksini, başka bir at sanıp da mı ürkmüştür, yoksa kendi haşmeti midir onu bu kadar korkutan?'' sorusunun yanıtını bir kenara bırakırsak, işte o öyküdeki, Şişhane yokuşunu sırtında ayna ile tırmanan hamal, Yusuf Ziya Ortaç'ın Sarı Çizmeli Mehmet Ağa'sı olsa gerek.

Ortaç, ''Senin sarı çizmen bile, çıplak ayaklarında kurumuş dağ topraklarıdır'' diye seslendiği Mehmet Ağa'ya, ''Bakarım sırtında patlak bir küfe, alaca karpuzları doldurmuş, yaz güneşi altında yüzün de mosmor, yine bir yokuş tırmanıyorsun'' der.

Yedi tepeli şehrimin yokuşları... Düşünüyorum da 60 yılda ne değişmiş diye, belki şeklen artık pazarlarda hamallar yok ama, hayatın yükü hala insanların sırtına eşit dağılmıyor. Birileri yine, tek başlarına kaldırmakta zorlandıkları onca ağırlığın altına mecburen girip, nefes nefese yokuşları tırmanmaya çabalarken, diğerleri ise nefes bile almadan hayatın tadını çıkartmaya bakıyorlar. Sonuçta o zamanlardan bugünlere, sadece isimler ve mekanlar değişiyor, yani aslında kaç yıl geçerse geçsin, düzen hep aynı...

Zamanında onca yazı yazılmış, emeği sömürene insanlığını hatırlatmak, sömürülene de ''Uyanık ol, fırsat verme güzel yüreğini, güçlü bedenini kullanmalarına'' diye. Şimdi düşünüyorum da, özellikle de 80 sonrasında, Anadolu'dan İstanbul'a olan onca göçü, hayvancılığın ve tarımın bitişini, köylerin boşaldığını görünce, yoksa diyorum bu kadar yazı, Anadolu'nun saf temiz kalplerine sadece ''Cin olmadan adam  çarpma''yı mı öğretti, hedefinden sapıp da yanlış yerleri vuran füzeler gibi? Okumadılar mı yoksa okuyup da anlamadılar mı? Ya da daha da kötüsü anlayıp da anlamamazlığa mı vurdular, üç kuruş menfaat elde edecekler şu fani dünyada diye?

Yusuf Ziya Ortaç kitabında, Cumhuriyet sonrası yönetime, halka söz verip de tutmayan idarecilere, köylüye zulme, işbilmezliğe isyan ediyor. Atatürk döneminde yaşamış, her yurtsever aydın gibi Ortaç da bir Mustafa Kemal hayranı. Onun, vatanı ve yurttaşları için yaptıklarının kıymetini bilip, o yüzden de kendisini minnet borçlu hissedecek kadar da insan.

1895'de doğup,1967'de vefat eden Ortaç, 1946-1954 yılları arasında da Cumhuriyet Halk Partisi'nden Ordu Milletvekilliği yapmış. 7 Aralık 1922 tarihinde Orhon Seyfi Orhon ile beraber kurduğu Akbaba dergisindeki köşesinde de, siyasi, mizahi fıkralar yazmış. Bilgi olarak belirtmek gerekirse de, Akbaba dergisi ile edebiyat dünyasına adım atan yazarlar arasında, Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz ve Muzaffer İzgü'nün de bulunduğunu söyleyebiliriz.

Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, onlarca fıkradan oluşuyor ve her bir fıkra da sanki o günlerden bir fotoğraf tadında. Kitabı okumaya başladığımda, ilk başlarda bana ilginç gelen satırların altını çiziyordum, ancak sonradan bir de baktım ki çizdiklerim, çizmediklerimden çok olmaya başlamış.Böyle olmayacağını anlayınca da kalemi bir kenara bırakıp, nafile çizmekten vazgeçtim. Demem o ki, fıkraların neredeyse her cümlesi, tadını çıkarta çıkarta okumaya değecek kadar bir hayat dersi...   

