Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

10 Mayıs '12

 
Kategori
Deneme
 

Sarı Saçlı Güzel Kız

Sarı Saçlı Güzel Kız
 

"Hiçbir aşk, sadece iki kişi arasında yaşanmaz. Siz aşkınızın senaryosunu yazar ve sahnede kendi payınıza düşeni oynarken, sahnenin gerisinde, bir yönetmen mutlaka vardır."


Sezen’in deyimiyle şarkıların henüz o kadar da fazla incitmediği günlerden biriydi. Hatta aşka dair durduk yere yeni ilhamlar bile bulunabilecek kadar yalın bir zaman aralığıydı. Sonbahar kışa kur yapıyor, kalan son yeşiller de bavul topluyorlardı. Şehirde hayat hızlı bir biçimde akıyor; insanlar birbirlerinin farkında olmadan, garip bir sarmalın içinde yaşamaya çalışıyorlardı.

Çocukla sarı saçlı güzel kızla tanışmaları, işte bu günlerden birisine rastlamıştı. Kısa, sade bir tanışma oldu bu. Pek fazla konuşmaya zaman bulamadılar. Sarı saçlı güzel kız, arkadaşının yanağına bir öpücük kondurarak ve bol şanslar dileyerek sergi salonundan ayrıldı. Çocuk sergide biraz daha dolaştı. Gözüne takılan tablolardan birisine yaklaştı. Sağlı sollu ne kadar muhteşem fırça darbeleriydi onlar öyle. Hani, Gizli Başyapıt’ta Frenhofer “Resmi öyle gerçek yapmalısın ki, resimde sandalyenin üzerinde oturan kadının hemen arkasından dolaşılabilecekmiş gibi bir his, bir derinlik vermeli bakan insana” diyor ya, bu resim de aynı böyle bir etki bırakıyordu. Tuvalin üzerindeki ağacın ince dalları, dokunduğunda sanki kırılıp yere düşecekmiş gibi gerçek duruyordu. Ay ışığı da… Ressam gökyüzünü o kadar gerçek çizmişti ki, sanki bulutlar hareket ediyordu. Serginin sahibi, aynı zamanda arkadaşı olan Sinem’i çağırdı. Tabloyu çok beğendiğini söyleyerek kimseye satmamasını istedi. Sonra da, biraz daha dolaşarak sergiden ayrıldı. Ama aklı, tanıştığı sarı saçlı güzel kızda kalmıştı. Kimdi acaba… Öyle bir aurası vardı ki… Sanki Tanrı’ya olan inancı perçinlenmişti. Doğru ya, Onu gördükten sonra insanın Tanrı’nın varlığına inanmaması mümkün değildi; böylesi eşsiz bir güzelliğin ilahi bir etken veya uyum olmadan meydana getirilmesi nasıl mümkün olabilirdi… “Aklı başında bir hırsızın bu şehirden çalıp götürmek isteyeceği tek şey o olurdu herhalde” dedi.

O günden sonra, kah bir banka şubesinde, kah caddede yapılan amaçsız yürüyüşlerden birinde, kah çocuğun Tiramisu’sunu çok sevdiği pastanede karşılaşır oldular. Genelde ayaküstü konuştular hep. Başlarda çocuk ona olağanın, bilinenin ya da beklenenin dışında hiçbir şey düşünmedi, düşlemedi, söylemedi.

Günler birbirini kovalar ve sarı saçlı güzel kız ile birbirlerinden habersiz bir biçimde kendi hayatlarının koridorlarında dolaşırlarken, bir gün, oldukça şaşırtıcı bir sürpriz yaşanacaktı. Dahası çocuk, dinleyeceği, okuyacağı, savaşımını vereceği, direneceği, yaralanacağı, hasta ve yorgun düşeceği, uykusuzluk çekeceği, sonunda da kontrolünü tamamen kaybedip âşık olacağı o sarı saçlı güzel kıza adanan öyküsünün ilk satırlarını, ilk defa o günün akşamında düşecekti defterine.

