Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Mayıs '18

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Seçkiler Üzerine Ortaya Karışık Bir Yazı

Seçkiler Üzerine Ortaya Karışık Bir Yazı
 

Gazanfer ERYÜKSEL

Antoloji, Yunancadaki “anthos” (çiçek) ile “legein” (toplamak) kelimelerinden türemiştir, sanat eserlerinden seçilmiş parçaları bir araya getiren kitaptır. Antolojiler, hazırlayanın zevkine ve düşünüşü göre seçilmiş şiir, düzyazı, güzel sözler, müzik parçaları gibi sanat ve edebiyatla ilgili derlemelerdir. Kaynaklarda, bilinen ilk antolojinin M. Ö. 2. yüzyılda Gadara'lı Meleagros tarafından “Çelenk” adı altında hazırlandığı belirtilmektedir. 
 
Türk Edebiyatında antoloji sayılabilecek ilk eser, Ömer İbni Mezid'in 1437’de hazırladığı “Mecmuat-ün Nezair” dir. 
 
Divanlardan seçme metinlerin yer aldığı mecmuaları; nazire ve münşeat mecmualarını hatta halk edebiyatına ait ürünlerin bir araya getirildiği cönkleri antoloji türünün kadim örnekleri arasında saymak mümkündür.
 
Antoloji türünün ilk örneği olarak 1865-1868 yılları arasında beş cilt olarak yayınlanan Letaif-i İnşa adlı çalışmanın ilk cildi Refik, diğerleri sadece Tevfik imzasıyla yayımlanmıştır. Eski ve yeni nesir parçalarının bir araya getirildiği bu eser, topluma güzel konuşma ve yazma alışkanlığı kazandırmayı hedeflemiştir.
 
Tanzimat’tan sonra yayınlanan antolojilerin en ünlüsü Ziya Paşa'nın hazırladığı 3 ciltlik “Harabat”tır. Bunu Ebüzziya Tevfik'in 1878'de bastırdığı “Numune-i Edebiyat-ı Osmaniye” adlı düzyazı antolojisi izlemiştir. 
 
Namık Kemal, Ziya Paşa’nın hazırlayıp 1874’te İstanbul’da yayımladığı üç ciltlik “Harabat”a, kendi şiirlerinin alınmaması üzerine hazırladığı “Tahrib-i Harabat”ı yayınlamıştır.
 
Bu durumun Türkiye’deki antolojiler ve şair-yazar ilişkisinde bir ilk olduğunu söyleyebiliriz. Kendi eserini düzenlenen antolojide göremeyen herkes tepkilidir. 
 
Antoloji kelimesinin Türkçemize giriş tarihi ise 1929’dur.
 
Sene 2000… Yüzyılın Türk Şiiri Antolojisi Mehmet H. Doğan imzasıyla Yapı Kredi Yayınları arasından çıkmıştı.  O dönem, hayatımın 12 yıl sürecek olan Çorum günleriydi. Hemen her gün gazetelerde antolojinin ilanları çıkıyor ve benim de merakımı kışkırtıyordu. “Acaba antolojide var mıyım?” sorusu dönüp duruyordu aklımda… 
 
Bir gün yayınevine telefon edip merakımı gidermeye karar verdim. Telefona çıkan kişiye heyecanımdan kim olduğunu bile sormadan “Antolojide Gazanfer Eryüksel var mı?” dedim. Telefona çıkan kişi, “Sen Gazanfer misin?” diye sordu. Evet, cevabını alınca da “Dördüncü ciltte varsın” dedi. “Bana bir takım antoloji gönderir misiniz?” demem üzerine “Paranı var de al…” diyerek telefonu kapattı. Sevinmek ile üzülmenin birbirini sıfırladığı bir andı bu… Öylece kaldım. 
 
Birkaç gün sonra Çorum’a kitap satmak üzere gelen bir gezgin kitapçı uğradı. İlk gelişinde tanışmıştık ve ona kitap satabileceği isimler öneriyordum. O da nokta atışı yaparak her gittiği kapıda kitaplarını satmaktan pek mutluydu. 
Daha çaylarımız gelmeden ilk sözü, “Yeni bir kitap var, tam sana göre… Yapı Kredi’den çıktı… Şiir antolojisi…” oldu. 
 
“Ben de biliyorum ama o kitabı almam”, dedim. Şaşkın bir yüzle, “Olur mu hiç, sen şiirler uğraşıyorsun… Sana lâzım bu kitap…” dedi.
 
Ben de yaşadığım telefon görüşmesini anlattım. 
 
