Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

28 Aralık '08

 
Kategori
Güncel
 

Sarıkamış dramı

Büyükbabam; babaannem babama iki aylık hamile iken, çağrı üzerine gönüllü olarak seferberlik emrine riayet etmiş ve yeniden orduya katılmış. Tarlada çalışmakta olan babaannemi beklemeden, babaannemin ona engel olabileceği ihtimali üzerine, evin kapısını kırmış, silahını ve fişeklerini kuşanarak tarlalardan aşağı koşturarak en yakın birliğe teslim olmuş. Ama gidiş o gidiş. O köyün, gözünü budaktan esirgemeyen, babayiğit delikanlısı, namı diğer Kel Ahmet, biri henüz ana karnında üç çocuğunu yetim bırakarak düşmanın üzerine atılmak için cepheye koşmuş.

Tokat Askerlik Şubesi’ndeki kayıtlarda Sarıkamış yakınlarında bir yerde, sanırım Çatak’ta, öldürülmüş olduğu anlaşılıyor. Dönebilen birkaç kişiden ve ağızdan ağıza yayılan haberlerden anlaşıldığına göre Sarıkamış’a girmeye ramak kalmışmış.

Babam dünyaya geldikten iki yıl sonra da babaannem ölmüş ve böylece Sarıkamış bizim ailenin zihnine derin harflerle kazılı olmasının maddi temelleri ortaya çıkmış oldu.

Çocukluğumda “kuş nine” diye hitap ettiğim, çok minik, çok sevimli ve temiz yüzlü biriydi, sanırım kuş dememin nedeni buydu, bir bilge ihtiyarcıktan dinlediğim dönemin hikayeleri çocuk yüreğimi hep acıtmış ama bir taraftan da ufkumu açmama yardımcı olmuştu.

Mesela şöyle demişti bir gün:

- “O zaman urus (yani Rus) bize çok eziyet etti. Sonra Lenin diye çok büyük bir adam geldi de bizim buralardan urus defoldu gitti”. Ne Lenin bilirdim o zamanlar ne devrim ne de Sarıkamış.. Lenin’i ilk kez kuş nineden duymuştum ama bildikleri o kadar sınırlıydiki... Kuş nineye göre Lenin urus idi ama iyiydi. Sonra, Kemal Paşaya çok silah vermiş, yardım etmişti falan...

Babaannemin söylediği bir türküden aklıda bir kıta kalmış:

“Ahmedim gitti harbe

Koydu beni derin derde

Tekmeler durur bu bebe de..

Gel Ahmedim, oy Ahmedim..”

Bu hüzünlü tablolara, bu Anadolu topraklarında, hemen her yörede, hatta binlercesine rastlamak mümkün. Anlatmak istediğim bir aile dramı değil, yeri geldi söylemiş oldum.

22 Aralık 1914 Sarıkamış Harekatının başlama emrinin verildiği tarihtir. Amacım bir hatırlatma yapmak, bu savaşa Osmanlıyı sokmaya zorlayan bazı iç ve dış etkenlere işaret etmek ve bilinçli olarak yapılan olayı gizleme gayretlerine dikkat çekmektir.

Bunu yaparken de, böylesine önemli bir olayı tarihin sayfaları arasına yerleştirme sorumluluğunu tarihçilerin değil de, bir kalp cerrahi olan Prf. Dr. Bingür Sönmez’in taşıyor olmasını o tarihçilerin bir ayıbı olarak gördüğümü de söylemek istiyorum.

Şehidi bu kadar örselenen ve gerçekleri halkından bu kadar titizlikle saklanan bir başka ülkede bir başka örneğe rastlanır mı bilemem ama, etkisi sınırlı küçük çapta çarpışmaların bile allanıp pullanarak sayfalarca yazılmasına rağmen, Sarıkamış’ın tarih sayfalarında yerini alamamış olmasını ilk planda Enver Paşanın uyguladığı sansüre, sonrasında Milli Kurtuluş Karargahı’nın tercih ettiği politik manevralara bağlıyorum.

Bu olay birkaç farklı perspektiften bakılmaya muhtaçtır:

Birincisi; Osmanlı İmparatorluğu’nu bu savaşa sokan nedenlerin iyi analiz edilip anlaşılması, ikincisi; Sarıkamış Harekatı’nın özel olarak önemi, üçüncüsü; Sarıkamış Harekatına Osmanlı Ordusu’nun muktedir olup olmadığının askeri stratejik ve lojistik açıdan tespiti, dördüncüsü; harekatın askersel bilim açısından yetkin bir biçimde planlanıp planlanmamış olması, beşincisi; harekatın sevk ve idaresindeki yeterlilik ve komuta kademesindeki liyakatin durumu, altıncısı; cephe gerisinin savaş koşullarına uygun şekilde tahkimi vs.

