Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

04 Ekim '13

 
Kategori
Öykü
 

Şarköy Hülyaları (R.E.M. düşü)

Şarköy Hülyaları (R.E.M. düşü)
 

Şarköy'de Ekim, Gün Doğumu (Foto: E. İrdelmen)


Beni avucuna alıyor, 

cam kürenin içine koyuyor,

yokuş aşağı yuvarlıyor:

ağır dalgalı derin bir oyuğa gidiyorum,

izlediğim düş benim seçimim değil,

uykunun anlık izleği

anlık yivleri id ’in

Eski bir Rum evinin üst kat penceresinden gelip geçenleri izleyen kadın belli ki deli değildi. Ama nedense bana hep deli gibi görünmüştü:  İhtiyar, çökük yüzlü, ağızda sigara, kafada kep, çenede bir tutam kocaman benli tüy. Ne zaman o sokaktan geçsem, sürekli açık duran pencereden sessizce öylece bakıyor. Arada bir ellerini, kollarını kaldırıp indirerek, küçük bir çocukla herhalde artık kimsenin bilmediği, böyle-şöyle oyunu oynuyor; gülüşmeler  aşağıdan duyuluyor: “Şüyle… büyle… yok yok üyle değil… bak büyle…” Aklına estiğinde büyücek iki cam yuvarlağı dürbün gibi gözüne dayayıp gökyüzünü süzüyor…

Çevrede soba borusunu andıran kırık dökük sokaklar var. Anlaşılan o ki, önce o derme çatma evler kondurulmuş, sonra da evlerin arasında kendiliğinden oluşan büküntülere sokak denmiş. Böyle dehlizden bozma sokakların yanı sıra  ortasına beton ayraç dökülerek zorla bulvara dönüştürülmüş sokaklar da var burada…

Kasabalılar denizin maviş maviş dalgalanmasına, dalgalarını köpürtmesine, eteklerini aymazca sıyıran bir aşifte gibi oynaşmasına aldırmadan,  sanki deniz hiç yokmuş gibi, gün hiç bitmeyecekmiş gibi ortalıkta aylak aylak salınır dururlar. Kahveler dolup taşar, alım satımlar bitmez, eve gitme anı hiç gelmez. Fakat bir kerecik de olsa dönüp denize bakmazlar. Rengarenk balıksırtı deniz de onları hiç umursamadan sokak aralarından çarşıya kadar sere serpe uzanır.

Kaldırımlar, gezinti yolları bira ve meşrubat şişeleri kırıklarıyla doludur. Her sokakta en az iki tane çöp konteyneri vardır. Ama dolduklarını pek görmedim. Dolduklarında da boşaldıklarını görmedim. Oraya yolu nasılsa düşmüş Hollandalı bir aile ertesi gün apar topar arkasına bakmadan kaçtı...

Akşama doğru bir koşturmacadır başlar. En gösterişli, baştan çıkarıcı kıyafetler giyilir, makyajlar, saçlar yapılır, parfümler sürülür, çay bahçeleri tıklım tıklım dolar. Disko-çadır tiyatrosu benzeri  bu yerler ergen kızlara paralı koca bulma ortamlarıdır.  Gözleri sürmeli piyanist şantörler ne kadar belden aşağı konuşursa millet o kadar çok eğlenir, o kadar çok alkış gelir. İstek parçaları peçetelere yazılarak iletilir, çiçek atanlar bile olur. Alkışlayanlar  çoğunlukla başörtülü, türbanlı, etekleri neredeyse bele kadar yırtmaçlı  kızlar, her yaştan kadınlar...

Sürekli ay çekirdeği yiyen, mısır kemiren, dondurma yalayan, durmadan konuşan, yüksek sesle  gülen, kulağı küpeli, dudağı ve burnu halkalı, yüzleri simli, orası burası dövmeli bu tuhaf kalabalık içinde kendinizi yapayalnız hissedersiniz. Burası neresidir? Bu insanlar kimdir? Boyun eğme kültüründen gelen arabesk toplum artık duygularını denetleyemiyor, bastıramıyor, cıyaklayan, çığlık atan başıboş yabanıl bir sürüye dönüşüyor. Fosur fosur içilen sigaralar büyük bir doyumsuzluk, sıkıntı, öfke ve gerginlik simgesi: Bu gerginlik, öfke ve sıkıntı beyinsel, cinsel, bireysel ilişkilere, toplumsal  alana da yansıyor. O kırılan şişeler, yerlere saçılan kapaklar,  aymaz çığlıklar, tinsel ve tensel doyumsuzluğun dışa vurumu... Onlar olmasa, onu yapamasalar  mutsuzluk ve umutsuzluktan tırnaklarını, parmaklarını, ellerini dirseklerine kadar kemirecekler...