Öğle saati geldiğinde çocuk yemek yemesi gerektiğini hatırladı. Aslında canı pek bir şey istemiyordu. Gün biraz tuhaf başlamıştı zaten. Pek keyfi yoktu. En azından biraz hava alayım dedi ve dışarı çıktı. Arada bir yemek yemeye gittiği yerlerden birinin önünden geçerken, bahçesindeki masalardan birisinde oturan bir kız dikkatini çekti. Evet oydu. Sarı saçlı güzel kız tek başına yemek yiyordu ve bir taraftan da bir şeyler okuyordu. Aslında olağan yemek saatinden 45 dakika kadar daha geç bir zamanda oraya gitmişti ve deyim yerindeyse bu plansız gecikme, Tanrı tarafından sanki ödüllendirilmişti.

Masasına yaklaşana kadar sarı saçlı güzel kız, çocuğu fark etmedi. Dış dünya ile bağını kesmiş bir görüntü veriyordu. Çocuk masaya eğildi, gülümseyerek kendini kadraja dahil etti. Selamlaştılar önce. Çocuk, eğer beklediği başka bir konuğu olmayacaksa yemekte ona eşlik etmeyi önerdi. Sarı saçlı güzel kız hemen kabul etti. Çocuk siparişini verdikten sonra, masanın bir yerinde duran dergi dikkatini çekti. Sorduğunda, sarı saçlı güzel kızın, o dergi için periyodik olarak yazılar yazdığını öğrendi. Masada duran da, son yayınlanan yazısının bulunduğu nüshaydı.

Çocuk, hafif bir şaşkınlıkla “Gerçekten mi?” diye sorabildi sadece. Hemen izin isteyerek dergiyi aldı, sayfalarını çevirmeye başladı. Sarı saçlı güzel kızın yazısının olduğu sayfayı buldu ve okumaya koyuldu. Onun hiç tahmin bile edemeyeceği bir yönünü keşfetmişti. Bir yandan okuyor, bir yandan da heyecandan taşikardi sınırına gelen kalp atışlarını gizlemeye çalışıyordu. Adeta büyülenmişti. Duygu yüklü sözcükler, sarı saçlı güzel kızın sayfasında kelimenin tam anlamıyla vals yapıyor, okuyanın düşüncelerini bir arada tutan zemini kaydırıyordu. İnanılmazdı…

Büyülü parmaklarından dökülen satırların etkisinden çıkamadığından olacak, duyduğu hayranlığın katlanarak artacağını, adeta yağmur yüklü bulutlara dönüşüp ruhunu sağanak serinliklere boğacağını o günlerde tahmin etmesi çok zordu. O günden sonra artık hep onu okuyacak ve sarı saçlı güzel kızın konuk olacağı dergi sayısının çıkacağı günlerini sabırsızlıkla bekleyecekti. Ardı ardına tam 5 sayı… Dergi, ayda bir yayınlanıyordu.

Ancak sanki bir şeyler eksik gibiydi. Sarı saçlı güzel kız ile yazdıkları hakkındaki düşüncelerini, görüşlerini, yorumlarını istediği gibi tam anlamıyla paylaşamıyordu. Defalarca sarı saçlı güzel kızla görüşmüşlerdi; hatta birbirlerinin tüm iletişim bilgilerini almışlardı ama yetmiyordu işte. Çocuk kararlıydı. Bir şekilde bu paylaşım çatısını sürekli kılacak formüle odaklandı. Sonra birden aklına bir fikir geldi. Sarı saçlı güzel kızın dergideki köşesinde, isminin altında bir elektronik posta adresi de vardı. Çocuk düşündü. Başta, “hadi canım daha neler” dediği fikri üzerinde biraz daha detaylı düşününce bunu sevdi ve çabucak uygulamaya koymak istedi. Kafasında formülasyonu ve kurguyu olgunlaştırdı ve düğmeye bastı. Böylece “Şeyma” dünyaya gelmişti…

&&

Peki, neden böyle bir yolu seçmişti? Bunun iki nedeni vardı. İlki, bir türlü ulaşamadığı, ulaşsa bile yanında istediği kadar zaman harcayamadığı sarı saçlı güzel kıza Şeyma ile daha sık ulaşacak, düşüncelerini ve yazdıklarının kendisinde, aklında yarattığı düşünsel başkaldırıyı onunla daha uzun soluklu ve detaylı paylaşabilecekti.