Birinciyi ele alırsak; resmi tarih tezi burada, suçu İttihat ve Terakki Partisi’ne, daha da indirgeyerek Talat-Enver-Cemal üçlüsüne, hatta daha da türevi alınarak, Enver Paşanın şahsi hırs ve beceriksizliğine bağlama eğilimindedir. Hem savaş sırasında, hem savaş sonrasında ve günümüzde bu eğilim halen geçerliliğin baskın bir şekilde korumaktadır.

Bu, tarih bilimi açısından oldukça sakat, ayakları yere basmayan “iradeci” bir saptamadır ki, nesnel sürecin kavranamaması veya bilinçli olarak çarpıtılması neticesinde, süreci kendi iradelerine bağlamak isteyen ve tarihi sadece öznel maceralarıyla sınırlı görme alışkanlığında olan egemenlerin ideallerine yardım eder, onların değirmenine su taşır.

19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren sürekli bunalım içinde olan kapitalist sistemin, geç sağlanan Alman ve İtalyan birliklerinin tarih sahnesinde boy göstermeleri ve sömürgelerdeki kaynaşmalara eklenecek yığınla nedenden ötürü gelişmesi önünde önemli engeller olarak çıkmış ve bir paylaşım savaşı, sistemin karakteri gereği, kaçınılmaz olmuştu. Sömürge paylaşımından yeterince payını alamamış olan, açık denizlere ulaşım yolları bulunmayan ve büyük bir askeri gücü barındıran Almanya’nın bu konjonktürde taşıdığı genişleme emellerini açıklamak için yeterli nedenlerdir. İştah kabartan Osmanlı toprakları, Rusya, İngiltere ve Fransa’nın yanı sıra Almanya’ya genişleme olanakları sağlayacak stratejik önemdeydi. Emperyalist kapışmanın ilkin Osmanlı topraklarında olma olasılığının yüksek olduğu bir durumda, savaşın dışında kalmanın akla yatkın görülmediği, hatta imkansız olduğu daha sonra M. Kemal’in, 10 Ekim 1919 da Mersinli Cemal Paşaya yazdığı şu sözlerle daha iyi anlaşılmaktadır:

“Gayr-ı kabil-i tamir felaket ve netayic-i elimeye müncer olduğundan bugün milletin adem-i memnuniyetini celbeden Harb-i Umumiye iştirak etmemek elbette son derece şayan-i arzu idi. Fakat buna imkan-i maddi mevcut değildi...”

Özetle Mustafa Kemal, “Harb-i Umumiye katılmamak elbette arzu edilen bir şeydi ama bu mümkün değildi” biçiminde düşüncesini özetlemiş ise de, sonraları vurgu, bazı siyasal kaygıların ağır basması neticesinde, Talat-Enver-Cemal üçlüsünün vatanı sattığı noktasına kaydırılmıştır.

İkinci nokta, Sarıkamış Harekatı’nın önemidir ki, bu da birinciyle bağlantılı bir durumdur. Alman Genelkurmayı, Rus birliklerini batıdan Kafkasya’ya kaydırmak ve o cephede mutlak bir zafere imza atmak istiyordu. Bu stratejinin başarı şansı Rusya’nın güneyinde bir cephe açılmasına bağlıydı.

Üçüncüsü; Osmanlı Ordusunun durumu idi. Henüz tam bir hazırlığı olmadan, kış şartlarına uygun donanımdan eksik, yarı aç yarı çıplak vaziyette toplanan III. Ordunun durumu böylesi bir harekatı başaracağı yönünde ümit verici görüntüden uzaktı.

Dördüncüsü; harekatın askeri bilim açısından yeterince ele alınıp doğru planlanıp planlanmadığı meselesidir ki; tüm askeri gözlemci ve uzmanlar, harekatın planlanmasının mükemmel olduğu noktasında görüş birliği içindedirler. Ancak basiretsiz sevk ve idareye, lojistik yetersizliklere ağır doğa koşulları da eklenince, bir kez daha, planların, ne kadar mükemmel olursa olsun, hayatın gerçeğiyle çeliştiği görülmüş oldu.

Beşincisi; Osmanlı subay kademesinin bu çapta bir harekatı sevk ve idare edebilecek durumda olup olmadığı idi ki, özellikle Hafız Hakkı Paşanın emirlere yeterince riayet etmemesi, şahsi ihtiraslarının peşinden koşarak cepheyi genişletmesi, Rus birliklerini 100 km kovalaması , harekatın stratejisini bozacak denli sapma yaparak, X. Kolordunun 30. ve 31. Tümenlerini Oltu- Bardız üzerinden değil de, Allahuekber dağlarını aşarak Sarıkamış’a yönlendirmesi kişisel basiret ve askeri yetersizliğin başlıca örneklerindendir. Özellikle bu tümenler Allahuekber dağlarında kar ve tipi ile boğuşarak zayıflamış ve neticede parmakla sayılacak kadar er ve subay kalarak tamamen imha olmuşlardır.

