Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

19 Aralık '14

 
Kategori
İnançlar
 

Şeb-i Aruz'da ölüm dört perde

Şeb-i Aruz'da ölüm dört perde
 

Ey Kara Toprağı Beyaza Giyindiren Kar; Sen Ki Esasında “Su”sun, Yani Suyu Kendi İçinde Saklı Tutan… Su Yumuşak Sen Sertsin; Mesele Sana Değil, Sendeki Suya Bakmak... Dilek EJDER


Evet,"Konya'dayım" başlıklı yazımın sonunda Şeb-i Aruz Törenine doğru ilerliyorum; ağır ağır ve hazin hazin..." demiştim ve şimdi kaldığımız yerden devam edelim... Hadi bakalım.

Konya'da güllük gülistanlık bir hava ama ben bu havayı dışarıda bıraktım ve bir başka aleme geçtim şimdi. Bu alemin adı Şeb-i Aruz... Bu alemin sesi ney, bu neyin ruhu Mevlana...  Ahh yok mu o neyin sesi! Hani demişti ya Mevlana;

"Kez nistân tâ merâ bebürideend

Ez nefirem merd u zen nâlideend

Beni kamışlıktan kestiklerinden beri, kadın erkek tüm insanlar ağlamaktadır.

Ve

Sırr-ı men ez nâle-i men dûr nist

Lik çeşm-i gûşrâ an nûr nisk

Benim sırrım feryadım uzak değildir lakin her gözde onu görecek nur ve her kulakta onu işitecek kudret yoktur.

İnsanın yüreğini avuçlarında tir tir titreten işte bu içi sır dolu neyin sesiyle başlayan Şeb-i Aruz Töreni evvela neyin kederine davet etti bizi...

Gözlerimiz neyin kederine yağmaya başladı, yağdık kendi içimizde kurak çöllerimize ve ney "Dur" dedi durduk. Ahmet Özhan'la ilahiler ziyafeti ve sıra semazenlerde şimdi... Ağır ağır sahneye doğru ilerleyen semazenlerin her biri bir adabı yazdı. İsteyen istediği gibi okudu. Mevlana’nın dediği gibi;

"O ki can memesinden akan süttü de, kimi su içti, kimi süt..." 

Ben nasıl anlamışım acep; "Su"mu içmişim "Süt"mü? O halde dinle...

Dinle;

Semazenler ağır bir edayla üstündeki siyah hırkaları teker teker çıkarıverirdiler...

Öyle ya siyah toprağın rengiydi; Ademoğlu topraktan gelmişti, toprak ise ilk ve son örtümüzdü...

Siyah hırkalarının altında beyaz vardı semazenlerin; beyaz yeniden doğuşun rengiydi, kundağın rengi ve Hakikate doğuşun rengiydi...

Fani dünyadan göçüşün adı ölümdü; ölümün rengi beyazdı, kefenin rengi yine beyaz ve kefenin niyeti yeniden kundak olmaktı, yeniden doğmak Hakk’a ve Hakikate doğurmak…

Hakk’tan alıp halka veriş, böylesi bir nidayla bu kadar mı kalbi anlatılır?

Bu nasıl bir lisandır ki, sessiz görünse de, bir çığlıktır, bir bülbüldür ki yüreklerin dalına konan, konup ta gagasıyla yüreği dövüp dövüp dövmesini yapan...

Yine bir manevi sıtma tuttu bedenimi, yine bir zemheri ayazı çöktü yüreğime ve yine buz kesti kanımı. Sadece sıcak bir cemre düştü gözlerime…

Boğazıma takılan neydi, neydi ki düğüm düğüm olan?

Neydi ki Alem-i Ervah’ı düğümlere düşündüren ve neydi ki düğümleri böylesine ilmek ilmek çözen?

Şeb'u Aruz törenine girdiğimde ortalık güllük gülistanlıktı demiştim ya.

Gösteri bitti zannetmiştim, ne var ki tören bitti ve ben dışarıya çıktığımda az evvel güllük gülistanlık olan o kara toprak beyaza bürünüvermişti...

Demek ki Semah sırası topraktaydı, ölümü anlatma sırası da...

Toprakta da üstündeki kara hırkasını çıkartmış, beyaz kefene bürünmüş gibiydi, hem de bembeyaz, ağaçlar Semah'a durmuş gibi bembeyaz... Konya Hakk'a kavuşmuş gibi bembeyaz…

Bu kez toprağın Semah'ını seyre durdum; semazenlerle aynı lisanı konuşuyordu toprak.

Ölüm perdesini açmıştı adeta, son perde diye bir şey yoktu bu gece.

