Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

07 Kasım '10

 
Kategori
Anılar
 

Savaş ve barış

Savaş ve barış
 

Ya ben, neyi nasıl okuyacağım?!


Bazen düşünürüm de; hep aynı şehirde hep aynı okulda öğretmenlik yapmak mı daha iyiydi? Yoksa benim yaşadığım gibi, yirmi bir yıla dört şehir (sekiz tanesi aslî görev, altı tanesi görevlendirme olmak üzere) on dört okulu sığdırabilmek mi daha iyi oldu?

Aslında, bu kadar fazla şehir ve okul gezmem bana öğretmen olmanın tabii bir gereği olarak gelmişti, her zaman. Ta ki, öğretmenliğimin on beşinci yılında bir okulumun memuru “Hocanım! Ne kadar çok dolaşmışsınız böyle?” diye sorana kadar… Bu soruşta sanki biraz şüphe ve merak gizliydi. Galiba ona göre çok yer değiştirmek, sadece başı dertte olanların ya da sorun çıkaranların işiydi. Allah’tan- ben yokken o memurun merakını gideremeyerek dosyama baktığından emin olduğum gibi- dosyamın içindekilerden de emindim.

Emindim de… Yine de o cümleyi ilk duyduğum anda, ”Bir yerlerde bir hata mı yaptım yoksa?” sorusuyla bir sarsıntı da geçirmiştim doğrusu. Birkaç günlük tedirginliği çabuk atlattım, neyse ki!..

Aslî görev tayinlerimi- ilk atama ve taltifler dışında- hep ben istemiştim. Ve sebeplerim; eğitimci yanımla “zor ve kaliteli okullara talip olmaksa da”, insan yanımla da ya “annemin ve babamın(özellikle annemin) bulunduğu şehirde olmak ya da çocuklarımın daha da yakınında bulunmak niyetiydi.(Ne güzel ki, şu an bulunduğum okul da, bu çifte niyetimin bir yansıması…) Ve hayatın bana sunduğu güzellikle, daima “Anadolu” sıfatlı Liselerde çalıştım.

Ya görevlendirmeler…( Bir diğer deyişle, görevlendirilmeyi istemeler…) Mutlaka, kendi okulumda dersimin az olduğu zamanlarda birkaç okula Millî Eğitim tarafından görevlendirildim.(Bunlar; Orta Okul, Turizm Otelcilik, Fen Lisesi, Kız Meslek, Endüstri Meslek’ti…) Fakat bu okullardan bir tanesi var ki; bu okulda görev yapmaya “büyük bir arzuyla” ben talip oldum…

Üçüncü çocuğum doğduğunda; hayalim her ne kadar, kendi elimle bıraktığım Öğretmen Lise’me yeniden kavuşmak ise de “bebeğimi daha iyi büyütürüm” içgüdüsü ile, Öğretmen Lisesi’nin yan duvarına yapışık olan Anadolu Teknik Lisesi’ni istemiştim: Üstelik, her nöbet günümde koridorun sonuna yürüyüp koridorun bitimindeki camda “bir gün tekrar sana kavuşacağım, Öğretmen Lisesi” diyerek… (Ve, o bir gün gelecek; kavuşacaktım da…)

Öngörümde haksız da çıkmadım; Anadolu Teknik Lisesi beni meslekî açıdan yormadı. Bebeğimi çok iyi büyüttüm; ona yeterince zaman ayırabildim. Hem, bu okulda ders saatim de azdı. Fakat bu rahatlığımı ancak ilk yıl için sürdürebildim. İkinci yıl, İşitme Engelliler Okulu’nda derse girmek istedim. Bu istek de, bende kendiliğinden oluşmadı elbette. Teknik Lisesi’ndeki ilk yılımda, bu okuldaki Tarih Öğretmeni arkadaşım “İşitme Engelliler Okulu”nda Türkçe derslerine giriyordu. Bir ay rahatlıkla girdi derslere. Daha sonraki aylarda her sıkıştığı konuda (ders konusu, sorular, sınıf içi ve dışı etkinlikler çoğaldıkça) arkadaşım benden destek istedi. Geçen günler içinde elimden gelen desteği arkadaşımdan esirgemedim. Esirgemedim ama, yavaş yavaş bende “Neden olmasın? Bir Tarih öğretmeni o çocuklara Türkçe dersi veriyorsa, ben de anlatabilirim…” fikri gelişmeye başladı. Bu fikir, zaman içinde fikir olmaktan çıkıp da dayanılmaz bir isteğe, içimde yanan bir arzuya dönünce gelecek seneyi iple çekmeye başladım.

Ertesi sene –hani, rahat etmek için branşına göre kolay sayılabilecek bir okulu isteyen ben değilmişim gibi- o geçici tembellik arzumu bir çırpıda unutup İşitme Engelliler Okulunda derslere girmeye başladım.