Diğer nedenine gelince… Aslında bu saydıklarını yapabilmek için Şeyma’ya çok da ihtiyacı olduğu söylenemezdi. Fakat istediği tam olarak bu değildi. Aralıklarla da olsa onunla görüştüklerinde, konuştuklarında onun yazılarından uzun uzadıya bahsetme şansı yaratılabilirdi; ama yüz yüzeyken kendi görüşlerini anlatmanın, onu düşünsel yönden yeteri kadar besleyemeyeceğini biliyordu. Ona vermek istediği yeni yeni ilhamlar vardı ve bunu yüz yüze iken sarı saçlı güzel kızın aklına enjekte etmesi çok zor olacaktı. Halbuki sarı saçlı güzel kız, hiç tanımadığı güçlü bir kalemden de aynı şekilde pozitif dönüşler alırsa, bunun bir sonraki yazısına daha çok istek ve konsantrasyon getireceğine, aldığı tepkiler olumlu ya da olumsuz da olsa, yaptığı güzel işi daha çok sevmesine ve kendini yenileyerek, geliştirerek devam etmesine küçük bir katkı sağlayacağına; bu yolla da onu sonsuza kadar dinleme ihtimalinin kapısını az da olsa aralayacağına inanıyordu.

Kısaca Şeyma, sarı saçlı güzel kızı çocuğun dünyasında tutabildiği kadar tutabilmek için ona omuz verecek, yoldaş olacaktı. Venedik Taciri’ndeki cesur ama varlıksız Bassanio gibi hissetti kendisini. Sonunda güzeller güzeli Portia’nın kalbinin anahtarının bulunduğu zor ve gizemli yolda Bassanio’ya koşulsuz destek veren Antonio’yu düşündü. Çocuğun da şimdi bir Antonio’ya ihtiyacı vardı ve bu görevi Şeyma yerine getirecekti. Neden Şeyma peki? Çünkü hedef şaşırtmak hoşuna gidiyordu. Hayranlığın kimliği olmazdı ve Şeyma bunun için ideal figürdü.

Yalandan hoşlanmıyordu aslında. O halde bunu kendine açıklamanın, içine düştüğü bu açmazı çözmenin bir yolu olmalıydı. O da, kendime küçük gerçekler yaratmaya karar verdi. O anda kendisini de sarı saçlı güzel kızı da mutlu hissetmeye gark olmaktan başka hiçbir amacı ve işlevi olmayan, rahatlatan, damarlarında dolaşmaya başladığını hissedeceği zehrin dolaşım hızını yavaşlatan, ya da geciktiren küçük gerçekler… Böylesi çocuğun küçük yüreğini de ruhunu da çok hafifletecekti.

Tamamen farklı biri olması gerektiği için, Şeyma’ya yeni bir dünya kurdu, çevresine yepyeni ve bilinmez yüzler yerleştirdi. Ama Şeyma’ya ve alışkanlıklarına dair göstereceği ne varsa çocuk, kendi dünyasından seçecek ve böylelikle aslında kopya vere vere devam edecekti. Sevdiği şaraplardan yiyeyeceklere, Shakespare’den Nietzsche’ye, Mahler’den Scarlatti’ye, Keith Jarrett’a, Keiko Matsui’ye, Jack Loussier’ye, Ella Fitzgerald’a, sarı saçlı güzel kızı, tablolarına benzettiği Emmanuel Garant’tan Matisse’e, Chagall’a, Fenerbahçe’sine ve Marlboro Lights’a varıncaya kadar tüm alışkanlıkları kendisininkilerden seçti. Böylece küçük sevimli gerçekler klonlanarak yeni kimliğe reenkarne edilmişti artık. Sadece Şeyma’nın hayatına, günlük zamanını tükettiği yerlere ve insanlara dair söyleyeceği şeyler biraz farklı olacaktı. Bu onun ruhunu çepeçevre saran sisleri az da olsa dağıtmasını sağladı.

Yemek bitti, çaylar içiliyordu ve sigaralar yakılmıştı. Sarı saçlı güzel kız, çocuğa, işyerindeki olaylardan bahsediyor; çocuksa sarı saçlı kızı gözünü bile kırpmadan dinliyordu. Aslında vitrin öyle gösteriyordu diyelim. Bir yandan güzel gözlerine derinlemesine bakarken, bir yandan da “sıkı dur, bu akşam yepyeni biriyle tanışacaksın. Hayatın boyunca ne yaparsan yap hiç unutmayacağın yepyeni biriyle…” diye geçiriyordu içinden.