“Mehmet H. Doğan’ın tarafsızlığına şimdi inandım.” dedi, “Senin haberin yok… Antoloji üzerine kıyamet kopuyor memlekette… Antolojiye giremeyenler neler söylüyorlar bir bilsen…”
 
Ben yine antolojiyi almak istemediğimi söyledimse de “Çocuğuna kalır, torunlarına gösterirsin… Taksit de yaparım…” diyerek beni ikna etti.
 
Bir süre sonra dönemin Milliyet Sanat Dergisi’nde şair Süreyya Berfe’nin bir yazısını okudum. Antolojiyi düzenleyen Mehmet H. Doğan’a tepkisi dile getirirken “Şunlar var da ben neden yokum” derken saydığı isimler arasında ben de vardım. 
 
Daha sonra Boyut Yayınları tarafından yayımlanan Abdullah Özkan ile Refik Durbaş’ın hazırladığı Cumhuriyet’ten Günümüze Türk Şiiri Antolojisi’nde (2003), ayrıca İhsan Işık’ın hazırladığı antolojide şiirlerimin yer aldı. 
 
Namık Kemal nasıl kendisini hazırladığı antolojiye almayan Ziya Paşa’ya tepki göstermiş ise bu durum günümüzde de devam edip gidiyor. 
 
Antolojiler, hazırlayanın görüşüne ve zevkine göre yaptığı seçkilerdir. Bir tercihtir bu… Bu seçimde objektiflik aramak bence gereksiz bir bakıştır. Çünkü yapılan iş tam anlamıyla sübjektiftir. 
 
Antoloji düzenleyen ile seçilenler arasında beğeni ölçütü dışında da tam anlamıyla kişisel çelişme ve çatışmalardan doğan tercihler de vardır şüphesiz. 
 
1996 yılında Arkadaş Z. Özger Şiir Yarışması’nda ödüle değer bulunduğum seçici kurulda Mehmet H. Doğan da vardı. Ödül töreni için İzmir’e gittiğimde Mayıs Yayınları’nın sahibi ve halen yarışmayı büyük bir özveriyle sürdüren Suat Çelebi sordu, “Mehmet ağabey ile tanışıyor musun?” 
 
“Hayır” demem üzerine bizi tanıştırdı. El sıkıştık… Elimi çekmek istediğimde Mehmet H. Doğan bırakmadı… El sıkışmaya devam ederken beni tepeden tırnağa derler ya öyle bir süzmekteydi… “Evet, tahmin ettiğim gibi çıktın…” dedikten sonra el sıkışmamız bitti. 
 
Anladığım kadarıyla şiirlerimi okurken kendi hayal dünyasında bir tip çizmişti. Ve ben o çizime uygun çıkmıştım. O tarihten sonra da kendisiyle bir daha hiç görüşmedik. 
 
Boyut Yayınları’ndan çıkan antolojiyi düzenleyenlerden Refik Durbaş ile yıllar sonra Antalya’da düzenlenen Altın Portakal Şiir Sempozyumu yemeğinde aynı masada yan yana oturduk.
 
“Refik ağabey merhaba, ben Gazanfer Eryüksel” dediğimde, “Ha o sen misin?” dediğini hatırlıyorum. Onunla ilk kez görüşüyordum. 
 
İhsan Işık ise ben Çorum’da iken bana telefon ile ulaşarak antoloji için şiir ve özgeçmiş istemişti. Sokakta rastlaşsak ne ben onu tanırım, ne de o beni… 
 
Antoloji yayıncılığında bir boyut daha var… Buna “Bas parayı, al antolojini” diyebiliriz. Bazı uyanık yayıncılar şiir meraklısı heveskârlara ulaşarak “Şu kadar para verin size beş tane antoloji vereyim. Sizin de bir antolojiniz olsun.” diyorlar. Yeterli para, posta çeki hesabından alındıktan sonra da bastırdıkları antolojiyi parayı verenlere gönderiyorlar. Böylece o heveskârlar da şiirleri antolojiye girmiş şair olarak geziniyorlar dünyamızda. Para, ne çok kapıyı açıyor değil mi? Gel gör ki zamanın kapısını açmak için para değil eser gerekiyor… Zamanın aşan ve isimleri yaşatan biricik güç eserdir. Atalarımızın söylediği gibi “Eşek ölür semeri kalır, insan ölür eseri kalır…”
 
 
 
 
 
 
Toplam blog
: 227
: 584
Kayıt tarihi
: 16.12.15
 
 

1952 Yılında İstanbul'da doğdu. Pertevniyal Lisesi'ni ve İstanbul İktisadi ve Ticari İlimler Akad..