Altıncı ve son husus olarak cephe gerisini ele alırsak, durum daha da içler acısıdır. Zaten fakir olan Anadolu insanının ordusuna verebileceği bir şey kalmamıştır. Olsa da bunları cepheye ulaştırabilecek durum yoktur. Rusların Tiflis’ten iki tümeni iki günde Sarıkamış’a ulaştırması karşısında III. Ordunun ağırlık birlikleri bile harekatın bitimine kadar esas muharip birliklere yetişememişlerdir.

Sonuçta, Sarıkamış Faciası denen bir olgu, yıllardır zindanlarda kürek mahkumu muamelesi görmüş ve şimdilerde yavaş yavaş üzerindeki tozlar temizlenerek gün yüzüne çıkarılmaya başlanmıştır.

Bu noktada biraz daha derine inme gereği duymaktayım.

Sarıkamış Faciası ile Türk kamuoyu ilkin, XI. Kolordu Erkan-ı Harbiye Reisi Kaymakam Şerif Bey’in 1921 de, “ Sarıkamış İhata Manevrası ve Meydan Muharebesi” adı hatıratının yayınladığı zaman yüzleşmiş oldu.

Fakat bu noktanın da hatırı sayılır ölçüde geniş bir projeksiyona ihtiyacı var. Çünkü o tarihlerde Enver Paşa büyük bir ordu ile Anadolu’ya gireceği söylentisini yazmış, Ankara’yı ve IV.Kolordu komutanı Kazım Karabekir Paşayı hayli tedirgin etmiş, paşa, Fevzi Paşa’ya yazdığı bir mektupta; “Enver Paşa’nın komünist olduğunu, kadın ve erkelerin yolda çıplak yürüyebilecek kadar özgür bırakılması gerektiğini” söyleyecek kadar ileri gittiğini yazmıştı.

Anadolu’ya yürüme hazırlığı yapan Enver’in bir şekilde gözden düşürülmesi gerekiyordu. En uygun olan Sarıkamış Faciası idi ve Şerif Bey’in anıları bu siyasi manevranın selametiyle tamamlanması için bulunmaz nimetti.

En çok kullanılan jargon “90 bin askerin tek kurşun atmadan soğuk ve tipiden donması” söylemi idi ki, bu orada, üstün donanımlı Rus askerleri ile göğüs göğüse çarpışarak can veren, düşmana ağır kayıplar verdiren o fakir Anadolu insanının evlatlarına yapılan en büyük hakarettir.

Kaldı ki rakamlar hayli abartılıdır.

Türk Harp Dairesi’nin yaptığı bir araştırmadan, muharebe alanına sevk edilen asker mevcudunun 75.660, geri hizmette ise, 37.000 olduğu anlaşılmaktadır. Savaş sonucunda çeşitli kaynakların üzerinde fikir birliğine vardığı yitik sayısı 45.000 civarında olup, kaçaklar da bu sayının içindedir, bunun 22.000 kişilik kısmının tifüs ve diğer hastalıklardan öldüğü yönündedir.

Sonuçta bu sayı da azımsanacak ölçüde değildir. Ancak, olduğundan fazla gösterilmesi suçun ağırlaştırılmak istenmesine işarettir ki, bir çok kaynaktan bu rahatlıkla anlaşılmaktadır.

Bu yazının amacı, Talat-Enver-Cemal triyosunun aklanması değildir. Unutmamak gerekir ki, Çanakkale’de destan yazan harekatın sevk ve idarecileri Sarıkamış’ı yapanlardan başkaları değildi. Ama tarih neticede, kazananlarca yazıldığından “kazananı” yazıyor.

Fakat, Sarıkamış’ta can veren asker, ister kurşundan ister tipiden ya da tifüsten, “tek kurşun atmadan öldüler” biçimindeki bir küçümsemeyi asla hak etmediler.

Facianın hemen ertesi günlerinde tifüsten ölen Albay (sona doğru paşa) Hafız Hakkı bile.

Ne demişti şair:

“Neler yapmadık şu vatan için

Kimimiz nutuk verdik kimimiz öldük!.”

 
Toplam blog
: 36
: 668
Kayıt tarihi
: 25.01.07
 
 

54 İstanbul doğumluyum. Hayatın her alanıyla ilgileniyorum. Çünkü düşünen ve yaşayan bir adamım. Esm..