Restorandan birlikte çıktılar. Sarı saçlı güzel kızın işyerine kadar birlikte yürüdüler. Sürekli konuşuyorlardı. Sanki birbirlerini on yıllardır görmeyen iki insan gibi… Sanki, yaşadıkları her şeyi, birbirlerine anlatabilmek için bir yerde biriktirmiş de bir araya geldiklerinde ortalığa dökmüşler gibi… Sarı saçlı güzel kızı işyerine bıraktı. Saatine baktı çocuk; işe yarım saat gecikmişti. Umursamadı bile… İşe genelde sabahları bir türlü zamanında gelemiyor; her seferinde müdürlerine bir bahane bulmak zorunda kalıyordu. Bunun için bir liste bile yapmıştı. En inandırıcı bahaneleri alt alta yazarak sırayla kullanırdı (:

Yolda, çocuğun aklına başka bir soru geldi. Ucu sivri bir soru… Her şey güzeldi de, sarı saçlı kız bu durumu nasılsa bir gün öğrenince onun hakkında acaba ne düşünecekti? Perde gerisinden bir hayale sufle vermek onun tarzı değildi. Gabriel d’Annunzio gibi de düşünemiyordu ki… Cevabı zor bir soruydu aslında ama diğer taraftan bir o kadar da kolaydı. Keza, zamanın bir yerinde her şeyin zaten su yüzüne çıkacağını, kendi adını faş edecek bir şeylerin mutlaka olacağını, gerçeğin onu eninde sonunda o çıkmaz sokağın duvarına yapıştıracağını biliyordu. Sonunu bu yüzden hiç düşünmedi. Ama düşünmemekle, ileride kendisini içine alıp yutmaya çalışacak girdabın ilk dalgasını o gün kendi elleriyle yarattığının farkında değildi… Evde bilgisayarının başına geçti, aklında yazmak istediklerini sıraya koydu; derin bir nefes aldı ve ileride başından ayrılamayacağı tuşlara büyük bir heyecanla ilk kez birer birer dokunmaya başladı. “Merhaba…”

O günden sonra, sarı saçlı güzel kız birbirinden güzel yazılar yazmaya devam edecek ve o yazdıkça, çocuk adeta bir şelaleye, bir çağlayana dönüşen sözcükleriyle daha o akşam sarı saçlı güzel kızın ekranına “Şeyma” olarak düşecek, kendisini gösterecekti. Sarı saçlı güzel kız yazdıkça, çocuk, Şeyma oldu ona yazdı. Öylesine mutluydu ki, hiçbir şey bozulsun istemiyordu. Yazılar, yorumlar böylece 5 ay birbirini kovaladı.

&&

Sarı saçlı güzel kız her şeye dair yazıyordu. Aşka, topluma, tarihe, felsefeye… Çocuk, her okuduğunda önce bu birikim karşısında kısa süreli bir şok geçiriyor; sonra toparlanıyor ve hemen düşüncelerini yazmak için bilgisayarının başına geçiyordu. Mesela en sevdiği yazılarından birisinde, sarı saçlı güzel kız Nietzsche felsefesini bugünün insan figürü üzerinden işlemişti. Kendini büyük ve akil adamlar zannedenlere karşı takındığı sıra dışı tutumu çocuğu bir kez daha büyülemişti. Ama asıl ilginç tarafı, sarı saçlı kız bunları söylerken küstah diye bilinen, kendisini beslemeye çalışan elleri ısırmaktan çekinmeyen “felsefe”nin kolay kolay kimseye yapmadığı şekilde tüm imkânlarını sarı saçlı kızın ayaklarının altına sermesi olmuştu. Çok tuhaftı… Bir şey vardı ortada, bu kolay rastlanan bir olay değildi ve asla sıradan sayılamazdı. O gece bir şey olmuş ve felsefe birdenbire saf değiştirmişti adeta.

