Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Ekim '11

 
Kategori
Öykü
 

Sarmaşık

Sarmaşık
 

Sarmaşık gibi dolanan bir düş çıkmazında bir birey...


Yetinememek, daha fazlasını istemek bedenimin yön verdiği bir boşluğun sonucu… Söylüyorum kendime “Dur!” diye kulaklarımdaki boşluklarda yok olup gidiyor sesim. Çıkmazlardayım. Her sokağın sonunda bir duvar, bir de ağaç var. Elma ağacı… Meyve veremeyen kısır bir ağaç… Yolumu tıkıyor, sözcükler de boğazıma diziliyor. Bağıramayan bir benliğin çaresiz çırpınışları bunlar. Biliyorum, dört bir yanım zifiri karanlık. Kör bir bilincin içine sıkışmış arıyorum. Neyi ve kimi aradığımı bilmeden çıkışı bulmaya çalışıyorum.

Çalar saatin sesi, sessizliği yararak evin duvarlarına çarpa çarpa dağıldı. Serra gözlerini açmak istemeden saatlerce yatmayı arzuladı, kalkmadan, huzur içinde. İşe gitmesi gerektiğini, geç kalırsa azar işiteceğini bilen insanların bıkkınlığı vardı üzerinde. Neredeyse sürünerek kalktı yataktan. Yüzünü yıkarken aynadaki aksine gülümseyip, sessiz bir günaydın gönderdi.

 Kurtuluşu yanlış yerlerde arıyorum belki de. Kristalize bir gerçeklik olgusunda acımtırak bir düş içindeyim. Hayalle hakikat bu kadar girmişken iç içe, doğruyu bulamıyorum. Ona sesleniyorum en ücra köşelerden. Hatırladığım şey bağırışlarımın bir nöbet olmadığı. Bana bağırdığı anda ortaya çıkan bir volkandı sözlerim. Bir ıslık gibi keskin ve durdurucuydu.

 “Düşünme artık beni, bırakacak cesareti bul!”

 Son gece böyle fısıldamıştı kulağına tatlı nefesiyle. Bilye taneleri sıralanan boğazından çıkmayan seslerle öylece bakmıştı Serra.

“Bırakamam. Sensizlik bedenime acı veriyor.” dediğinde bileğine yerleşen uyuşmanın yüreğinde yer açmaya çalışan hiçliğin yansıması olduğunu hissetmişti.

“Karşılıklı yapalım. Aynı anda…”

“Yapamam.”

“Arkanı dönüp gideceksin ve karşına çıkmayacağım bir daha.”

 Serra’nın boğazındaki bilyeler yuvarlanıp karın boşluğuna doluştu. Yalnızlık zindanında günün meşum sesleri ahenkle dans ederken Serra acıyla kıvrandı. Kaç gece önceydi hatırlayamadı. “Rüyamda ayağına dolanan sarmaşıkla uğraştığım gece miydi?” diye mırıldandı kulağının ucunu tutarken.

Dolmuşa bindiğinde ayakta bekleyen insanların sıkıntılı yüzlerinde bir iyi niyet aradı. Modern insanın soğuk suratları her yeri kaplamıştı. Serra kendi arayışlarına onların suratlarıyla yanıt bulmaya çalıştı. Duygusuz olunca daha mı iyi oluyordu? Hissetmeyince belki acılar hafifliyordu. O duygu dolu yüreğini hep yoldaşı yapmıştı.

“Bu ay sekizinci geç kalışınız Serra Hanım!” Donuk suratlı sekreterin elinde bir zarf vardı. Konuşmadan dudağını kıvırarak gülümsedi. Alay, küçümseme, zafer her şey vardı bu tebessümde.

“Patron bugün bunu size vermemi istedi. Yolu açık olsun, dedi.” Elindeki zarfı ince parmaklarının arasında çevirip Serra’nın almasını bekledi. Serra kararsızlığını belli etmemeye çalışarak baktı. Sarsılan bedeni titrerken beyaz zarfın ucunu tuttu. Kovulduğunun resmiyeti olan zarfa kederle baktı. Boğuluyordu. Eliyle boynunu ovuşturup işyerinin merdivenlerine oturdu. Sayısız dakikanın ardından külçe gibi ağır olan başını kaldırmakta zorlanarak yürümeye başladı. İçinde yaşadığı buhran, uğuldayan kulakları; terk edilmiş, kovulmuş bir insanın yapayalnızlığıyla hayatı karşısına aldı.

Toprağın kokusu genzimi yakıyor. Çukurun içinde debeleniyorum kaç gündür. Felaketler zincirinin son halkası geçmişe gömülmem. Geleceğin tarifsiz hainliğini göğüsleyemiyor kalbim. Büyük bir mücadele var etrafımda, beni gömüp yok etmenin hesaplarını yapıyorlar. Kuyu, toprak ve ölüm üçlüsü çevremde dört dönüyor.

Serra eve kendini attığında başı çatlayacak gibi ağrıyordu. Yatağa bıraktığı bedeninin ne için acı çektiğini anlayamadı. Sevgilisinin gidişine mi, yoksa işsiz kalmasına mı bilemedi. Parmak uçlarından başlayan uyuşmanın hatıralarından çekip çıkardığı sahnelere koşulsuz izin verdi. Sahilde el ele yürüdüklerini, dalgaları kovaladıklarını kalbindeki oyuklarla izledi. İşte olsaydı ne yapacağını hayal etti. Dakikalar peş peşe akıp giderken uyuyup uyuyup uyandı. Rüyaları karabasan gibi çöktü bedenine ve uyumak istemedi. Kaçışı olmadığını bildiği halde uykuya savaş açtı. Gözlerini dikti tavana ve sadece bir an düşünmemek istedi.

Titreşimle büyüyen dünyası,  kum fırtınasına yakalanan bir kuşun çırpınışları gibi anlamsızdı. Gri beyin hücreleri her gözlerini kapayışında uykunun ağırlığını fırsat bilip onu düşler denize sürüklüyorlardı. Serra, gözlerini kapatmaya korkarak iki üç kez kırpıştırdı. Şebnem gibi parlayan gözyaşları usulca yanağında yol buldu. Sanrı mı korkunçtu yoksa düşleri mi? Yanıtsız sorular silsilesine ramak kala uykunun kolları sardı ruhunu.

Rüyalarını hatırlayanlar şanslı derler. Ben şanslı olduğu zannedilen zavallılardanım. Her gece aynı kuyunun başında sessizce onu bekliyorum. O, ölüm meleğim. Fırtınanın ortasında uyuşan bedenimle, onun lacivert geceden süzülmesini bekliyorum. Yankılanan sesinin eşliğinde gelen toprak kokusu yerimin hazırlandığının müjdesini veriyor. Uyku ölümün yarısıysa rüya nedir? Baş dönmesi mi yaşadığım yoksa ecelin tatlı görüntüsü mü? Uyanıyor muyum? Ölüyor muyum? Bilmiyorum sadece düşüyorum.

 

SEMRİN ŞAHİN

                                                                         

semrince@gmail.com

 

 

 

 

 

 
Toplam blog
: 25
: 244
Kayıt tarihi
: 10.10.11
 
 

1981 yılında Adana'nın Ceyhan ilçesinde doğdu.  On dokuz mayıs üniversitesi Türkçe öğretmenliğind..