Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

11 Kasım '10

 
Kategori
Anılar
 

Savaş ve Barış ( 3 )

Savaş ve Barış ( 3 )
 

Yüreğim inan ki; seni duymak ve duyurmak istedim!..


Derslerde bir öğretmen olabildiğimi, az da olsa bir şeyler anlatabildiğimi hissettim zamanla. Bir gün, sınıf dolabının içinde küçük bir defter buldum. Öğrencilerim dördüncü sınıfta iken, sınıf öğretmenleri olan -adını bilmediğim- meslektaşım defterde her öğrenciye belli bir bölüm ayırmış, ayırdığı her bir bölüme öğrencilerin özelliğini yazmıştı. Tüm öğrencilerimle ilgili tespitlerim hemen hemen doğruydu: Barış; zeki, uyumlu, çabuk öğrenen, hep güler yüzlü, sakin… Burhan; işitme yüzdesi en fazla, zeki, çabuk öğrenen, eksikleri çok, yönlendirilirse çok şey öğrenir. Nesibe; zeki, çabuk öğrenen, ödev yapmayı sevmez, insanlara karşı duyarlı fakat çabuk kırılan bir yapıya sahip. Duyguları günler, hatta saatler içinde değişkenlik gösterir. Mehmet ve Emeti; iyi niyetliler, fakat öğrenme güçlüğü çekiyorlar. Bu güçlük, işitme yüzdelerinden mi, tembellik yüzdelerinden mi, anlamak zor. Savaş, sınıfın lideri ve arkadaşlarının tek hakimi. Sınıf, onun isteklerine göre hareket edebiliyor. Çok zeki, kavrayışı yüksek. Öğrenmeye ve okula karşı (belki de “kural”a, diye not düşmüş, arkadaşım) bir direnci var. Kardeşi Barış’la mesafeli, fakat onu sakinleştirebilen yalnız Barış oluyor.

İki yıl önce görev yapan - muhtemelen özel eğitim almış- meslektaşımın yazdıklarına göre öğrencilerimin duygusal profili böyleydi. Hayata bakışın yanında öğrenme, işitme ölçüleri de kısa cümlelerle anlatılmıştı. Her öğrencinin hayat hikayesinin başında da “doğum tarihleri” vardı. Bana hazine değerindeki bütün bu ipuçlarının yanında, gençlerin doğum günlerini öğrenmem de hoş bir sürprizdi benim için.

Hiç ummadığım bir anda önüme gelen hazineye minnetle derslere devam ettim. Arkadaşımın da yardımıyla, şöyle bir sonuca vardım: Bu çocuklar bölük pörçük de olsa bir eğitim almışlardı. Fakat zaman zaman, deneyimsiz ya da duyarsız insanların yanında âtıl bırakılmışlardı. Ve evet, o zekiliklerinin yanında, taşıdıkları hassas kalple insanların (ne yazık ki, şimdi bulunduğum odaya -sınıfa diyemiyorum- amaçsızca, duyarsızca gelerek, yalnızca vakit öldüren eğitimci görünenlerin sayesinde) “onlara karşı tutumlarını” çok iyi tartabildikleri gibi, “bilmeleri gerekmesine rağmen, birçok şeyi bilmediklerinin de” farkındaydılar. Adını hiç öğrenemediğim o meslektaşıma hep minnettar kaldım; ”Bu çok bilinmeyenli denklemin en önemli parçası”nı çözmemde bana yardımcı oldu diye.

Yüreğim bir gün bana şöyle dedi, okulun koridorlarında gezerken: ”Bu çocuklarla ilgilenenlerin çoğu şunu unutmuş: ”Kulağı duymayanlar da yürekten duyuyorlar. Hatta, bazen kulağı işitenlerden kat be kat fazla…”

Saatler, günler geçti; altı öğrencimi aynı duyarlılıkla çözmeye çalışırken sınıfın lideri Savaş, gündemimi daha fazla doldurmaya başladı. Neden Savaş? Bu savaş neden?...

Dersleri belli bir düzene sokmama rağmen, eğer o gün Savaş’ın canı ders istemiyorsa, arkadaşlarını hemen etkiliyordu ve etki altına giren sınıf gün boyu beni dinlemiyordu. Savaş’ın sınıf üzerinde baskıcı bir liderliği olduğu kesindi. Fakat kardeşi Barış, çevreye yaydığı sevgi ve saygının aynısıyla, çoğunlukla da fazlasıyla itibar görüyordu sınıftan. Savaş, bunun farkındaydı. Onun için, her fırsatta Barış’ın da üstüne gidiyordu. Barış, böyle zamanlarda kardeşine sert karşılık vermek yerine, öylesine müşfik gülüyordu ki, bu gülüş Savaş’ı bile durduruyordu sanki. Bu gülüşü gören Savaş, karizmasını çizdirmeden usulca Barış’ın yanından uzaklaşıyordu, öylesi anlarda. Savaş ne kadar kendine ve hayata karşı küskün ve sertse Barış o kadar sakin ve huzur doluydu. “Anlamları kavramak” derseniz; ikisi de kıvrak zekalıydı ve ikisinin de “yürekleri duyuyordu”. Yalnızca, zekalarını ve yüreklerini sergileme biçimleri birbirine zıttı.