Lapa lapa yağan karların altında arabaya bindim, bindik. Meğer ölüm bu kez yolda bekliyor olacaktı beni, bizi. Dürtecekti kolumuza; “Beni ne kadar hissettiniz?” diyecekti.

Yüzleşmek isteyecek; yüzleşince de kendi ayaklarımızın altına nasıl düştüğümüzü görecekti…

Ve ölümün gösterisi başladı; bir anda araba devrildi devrilecek; ne durmasını bilir, nede düz gitmesini!  Yolun o başından, bu başına kadar geniş bir zikzak çiziyor ölüm. Aynı şekilde iki tırda bu zikzak çiziminin içinde; tamam artık gittik gidiyoruz ölüme...  Belli ki ya tır’ın biri vuracak bizi, yada devrilip gideceğiz ölüme. Bütün eller Semada; bu kez biz Havva kızları Semadayız ama o kadar sukut içinde değiliz tabi; ölüm dürtmüşte tene, ter gelmiş cana. Bir garip telaştır ki, gidiyoruz ölüme.Ya daha yapacaklarımız vardı, onlar ne olacak? Ya bu yolculukta valizimizin ağırlığı ne olacak, gidecek miyiz yani? Yada sakat mı kalacağız bu sonda? Beyin bir düşünce fırtınasında; her şey olduk, sakat olduk, öldük, arkamızdan ağladılar vs!

Ve can memesinden, emdiğim sütten anadım ki;

Konya'da, Şeb-i Aruz Töreni, havası, taşı toprağı duvarı, semazenleriyle ölüm dört perde;

Birinci PERDE Semazenlerindi…

İkinci PERDE Havanındı…

Üçüncü PERDE kara hırkasını çıkarıp, kardan semazenliğini giyen Toprağın...

Dördüncü PERDE dürterek kendini hissettiren Ölümün…

Şimdide Sen Dinle;

Ey kara toprağı beyaza giyindiren kar; sen ki esasında “Su”sun, yani suyu kendi içinde saklı tutan…

Su yumuşak sen sertsin; mesele sana değil, sendeki suya bakmak...

Ey doğuşun ve ölümün rengi beyaz; sen ki ana rahminden çıkıp dünyaya doğan kundağın rengisin ve dünyanın rahminden çıkıp Ahret Alemine giden kefenin rengisin...

Kundağın rengi beyaz, kefenin rengi beyaz; mesele beyazın niyet-i hakikatine bakmak... 

Ey beyaz görünen o ki sende bir son yok, son görünsen de her defasında yeni bir başlangıçsın...

Sonsuzsun beyaz, sonsuzsun işte...

Ve;

Bir günde dört mevsim ve de dört elementin süzgeçinden geçmek sıratına düşürdü bizi ölümün. Bir baktık ki geçmişiz ölüm köprüsünden ama hala koltuklarımızda dik oturuşlar ve hala ensemizde gizlice tutan ölümün elleri;

“Ha gittik ha gideceğiz!” Dürtüler ve mesajlar içinde bu perdede kapandı yine...

Ben yine heybeme aldım alacaklarımı ve ayrıldım o manevi huzur kokan, Şems kokan, Mevlana kokan, her taşı Mesnevi kokan, her sokağı Divan-ı Kebir Kokan, her caddesi Mecalis-i Seba kokan, her meyi Mektubat kokan, her ağacı, çakılı, tahılı Fihi Mafih kokan Konya'mdan ayrıldım. Ayrıldım işte!

Daha nice açılmamış zarf, okunmamış mektup Konya'm;

Doğduğum memleketim değilsin ama ruhumun manevi memleketisin bilesin...

Seni seviyorum, hoşça kal, hoşça kal Konya'm...

Ve haftanın sözü diyelim;

Hayatınızın sorularına, cevapları yine kendi yolunuzda arayınız; şunu biliniz ki sorularınızın cevabı birkaç adım ötededir, çok uzağınızda değil... Yeter ki görün. Takdir sizin.

Unutmayın ki sizler de yazar ve okur bağlarımsınız; daha nice açılmamış zarflarımın, okunmamış mektuplarımın, basılmamış kitaplarımın uğrayacağı memleketlerimsiniz... Sizleri çok ama çok seviyorum hoş çakalın dostça kalın ama asla ve asla sevgisiz ve bensiz kalmayın. Sevgilerimle.

Dilek EJDER

 

 

  

 
Toplam blog
: 52
: 596
Kayıt tarihi
: 22.04.08
 
 

Araştırmacı yazar, şair, aforizmacı, ressam, besteci... Kardelenler diyarı Sarıkamış’ta doğdu..