''Eleğimsağmanın yedi rengine bulanmış'' cümlesinden, belki de ilk defa duyduğunuz bu sözcüğün, 'gökkuşağı' demek olduğunu anlıyorsunuz. İsmet İnönü hakkında 'Kürt Mustafa Divanı ' kararını öğreniyor, bu arada da mebus'tan, milletvekili'ne geçmeden önce kullanılan, şimdilerde ise neredeyse unutulan 'saylav'ı hatırlıyorsunuz.

''Ortalık loştu. Gece gitmiş, gündüz gelmemişti henüz'' tasviriyle o zamanlara gidiyor, Azeri şair Sabir'in ''Harda müsülman görirem, gorhirem'' fıkrası size, dini siyasette kullananların günümüze özgü olmadığını bir kez daha anımsatıyor.  Yazarın, beğenmediği bir tabloyu anlatırken kullandığı ''Ressam diyorlar, zamane kızları kendi yüzlerini onun tablolarından daha iyi boyuyorlar'' cümlesine de gülmeden geçemiyorsunuz.

Çar'ın yandaşları, devrimden kaçıp İstanbul'a gelene kadar, İstanbulluların denizle ilgilerinin sadece uzaktan bakmak ve Boğazda karşıdan karşıya geçmekle sınırlı olduğunu, denizin tadını çıkarmayı aslında Ruslardan öğrendiklerini yazdığı satırlar da çok ilginç;

Plajsız, güneşsiz, denizsiz ve aşksız bir ömür geçirdik.Benim yaşımdakilerin hayatında bir tek kadın vardı, anne.

Ya kafes ardındaki gölgeye aşık olurduk, ya da kartpostallardaki kızlara...

Kurtuluş Savaşı'mızı tanımlarken Ortaç, ''İstiklal Harbi, dişin kılıç, tırnağın süngü, yumruğun bomba olduğu savaştır'' diyerek, aslında ne yokluklar içerisinde bir ulusun yeniden ayağa kalktığına vurgu yapıyor. Latin harflerinin kabulü ile yeni yazıya geçilmesini de, '' Yıllarca sağdan sola yazan ellerimiz, hiç olmazsa soldan sağa yazabilmek için, uzun ve meşakkatli bir yolda, en az pabuçlarını ters giymiş insan kadar sıkıntı çekti'' diye açıklıyor.

''Kağıthane'nin, çingenelerin bile çadır kurmadığı bir bataklık'' olduğu o günlerde kaleme aldığı bir fıkrasında, yoksul halktan birinin üstündeki kıyafeti anlatır, ''Ayağındaki pantolon ve sırtındaki gömlekte, kumaşla yama, ayırt edilemeyecek kadar birbirlerine karışmıştır''. Yine, İdil Biret ve Suna (Kan)'ın daha henüz harika çocuk olduğu yıllardaki bir Kurban bayramında, işi bilen bir dostuna sipariş verdiği kurbanlık koyun eve geldiğinde ise, ''Akşamüstü, yüzüme şair gözlerle bakan bir koyun çıkageldi'' der.

Günümüz yazarlarının artık hep birbirine benzeyen ve sanki tek elden çıkıyormuş hissi uyandıran yazılarının yanında, farklı bir şeyler okuyup, bugünleri de önceden görmüş bir yazarı tercih etmek isteyenlere önerebileceğim bir kitap Sarı Çizmeli Mehmet Ağa. 

Son olarak da, tam da günümüzdeki kadına şiddet olaylarının bir benzerini yaşamalarından sonra, yine o günlerde yazılmış bir fıkrasından bir bölümü aktarmak isterim;

Erkeklerin kadınları nasıl sevmeğe başladıkları artık malum; Eskiden ölesiye idi, şimdi öldüresiye! Kalem yerine bıçak, kelime yerine de kurşun...

 
Toplam blog
: 344
: 1122
Kayıt tarihi
: 22.07.09
 
 

Okur yazarım. Okur yazarlıktan kastım, okuduklarımı yazmamdır ki, bu yazılarımı genellikle 'kitap..