Nesibe Savaş’ın kız nüshası gibi davranıyordu. Fakat, hem Savaş kadar zeki değildi hem de onun kadar “bilerek ve isteyerek” “sevgiden uzak kalma”yı beceremiyordu. Savaş, bilerek sevgiye kapı açmazken Nesibe sevgiye kapı aralandığında içeri girmek istiyordu. Zamanla Nesibe’de bana karşı bir ilgi keşfettim. Benimle sohbetten hoşlanıyordu; bir bahaneyle tenefüslerde öğretmenler odasında bile yanıma gelmeye başladı… Benim gülen yüzlü adamlarımı alınca mutlu oluyor; alamayınca bana ve kendine kızıyordu. Ama, ”herkese karşı” çok adildi; gülen adamları hak edene verip vermediğimin tek takipçisi oydu. Zaman içinde, kendisi de dahil kimseye torpil yapmama izin vermedi.

Belli bir süre sonra yazılı yapmam gerekti. Yalnız öğrencilerim değil; ben de, ilk defa “görücüye çıkıyordum.” On beş gün öncesinden tarih belirledim. Soracağım metni, metinle ilgili soruları ve cevapları hazırlayarak, çalışmaları için öğrencilerime verdim.”Fiiller”, ”sözcükler” ve “iki tane de metinde olmayan sorular” yazılı gününün sürprizi olacaktı. Yani, yazılının yüzde yetmişine önceden hazırlanacaklardı öğrencilerim.Yazılı günü geldi çattı. Çok heyecanlıydım; haftalardır sarfedilen çabanın göstergesi olacaktı bu yazılı. Yazılı kağıdımı (metnin altındaki cevap bölümündeki boşlukları ayarlayarak) yeniden düzenleyip altı tane yeni yazılı kağıdıyla sınıfa girdim. Sınıfta, birer kişilik atlı tane sıra altı tane masa vardı. İçeri girdiğimde altısı da yan yana olacak şekilde dizilmişti, sıralar. Sanki, yazılı değil de “küme çalışması” yapılacak gibi. Üstelik, her sıranın üstünde benim verdiğim sorular ve cevaplar, açıkça, duruyordu. O an, anladım! Bu çocuklar gerçek bir yazılı hiç görmemişlerdi. İyi de, bu nasıl olurdu? “Bilgi” ne kadar biliyorlardı, henüz göremiyordum ama öğrencilerimin “okul görgüsü”nü görebiliyordum. İşte bu, çok net görülüyordu.

Çok şaşırdım; dip dibe oturmuş ve yazılı cevapları önünde açık olarak bekleyen öğrencilerim vardı. Sesimi çıkarmadan önlerindeki cevapları yazılı olan kağıtları aldım; elimdeki yalnızca metin ve sorular bulunan kağıtları koydum sıraya. Savaş’tan dolu kağıdı alabilmek için epey mücadele etmem gerekti.

Bu mücadele sırasında beynimi kemiren binlerce çengel vardı: Hakikaten, bu öğrencilere okul, öğretmen, öğrenci, öğrenmek ve öğrenmeyi ölçmek(yazılı) öğretilmemiş miydi? Şüpheye düştüm o an… Bu çocukların yüreklerinde ve akıllarında bu kadar büyük boşluklar mı bırakılmıştı, Ya Rabbim? Ne acı!..

İlk şoku atlattım. Bir şeyi daha düzeltmeliydim. Oturma şekilleri… Bir ölçme yapacaksam, öğrencilerim birbirini görmemeliydi. Bir cam kenarına bir de duvar kenarına arka arkaya üçer sıra yaptırmaya uğraştım, bu sefer… Cam kenarı; önden arkaya sırasıyla Barış, Emeti, Mehmet… Duvar kenarı; aynı sırayla Savaş, Nesibe, Burhan. Burhan ve Nesibe biraz direnişten sonra sıralarını kabul ettiler. Ben büyük şoklardaydım; bir ilkokul eğitimi almış; orta okula başlayan bir öğrenci grubu hiç mi yazılı formatı görmemişti Allah’ım? Bu çocukların bunca yılı nasıl geçmişti ki? Oysa, Orta Okul Türkçe kitabının bir satırının dahi diğer orta okullardan farkı yoktu ki? Demek ki, çocukların çok şey öğrenebileceği Bakanlıkça da tescilliydi. Hadi bilgi eksikliğinden geçtim; okul, öğretmen, öğrenci kavramı hiç mi anlatılmamıştı bu gençlere?