Özgür olduğunu sanıyor ama değil, mutlu olduğunu sanıyor ama değil, eğlendiğini sanıyor ama sıkılıyor, hem de çok korkunç bir şekilde sıkılıyor. Çünkü  biliyor ki birileri, bir yerlerde kendinden çok daha üst koşullarda, çok daha yüksek insanlarla, çok daha iyi eğleniyor. İşte bu saplantı, bu kuruntu onu hasta ediyor. Ne kadar çok azgınlık yaparsa, o kadar çok doyuma ulaşacağını sanıyor. Ertesi gün bir gün önce pislettiği kumsala yeniden geliyor, akşam olunca biraz daha kirlenmiş kumsalı yarın daha çok pisletmek için tekrar gelecek...

Plaja taşıt girmesin diye demirler konmuş. Üç beş uyanık belediye başkanına şikayet dilekçesi veriyor. Efendim plaja kazıklar çakılmış, çocuklar için tehlikeli imiş, çocuklara saplanabilirmiş... Belediye saf saf  kazıkları söktürüyor. Hayda bütün arabalar zattara zuttara plaja dalıyor. Ortalık toz duman. Araçlar soyunma kabini, ev, yatakhane, yemekhane, diskotek, mutfak, dolap... Kumsalda mangal yapılıyor, dumanlar göklere yükseliyor. Çiğ köfte, dürüm yapan haşemalı bayanlar bile var. Rüzgar kumları savuruyor, ocağa, tepsiye kum giriyor kimsenin umurunda değil. Kurban bayramına denk gelse plajda güle oynaya kurban bile keserler... Plaj havlusunu beline dolayıp, yere çömelip çaktırmadan  dışkısını yapan, sonra bunu  kumla örten haşemalı bir kozalak  vardı... Nereden mi biliyorum? E bu yüzden kavga çıktı da ondan.  Veletler pisliği kumdan çıkarmışlar da... kum kale yaparlarken...

Ağustos günleri eşansız ve uzundur, bitmek bilmez, güneş batmamak için direnir. Ufkun ucundan kopup gelen tehdit edici bir esinti yaklaşmakta olan fırtınanın ilk habercisidir. O an, tüm bu gürültü patırtı silinir, çirkinlikler silikleşir. Bürgü, güneşlik ve işliklerde  dirimsel bir titreşim oluşur. Gezici kedilerin tüyleri ürperir, meşe ve çınarların yaprakları endişeyle hışırdar. Bulutlar alçalmıştır. Denizin tedirgin edici sesi yavaştan yükselir, kuş sürüleri değişken devinimlerle öter, yalnızlık ve gelen gecenin serin çözgüsü bilinçaltındaki umusuz imleri dürtükler, yerinden oynatır. Birden tüm pazar gizli bir gözdağı verilmiş gibi hızla toplanmaya başlar. Yel bir uçtan  bir uca, bir oradan bir buradan, sertçe çarparak kapıları, pervazları yoklar.

O zaman kendimi acundan soyutlamaya çalışarak, hep o delice akan anların dizgesini, yılların döngüsünü,  mevsimlerin soğrulmasını, yaşamın esrarengiz oyunlarını, martı seslerini  düşlerim. Ve nasıl olup da hiç ölmeyecekmiş gibi, milyonlarca yıl süremiz varmış gibi, hiç aşık olmamış, hiç sevmemiş gibi umursamaz, dingin ve yılmadan yaşadığımızı hayretle düşünürüm… 

İkindi sonu, başucumdaki  saat ve azalan kuş sesleriyle birlikte  uykuya dalmışım. Uykumda  saydam bir gölge karşıma dikilip soruyordu: “O nerede? Nerede o?” Gölgenin kimi ve ne sorduğunu anlayamıyordum. Ağzımı açmak istiyor, ama sanki dilim damağıma yapışmış, konuşamıyordum, sesim çıkmıyordu…  Düşsel iç görüm o çoklu uykuyla tekrar başlıyordu. Hep aynı yinelgen rem düşü görüyordum. Bir türlü yerimden fırlayıp “O benim işte, aradığın benim,  düşümden çık” diyemedim ona…

Dışarıda batan güneşin gürültülü kızıllığı süre duruyor, sular kararıyordu. Oda loştu. Gelen kış geceleri, ürpertici ve uzundur. Rüzgar bir oradan, bir buradan esiyor, esrik, kimsesiz havaların ezgisini fısıldıyordu…

  

 
Toplam blog
: 129
: 1871
Kayıt tarihi
: 27.07.06
 
 

1968 yılından bu yana dinler tarihi, mitoloji, sosyoloji, antropoloji, dinbilim, teozofi, metafiz..