Takvimden yaprakların sırasıyla yerini yenilerine bıraktığı günler hızlı bir biçimde akıp giderken, çocuk için sürpriz bir gelişme daha olmuştu. Sarı saçlı güzel kız, Şeyma’nın sözlerine ve kendisi ile ilgili düşüncelerine alışmış olacak ki, onunla daha sık iletişim kurmak istediğini söyledi. İki dergi sayısı arasındaki zaman sarı saçlı güze kıza uzun gelmeye başlamıştı. Çocuk şaşırdı, çok sevindi. Ama bir o kadar da endişe duymaya başladı, “ya bir hata yapar ve zamanından önce deşifre olursam” diye… Çünkü çocuk Şeyma’yı yaratmış ve süreci başından sonuna kurgulamıştı. Ne zaman ortaya çıkacağını biliyordu. Ama bir şeyi yapmadı; o da Şeyma’ya bir yüz çizmek… Bunu bilerek istememişti. Şeyma’nın yalan dünyasında yüzünün eskimeden gerçek kalmasını istiyordu. Dolayısıyla sarı saçlı güzel kız kimi isterse Şeyma işte “ona” dönüşecekti. Şeyma, “hünsa” olmak zorundaydı. Oldu da.

Sarı saçlı güzel kız “Msn’de konuşuruz istersen” dedi Şeyma’ya. Hemcinsi olduğu için, bunu önermekte bir beis görmemişti. Çocuk bu öneriyi hemen kabul etti ama hala kendisinden ve zamanlamadan emin değildi. Bir bahane bulmalı ve yüzünü gizlemeliydi. Msn fotoğrafının kontrastını artırdı, yüzünü belirsizleştirdi. Web kamerası ise uzun süredir bozuktu. Adresi de kendi asıl kimliğini gizlemeye uygun, erselek bir görüntü verdiği için, o yönden de açık vermeyecekti. Her şey hazırdı.

Hâlbuki onu ne kadar da çok özlüyordu… Her gün öğle yemeği saatinde onun geçtiği yolun bir yerine gizleniyor, önce şöyle bir geçişini izliyordu. Karşısına bilerek çıkmıyordu. Onu sadece izlemenin bile ayrı bir hazzı vardı; içindeki hedonist çocuğun yanaklarını okşuyordu bu. Ama bir taraftan da, sadece bir gün böyle göremesin, konuşamasın, bütün keyfi kaçıyor, yaşadığı o günden hiçbir şey anlamıyordu. Zaten “özlem” sözcüğünün daha önce okuduğu kitaplarda, dinlediği hikayelerde bahsedilenler gibi bir şey olmadığını fark etmişti. Ya da özlemin yeni ve karmaşık bir versiyonuyla tanışmıştı. Onu özlemek sıradan herhangi birini, bir şehri, denizi, işini, okumayı, resim yapmayı, ravyoliyi, Emental peynirini, Chambertin şarabını, yağmurda yürümeyi, kartopu oynamayı, ya da herhangi başka bir şeyi özlemeye hiç benzemiyordu. Tüm bunları yapmazsa, hayatına devam edebiliyor, en azından gece kolayca uyuyabiliyordu. Ama onu özlediğini her hatırladığında, uykusuyla savaş veriyor ve her defasında yeniliyordu. Kaç sabah, gözünü bile kırpmamış halde yataktan çıkıp işe gittiğini hatırlamıyordu bile. Yani, bu bambaşka bir şeydi…

Böylece akşam saatlerinde çevrimiçi uzun konuşmalar başladı Şeyma ve sarı saçlı güzel kız arasında. Normal yaşantıda da, nüfus cüzdanı üzerindeki kimliklerle arada bir de olsa görüşmeler, birlikte kahve içmeler devam ediyordu. Çocuk açısından ne kadar tuhaf bir durumdu. Sarı saçlı kızın karşısında oturuyordu; ama hiç kimsenin, hatta kendisinin bile bilemeyeceği, tahmin bile edemeyeceği bir dolu detay biliyordu ona dair. Çok hınzırca görünüyordu ama güzeldi… Sarı saçlı güzel kız ise, Şeyma’ya inanılmaz bir hayranlık duyduğunu ifade ediyor, Şeyma’nın söylediklerini dinledikçe büyüyor, büyüyordu. İşi, “erkek olsaydın dünyada aşık olmayı isteyeceğim tek insan sen olurdun” demeye kadar götürmüştü. Ve her fırsatta onunla görüşmek ister hale geldi.