Pes etmeyecektim… Bugün, bu çocuklara zekalarının ve yüreklerinin hak ettiği –ve mutlaka, bana gerçek notumu vererek anlayabilecekleri- öğretmen/öğrenci davranışını ve “gerçek ölçme”yi hissettirecektim. Dersin başlamasından sonra geçen on beş yirmi dakikada, Barış’ın da bana yardımıyla, öğrencilerimi “yazılı düzenine” soktum. Bir kişi ve o kişinin sırası hariçti, elbette: Savaş ve Savaş’ın sırası. Savaş, Barış’ın sırasına sırasını yapıştırmış; bekliyordu. Barış, bu durumdan rahatsız olmasına karşılık, Savaş’a çıt çıkarmıyordu. O an, sınıfta da bir bekleyişin hakim olduğunu fark ettim.

Hayır, bu şekilde yazılı süresini başlatmayacaktım. Sınıfın en zekisi, bugün “öğrenci” olmayı öğrenecekti. Savaş’ı birkaç kez uyardım; hiç kulak asmadı. Hatta, her uyarımda benden daha çok, bana sinirlenmeye başladı öğrencim. Diğer öğrenciler, bizi seyrediyorlardı. Bilmiyorum; belki altıncı belki de yedinci uyarımdı… Savaş, hiddetlenerek sırasını kaptığı gibi bana fırlatmaya hazırlandı. Aslında, hiç beklemediğim ve hayatımda hiçbir yerde, hiç kimseden tatmadığım bu tepkiden çok korktum. Fakat, hem öğretmenliğime hem de gururuma yediremediğim bu durumda, gözümü kırpmadan, kendimin de beklemediği büyük bir çeviklikle sırayı iki elimle Savaş’tan bir anda koparıp aşağı attım. Bana uçmakta olan sırayı aşağı atmakla kalmadım; Savaş ve sınıf daha ne olduğunu anlayamadan bir Osmanlı tokadını Savaş’ın sağ yanağında patlattım. Sınıf, “şakk” sesiyle inledi sanki. Bana öyle geldi ki o an, bu sesi oradaki tüm öğrencilerim duydu.

İşte o anda, Savaş ve ben dahil, sınıftaki herkes yerinde dondu, kaldı. Ben donmaktan öte şoktaydım. Bunca yıllık öğretmenliğimde, elimi kimseye kaldırmayan ben, “karşılıklı çözümsüzlükler ve belirsizlikler yaşadığımız” bir okulda, öğrencime el kaldırmıştım. Fakat, ne tuhaf, içimin büyük bir kısmı huzurla dolmuştu birden bire. Savaş’a böyle bir dersi vermenin zamanı gelip geçiyordu bile. Duygu ve düşüncelerim sürekli gel- git yaşıyordu. Huzurun yanında, bir taraftan da korkum artmaya başladı. Savaş, daha beter huzursuzluk yaratabilir, kontrolden çıkabilirdi. Çünkü, kendi egemenliğinin bulunduğu bir yerde karizmasını çizmiştim. Saniyenin onda birinde, aklımdan birbirine zıt duygu ve düşünceler geçmesine karşılık; tokadı attığım yerden bir adım ileri ya da bir adım geri adım atmadan, ayağım bir noktada sabit, gözlerim Savaş’ın gözlerinin içinde birkaç dakika bekledim.Savaş da bir müddet donup kaldıktan sonra; benim arayan gözlerimi buldu; bir anlık göz temasından sonra, sessizce yerdeki sırayı aldı; camın kenarına oturdu; sessizliğe bürünerek dışarıyı seyretmeye başladı. Çok geçmeden beni, Savaş’ı ve sınıfı kurtaran o şefkatli tenefüs zili çalıverdi…

Sınıfı öylece bıraktım, öğretmenler odasına gittim. Karmaşık duygular içindeydim. Hayatımda ilk defa, bir öğrencim bana sıra kaldırıyordu ve ben hayatımda ilk defa bir öğrencime tokat atıyordum.Ve benim için ne acı ki, ilk kez havaya kaldırdığım şu elimi işitme engelli bir öğrencime kaldırıyordum…Mutlaka özel eğitim almış bir öğretmen arkadaşımla paylaşmalıydım;hayatımda ilk ve tek kez yaşadığım bu durumu…

Bulmalıydım eksik parçayı: Benim yüreğim mi duyulmuyordu, ben mi yürekleri duymuyordum?
Anlamam şarttı ve sormaya başladım kendi kendime: Allah’ım Savaş gibi yürekli bir çocuk benim yüreğimi anlar mı ki? Ancak, bunu sen bilirsin Rabbim, Sen bilirsin!

Yegâh Elif Mirzâde

 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..