“İşitme Engelliler İlk Öğretim Okulu” :Bir kere, okul binası şehrin oldukça dışındaydı. Bir tepede kurulmuştu okul. Belediye Otobüslerinin bile “son durak”ıydı.. Ya da Belediye Otobüsleri bu okula gelen öğretmen ve öğrencileri perişan etmemek için “okul son durakmış gibi” yapıyordu.

Okulda küçük bir öğretim binasının yanında, sekiz dairelik lojman, küçük bir yatakhane binası vardı. Bahçesi oldukça bakımsızdı. Benim okula gittiğim senenin, eğitim açısından özelliği; ilk öğretim kısmının tüm “özel eğitim öğretmenleri” yeni mezun öğretmen adaylarıydı ve ilk atama ile bu yıl okula gelmişlerdi. (Yanılmıyorsam, okula son beş altı yıldır, ilk defa “özel eğitim almış” öğretmen geliyordu.) Bu yeni öğretmenler altı tane bayan öğretmendi. Orta öğretim kısmının ana branşlarına giren öğretmenler de, “benim gibi”, başka okullarda görev yapan ve görevlendirme ile gelen “özel eğitim konusunda eğitim almamış” öğretmenlerdi. Sanırım, okulun en eskileri Okul Müdürü ile Müdür Yardımcısı idi.

Okulda işitme engelliler için özel dizayn edilmiş sınıflar, eğitim araç ve gereçleri ve gerekli donanım vardı..Vardı ama, gelin görün ki, sınıflar özenle(!) kapalıydı. Dil laboratuarındaki “konuşma eğitimi cihazları”- titizlikten(!) olacak- poşetlerinden dahi çıkarılmamıştı.

Heyecan içinde okula girdim. İşitme Engellilere Türkçe öğretecektim! Öğretecektim de, nasıl?.. Ben özel bir eğitim almamıştım ki! Okula girdiğim ilk dakikalarda, Okul Müdürü’ne “neler yapmam gerektiğini” sordum.

Okulun orta kısmında yalnızca “Orta 1” vardı. Orta 2 ve Orta 3’te henüz öğrenci yoktu. Neyse ki, tek sınıfa girecektim. Merakla sorularımı sıraladım Müdür'e:
Oldukça mesafeli bir yaklaşım ve üslupla Müdür: “Hiç merak etmeyin Hoca hanım! Onlar ilkokulda “okuma ve yazmayı” öğrendiler. Eğer sizi görürlerse, ”sizi görmelerini sağlarsanız” dudak da okuyabilirler. Özel işaret dilleri var; ama o dili sınıf ortamında kullanmalarına izin vermeyin. Dudak okuma ve tahta kullanımı ile ders işleyebilirsiniz.” dedi.

Evet, bir işitme engelliler okulu müdüründen oldukça detaylı (!) bir açıklama almıştım. Çok şey açıklıyor gibi görünmesine karşılık müdürün konuşmasıyla; özel eğitimle ilgili, özel öğretim teknikleri ile ilgili hiçbir aydınlatıcı bilgiye ulaşamamıştım. Müdür, uzun uzadıya sözlü açıklama yapmak istemeyebilirdi. Bu doğaldı.Ama beni bu özel durum için özel kaynak kişi ve literatürle de buluşturabilir; bana “kılavuz kitaplar” verebilirdi.Bunların hiçbiri olmadı. (O konuşma, her düşündüğümde bana hep çok ilginç gelmiştir.)

Neyse! Bir yola çıkmıştım; yoluma devam etmeliydim…

Eldeki verilerim şunlardan ibaretti:

• Okuma yazma biliyorlar??
• Dudak okuyorlar!
• Özel işaret dilleri var! Derste bu dili kullanmayacağız!
• İlk okulu bitirmişler!
• Dudak okuma ve tahta kullanarak ders işleyin?!
• Ve size baksınlar, sizi görsünler…
(Materyal, malzeme, özel sınıf, yöntem, kaynak??...)

İşitme Engelliler için malzemelerim bunlardı. Bir İşitme Engelliler Okul Müdürü’nün (Muhtemelen bu konuda “özel eğitimi” vardı müdürün…Olmalıydı?!) dışarıdan derse giren özel eğitimsiz bir Türkçe Öğretmeni’ne verebileceği malzemeler, gösterebileceği yol, ancak bu kadardı.

Müdür Beyle yaptığım kısa konuşmadan çok da memnun olamadan, kafamda sorularla sınıfıma doğru ilerledim.

Koridorda aynı şeyi tekrarlayıp duruyordum içimden:

“Tahta kullanacağım… Dudak okuyorlar…” , "Ya ben, neyi nasıl okuyacağım?!."

Yegâh Elif Mirzâde


 
Toplam blog
: 191
: 769
Kayıt tarihi
: 21.07.09
 
 

“Yazı yazmak” bir Yürek Yolculuğudur. Okumak ve yazmak bana Edebiyat alanının kapılarını açtı… Ed..