Bir akşam, yine böyle çevrimiçi konuşurlarken, sarı saçlı güzel kız, evden çıkması gerektiğini söyledi. Hâlbuki yapması gereken bir iş yoktu; ama bir arkadaşının ona ihtiyacı vardı. Gideceği mesafe çok uzak olmadığından, taksi çağırmadı. Yürüyerek gidecekti. Çocuğun umduğundan erken bitiyordu o akşamki sohbetleri. Ama dikkat çeken bir detay vardı. Saat ilerlemiş, sokaklar ıssızlaşmıştı. Çocuğun içi rahat değildi. Sorunsuz bir şekilde gitmesini istiyordu. Aklında birden bir fikir ampul gibi yandı. Hemen bilgisayarı kapattı ve kendisini dışarı attı. Apar topar soluğu kızın yaşadığı mahallede aldı. Evinin adresini bilmiyordu; ama mahallesini öğrenmişti. Dışarı çıkarken, havaya hiç bakmadığından üzerine sadece ince bir mont almıştı. Hava inanılmaz soğuktu. Ama üşümeyi düşünecek durumda değildi. Kızın oturduğu mahallenin caddelerinde, sokaklarında dolaşarak onunla “tesadüfen” karşılaşmaya çalıştı. Eğer karşılaşırsa olaya tamamen rastlantı süsü verecek, böylelikle gideceği yere kadar onunla birlikte yürüyecekti. İçi rahat bir şekilde de eve dönecekti. Yarım saat dolaştı sokaklarda. Derken bir saat oldu. Fakat görünürde kimseler yoktu. Belki de o bir sokaktan geçerken, sarı saçlı güzel kız başka bir sokaktan gideceği yere doğru yol alıyordu. İkinci saatin sonunda çaresiz bir biçimde eve döndü. Çok üşümüştü, hemen kaloriferin yanına geçti. Isınana kadar başından ayrılmadı. Bu heyecanı, ertesi sabah ona baş ağrısı, öksürük ve halsizlik olarak geri dönecekti. Hastalanmıştı, hem de çok ağır. Ama onun umurunda bile değildi. Çünkü korktuğu başına geliyor, âşık olduğunu ilk kez böylesine hissetmeye başlıyordu…

Çocuğun kalbinden geçenler içine sığmıyor, sokaklara taşıyor, dağlara, tepelere dağılıyor; ama daha da büyüyerek ona geri dönüyordu. Tarihten bir aşk tanımı çalmış, âşık olduğu sarı saçlı güzel kızı da buna suç ortağı yapmıştı: Aşk böyle bir şeydi ve sarı saçlı güzel kız, çocuğun kalbindeki işaret parmağının ucunda duruyordu artık. Heyecandan yorgun düşen yüreğinin sonsuz denizlere bakan en güzel odasını, artık süresiz olarak ona tahsis etmişti.

&&

Aslında her şey gerçekti, sadece Şeyma dışında… Çocuk ona sırılsıklam âşık olduğunu biliyor, Şeyma’ya da içinden geçen bu hislerine dublaj yapmak düşüyordu. Çevrimiçi uzun sohbetlerinde çocuk, Şeyma olarak aşka dair de konuşuyor; cennet köşelerinden seçilen sözcüklerin eşliğinde, aşkın tarifine dair beraberce keşfe çıkıyorlardı. Sarı saçlı güzel kızın hayatında kimse yoktu. Bunu öğrenmişti. Ama bir gün sonra olacaktı…

Şeyma, “Yarın ne yapacaksın?” diye sorduğunda, sarı saçlı güzel kız “Bir arkadaşımla buluşacağım” cevabını almıştı. Mesajla önerdiği yarınki buluşmaları böylece kesinleşmiş oluyordu. Yarın geldiğinde, her şeyin rengi tamamen değişecekti. Sarı saçlı güzel kıza duyduğu hayranlığı her fırsatta belli eden çocuk, beraberce kahvelerini içtikleri sırada ona âşık olduğunu bilerek ve isteyerek ağzından kaçırdı. Yüreğindeki kriptoları, kayıtları en başa sararak, uzun uzun konuştu. Kara kutu açılmıştı artık.

