Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

21 Şubat '11

 
Kategori
Deneme
 

Seçmece Dünya

Seçmece Dünya
 

ben çektim


Sevmeden sevilmek, yaralanmadan yaralamak, acıların yaslarını tutmadan mutlu olabilmek için mi zırhlarımızı, akıllarımızı, hesaplarımızı kuşanıyoruz? Onun için mi iltifatını sınamadığımız insanlara gönlümüzü ve zihnimizi açmıyoruz? Her sınama onları biraz daha fedakâr, kendimizi biraz daha güçlü yapmak için mi? Herkesten daha güçlü olmak isteğinin aslında ürküten bir bencillik olduğunu fark edememek yitirilen kaç aşk ve kaç dost eder bilir miyiz? Belki de kendimizi en güçlü savunduğumuz sırada en derin yarayı almaktayızdır. Zaten en büyük budalalık en zekice davranıldığı sanısıyla yapılır. Rahatı ve huzuru en sağlam kazığa bağlamak isterken en mutlu olma fırsatını çoktan kaybetmiş olabiliriz. En şüpheci halimizin tavırları en büyük korkumuzu gerçek yapabilir. Kendimizi bu kadar ölesiye savunmasak, bu kadar en akıllı olma derdinde olmasak ve altta kalmaktan bu kadar çok korkmasak eminim yaralarımız, pişmanlıklarımız daha az acıtır olurdu.
 
Acaba her şeyi ve herkesi kendi değer ölçülerimizle sınavdan geçirdiğimiz için mi insanlar bizden uzaklaşıp küsmekteler? "Tanrı’yı ve insanları deneme," diyen Nietzche'ye aldırmayan sınama merakımız belki de insanların bizi anlama hevesini de kırıyordur…
 
  Schiller'in o muhteşem "Eldiven" şiirinde anlattığı hikâyeyi bir daha anlayıp oradaki şövalyenin adım seslerinin yankısını daha çok duymalıydık.
 
Arena locasında, bütün şövalyelerin âşık olduğu ve evlenmek istediği biricik güzel prenses kral babasının yanında oturuyor. Genç ve yakışıklı şövalyeler bir küçük tebessüm almak için bekleşiyorlar. Borazanlar çalıyor ve aslanlar arenaya salınıyor; kocaman yeleleri, gergin belleri, iri pençeleriyle kükreyerek dolaşıyorlar. Prenses kırmızı ipek eldivenlerinden birini çıkartıp aslanların arasına atıyor ve… “Kim eldivenimi alıp bana getirirse onunla evleneceğim” diyor. Bir anda herkes susuyor, müthiş bir sessizlik çöküyor. Bir şövalye diğerlerinden ayrılıyor, taş merdivenlerden ağır ağır arenaya inmeye başlıyor; şövalyenin ayak sesleri sessizliğin içinde tek tek tınlıyor. Arenaya iniyor ve sanki aslanlar orada değillermiş gibi kırmızı eldivene doğru yürüyor; aslanlar şaşkın kala kalıyorlar; hayranlıkla bu cesur şövalyeye bakıyorlar; o hiçbirine aldırmadan eldiveni alıyor, gene taş merdivenli geçitten aynı tempoyla prensesin yanına çıkıyor. Bu kez sessizlik bir hayranlık uğultusuyla boğuluyor. Şövalye eldiveni saygıyla prensesin kucağına bıraktıktan sonra yüzüne ikinci kez bakmadan dönüp gidiyor… Aşk neylesin cananı ölümle sınayan canı...
 