Kız başta şaşırdı; hemcinsine âşık olmayı (!) planlarken, birisi yoldaki tabelanın yönünü değiştirmeye çalışıyordu. Çocuk hınzır gülümsemeleriyle ve Şeyma’yı andıran sözcükleriyle sarı saçlı güzel kızın kafasını karıştırmıştı. Yarın tekrar görüşmek üzere ayrıldılar. Sarı saçlı kız, tarifi zor, tuhaf bir mutluluğa bulaşmak üzere olduğunu fark etti ve bir an önce akşam olsun diyerek Şeyma’nın gelmesini beklemeye başladı. Açıkçası çocuk da, sarı saçlı güzel kızın Şeyma’ya neler anlatacağını merak ediyordu.

Çocuk hiçbir şeyden pişman değildi. Her şeyin sonunda onu kaybetmiş olsa bile, sarı saçlı güzel kızın, normal zamanlarda hiç yaklaşamayacağı kadar yakınına sokulmuştu. Kalbinin tüm hatlarını, girinti ve çıkıntılarını, çağladığı ve durulduğu yerleri, debisini, çiçek bahçelerinin yerini, kısaca tüm coğrafyasını öğrenmişti. Kendisine bunu sorduğunda hep aynı cevabı veriyordu: “Bugün başa dönsek, yine aynı şeyi yapar, yine âşık olmak isterdim ona.”

Akşam oldu, çocuk cep telefonundan internete bağlandı. Sarı saçlı güzel kız oradaydı. Çocuksa, kızın oturduğu mahallede, ona yakın bir parkta, bir bankın üzerinde… Bağlanır bağlanmaz sarı saçlı güzel kız “Bu gece sakın bir yere gitme, sana anlatacaklarım var” diyerek geldi Şeyma’ya. Akşam saatleriydi, hava oldukça soğuktu. “Buradayım” dedi Şeyma, “Beni merakta bırakma da anlat! Ama önce ben bir şeyler söylemek istiyorum. Kahveni neden şekersiz içiyorsun, en az bir tane atmalısın içine!”

Bu ilk şoktu sarı saçlı güzel kız için. Geriye çekildi birden ve ekrana bir daha baktı. Şok dalgası devam etti. “Bugün bir arkadaşın, sana aşık olduğunu söyledi biliyorum. Seni yakından izliyorum. Kafanın karışması doğal. İstersen gel konuşalım, evinin yakınındaki parktayım. Bir de misafirimiz var.” dedi Şeyma. Ekledi: “Geleceksen kabanını giy ve boynunu sar, hava inanılmaz soğuk”. Çocuğun elleri soğuktan donma noktasına gelmişti ama pek umrunda değildi. Sadece “Nasıl yani?” diyebildi sarı saçlı güzel kız. Sonra da “Tamam, hemen çıkıyorum. Gitme bir yere.”

Sarı saçlı güzel kızın geleceği dakikaya kadar geçen sürede, çocuğun kalbi büyüdükçe büyüdü. Kalbi öyle bir atmaya başladı ki, sanki bedeninin bir yerinden dışarıya oluk oluk kan akıyor da, kalbi bunu görüp yoğun biçimde takviye yapmaya çalışıyordu. Nefes almakta zorlanmaya başladı. Alnı boncuk boncuk terle kaplandı. Botlarının bağcıkları da çözülmüştü ama o farkında bile değildi. Avuçları alev alıyordu.

Peki, sarı saçlı güzel kız, Şeyma’nın gerçek kimliğiyle tanışmaya hazır mıydı? Durumu görünce tüm bu olanları belki oyun ya da şaka zannedebilir, hatta öfkelenebilirdi. Ama bir dakika… Öyle olsa bile, çocuğun öyküsünü dinledikçe hiçbir şeyin, şuursuzca yapılmış tatsız bir şaka olmadığını, yanıldığını anlayacaktı. Kendisine öyküler yazdıran bir aşkın iki yüzünden biriydi o, çocuğa göre. Bu, sıradan bir durum değildi… Yalan ya da şakaya artık yer yoktu. Uzun süre bu diyalogu yalan iklimlerde sürdürmeye çalışmak, olmayan yel değirmenleriyle savaşmaktan ne kadar farklı olabilirdi ki? Bunun yapanda olsa olsa ya insanüstü bir cesaret vardı, ya da ağır bir şizofreni… Çocuk, son derece sıradan olmasına rağmen bu sıradanlık içinde dahi, aşık olduğu insanı kaybetmeyi göze alabiliyordu. Çok aramasına gerek kalmadan bunun nedenini buldu. “Ben, kader onu karşıma getirene kadar, daha önce hiç aşık olmadım ki!” Ama, gerçek olmayan bir şeyin yaşamaya hakkı yoktu. Artık ok yaydan çıkmıştı. İyi ki de çıkmıştı. Soğuk yüzüyle “gerçek”, eşiğe gelip kapıyı ağır ağır çalmaya başladı. Çocuk bütün silahlarını bırakarak; savaş meydanına, gerçeğin karşısına çıkıyordu.

Aslında Şeyma’ya da çok alışmıştı. Ama artık yürüdükleri yol ikisine fazla geliyordu. Yoksa ne kadar hızlı gidilirse gidilsin, bu yol onu sarı saçlı güzel kıza götürmeyecekti. Artık veda zamanıydı. Öykünün başındaki gibi, kendi öyküsünü çeşnilendirerek bir anlamda destek aldığı Antonio, dostu Bassanio için nasıl gerektiğinde ölüme gidileceğini gösterdiyse, Şeyma da üstlendiği zor görevi başarıyla tamamlamıştı. Sessizce sahneden indi. Kostümünü çıkardı ve koşa koşa kayıplara karıştı. O da artık, Narkissos gibi ölümsüzleşenler takviminin en güzel sayfalarından birinde yerini almıştı. Çocuk, Şeyma’nın kendisi için yaptıklarını asla unutmayacaktı…

Çok geçmemişti ki, sarı saçlı güzel kız uzaktan belirdi. Çocuğu fark etti, yanına geldi. “Misafirin sen olduğunu biliyordum” dedi gülümseyerek. Bitirici soru da peşinden gelmişti. “Peki Şeyma nerede? Bir yere mi gitti?”

Çocuk bu soruya “Gözlerimin içine bakıp bunu bana sen söyleyeceksin” dedi. Ya da dediğini zannetti; çünkü heyecandan konuşamamıştı. Bu yedi sözcük, hayatı boyunca kurduğu en zor cümle oldu. Ama galiba sarı saçlı güzel kız ne demek istediğini anlamıştı.

İşte o an Şeyma’nın nihayet gerçek bedenine kavuştuğu andı. Sarı saçlı güzel kız, Şeyma ile çocuğun aynı bedene sahip olduğunu anladığı andan beş dakika sonra, bir filmde karşılaşılabilecek en muhteşem sahne yaşanacaktı. Sarı saçlı güzel kız tam beş dakika öylece donuk biçimde çocuğa baktı. Hiçbir şey söylemedi. Sadece baktı. Çocuk da hiçbir şey sormadı, söylemedi. O da sarı saçlı güzel kıza baktı. Beş dakika sonra, sarı saçlı kız birden ağlamaya başladı. Lacrimalis’leri büyük yağmur bulutlarına dönüştü. Sarı saçlı güzel kızın gözlerinde gök delinmiş gibiydi. Birden oturduğu banktan hızlıca kalktı. Ve çocuğa öyle bir sarıldı ki… Hiç konuşmadan, on beş dakika, sıkıca… O on beş dakikada, dünya dönmeye ara verdi… Bütün bulutlar durdu, ay da. Bütün araçlar kontak kapattı, bütün kuşlar sustu. Bütün telefonlar kapandı, bütün saatler durdu, bütün sesler kesildi… Bütün melekler yeryüzüne indi. “Aşk”a şahit gerekiyordu…

Boğazındaki düğümü güçlükle çözen ve bir eliyle de gözyaşlarını silen sarı saçlı güzel kızın kilitlenmiş dudaklarının kapısını tek bir cümle açtı: “Sen olmasını o kadar çok istemiştim ki…”

(1/3)

 
Toplam blog
: 16
: 4272
Kayıt tarihi
: 16.09.08
 
 

Fotoğraf makinesiyle, gazetelerle, dergilerle içiçe yaşıyorum. Takım elbise ve kravatlı camiadanı..