Nietzsche "Tanrı ve insanları deneme" diyor. Schiller, eldiven şiirini yazıyor. Biz gene de sevgiyi, aşkı ve güveni her zaman denemeyi yeğliyoruz. Her şey gururlu kibrimizden ve kutsal korkularımızdan yaptığımız sınama prizmalarından kırılarak bize ulaşıyor. Bu yüzden her şeyi olduğundan başka bir tanımla algılıyor olabiliyoruz. Belki de bu yüzden bulduğumuz şey istediğimiz şeyden başka bir şey oluveriyor. Aragon'un dediği gibi, “eğer mutsuz aşk varsa bu aşkın suçu değildir”. Gene de aşk hepten de kendiliğinden bir mutluluk değil tabi ki. Tıpkı hüznün hepten mutsuzluk olmadığı gibi…
 
Korkulardan kurtulmak da kolay değil. Her seferinde hep acımış yerimiz gelir aklımıza. Bize çarpan aşkın samimiyetine çekinceli duruşumuz biraz da aşk acısından korunma güdüsündendir. Ne yazık ki hayat bize kendimizi bu kadar sakınarak mutluluk yapabilecek kadar uzun bir ömür sunmuş değildir. Mutlu olmak için en güçlü, en güvenli, en başarılı kendimizi ve en sevimli aşkı beklerken ölüm meleği gelip bizi öpebilir.
 
Hayat seçimlerle dolu ve Pascal'ın dediği gibi "her seçim bir kaybediştir," bir şeyi seçen bir başka şeyi kaybeder. Kazanma niyetiyle yapılan bir seçim aynı zamanda bir kaybediş bedeli ödetir.
 
Aslında her seçim aynı zamanda bir kaybedişten çok bir vazgeçiş seçimidir. Çünkü kaybediş istem dışı bir oluşu tanımlar; oysa seçme eyleminin bilincine bağlı bir vazgeçişin kendisi de başlı başına bir seçimdir. Seçme eylemini tamamlamak için yapılan her vazgeçiş bilinçli bir veda seçimidir... Tabi ki sorumluluk yükleyen hiçbir şeyi seçmeyip doğum kaderinin elini yalayarak yaşamak da iyi bir seçim olabilir... Ayrıca diyebilirim ki, seçim yapmamak bile özgür bilincinizin bir seçimiyse kaderin sizi mutsuz etmesi kolay olmayacaktır... Bütün mesele ölmeden önceki dünyalık seçimini yapabilmekte…
 
Zırhlarımız, korkularımız, savunmalarımız, sınama hesaplarımız bizi değiştireceğimiz bir gelecekten vazgeçmeye iteler. Mantık, "bilinir varlığına veda etme" diye ısrardayken ve geçmişin acısı kuşku içinde geleceği korku sınavına çekerken, biz mutluluk yüklü katarı kaçırmış oluruz. Oysa bugünü yaşayabilmek ve yarını kurabilmek için kendi seçimlerimizi dünden yapmış olmalıydık. Üstelik kendimizle var olabilecek seçimler yapmayı öğrenmiş olmalıydık. Örneğin en güçlü olmayı en çok sevebilmek için seçerken, en güçlü kalma çabasından dolayı sevmeye vakit kalmayacağını bilecek kadar öğrenmiş olmalıydık.
 
 
(Yukarıdaki “Seçmece Dünya” başlıklı kısım Ahmet ALTAN’ın Geceyarısı Şarkıları kitabından,  “ten ve hüzün” bölümünün az çok kendime uyarlamalı özet alıntısıdır. Bilgi kaynağı: https://www.facebook.com/note.php?note_id=132639603463564 )
***
Kendimizi mutlu edecek seçimi vaktinde ve basitçe yapamadığımız için de insanları sınayıp duruyoruz. Eldivenlerimizi aslanların arasına atıp, "Beni seviyorsan git onu getir," diyoruz. Bir canan bir eldivene gidiyor… Oysa mutluluk, sevilmekten önce sevmeyi seçene gitmiştir bile.
 
Nietzsche, "Tanrıyı ve insanları sınamayın," diyor. Schiller, eldiven şiirini yazıyor. Bütün bunları okuyorsunuz da nasıl oluyor da hep aynı hüznün nakaratına takılıp kalıyorsunuz? Orhan Gencebay’ın " Batsın bu dünya" hüznünde batıp kalmak kendi seçiminiz değil mi yoksa? Eğer sizinse vazgeçin bu dünyadan ve hemen başlayın “bu benim dünyam” şarkısını bestelemeye… İster altın pelerinli bir prenses olun, ister çarıklı bir köylü; kendi seçiminiz veya yapımınız olan bir dünyanız yoksa mutluluk sizi kahrederek teğet geçecektir…
 
Tanrınızı dualarınızla, insanları iyilik ve sevginizle asla sınamayın… Duanız, iyiliğiniz ve sevginiz birer sınama yemlemesi değil de sizi kendiniz yapan öz benliğiniz olmalıdır…
 
Hayata insani güzellik ve mutluluk katamayan maddi başarılar için kendinizi ve başkasını kasmayın.
 
Ne denli varlıklı olursanız olun, hayatı muhteşem bir sadelik içinde tadını çıkara çıkara yaşamayı kendinize ahlâk yapın. Sadeliğin sanatçısı olun. Ve sanatınızın değerini de sahip olduklarınızın ne kadarını mutluluk yapmakta kullanabildiğinizle ölçün.
 
Cennet ne düşlerin en güzeli ne de en güzel düşlerin görüldüğü yerdir; cennet, düşlerin gerçekleştiği yerde kendinizi bulabilmektir; düşlere girenler de düşleri yapanlar da hep gerçeğin özlemleridir. İnsan, gerçekliğin rengiyle boyayabileceği düşleri hatırlamalı. Kendi gerçekliğinin rengiyle düşlerini boyamayı beceremeyenleri düş solgunluğu basar. Ne yazık ki başkalarının gerçeklik rengiyle boyandığımızı anlayamadan çoğumuz boyalı kuşlar gibi ölüp gideriz. Ünlü olma hevesi bu boyadandır; Sevgililer Günü için para istifleyen mesailer de ondandır; hatta uslu çocuk olmak da ana babanın düş boyasıdır. Her kim ki güzel bir düş görebiliyorsa ve o düşün kendine ait olduğuna inanıyorsa, düş görmeyi bırakıp düşlerini gerçekliğin renkleriyle boyamanın yollarını aramalı. Hayalleri gerçekleştirmenin başat koşulu önce hayalden çıkmaktır. Bu güzelim dünyadan göçüp cennete girmek her kimin ağrına gidiyorsa bunu yapmalı. Ya da bu dünyadan hiç mırın kırın etmeden geçip ölümden sonraki cennetiyle yetinmeli…
 
İnsan o kadar yüzsüz olabiliyor ki, tanrısı adına evrenin bilinen en eşsiz güzellikte oluşumlu gezegeni Dünya’nın içine ettikten sonra cenneti de isteyebilmektedir. Tanrı’nın bu insanlara ölümden önce göstermekte olduğu hoşgörüye pes diyorum vallahi! Belki de Tanrı’nın bu hoşgörüsü, “Cennet dediğin nedir ki, bana seni gerek seni…” diyen Yunus Emreler hatırınadır.
 
Ey okuyucu! Sen de bir yolcusun. Kendi cennetine giden yolları bul, yollarını aç, yollarını yarat; kendi cennet yolunda ne yaparsan yap, fakat Cehenneme gittikleri endişenle başkalarının ayaklarını bağlama, yollarını mayınlama, köprülerini yıkma. Onlar senin yolunu kesmedikçe, bırak cehenneme bile çıksa kendi yollarına gitsinler…
 
Ey okuyucu! Şimdi sen bu kitabı okuyup bitirdiğine göre, artık kendi kitabını yazıp okumalısın. Hayat evine kendini bir kitap olarak bağışlarsan hayatın ruhunu ölümden sonra da taşıyabilirsin. Tembelsen eğer, çok değil, her yaşına bir sayfa yazsan yeter. Gerisini ondan bundan ve benden koparacağın çiçeklerle süslersin.
 
Her çiçeğin benzersiz olacak kadar kusurlu olduğunu bildiğim halde, ben ömrümü en kusursuz çiçeği aramakla bitireceğim. Ta ki ben, “bütün çiçekler benzersiz olacak kadar kusursuzdu” demeden ölüm meleği canımı almasın… (Aramızda kalsın; bu aslında ölüm meleğini meraklandırıp oyalamak için bulduğum en iyi bahaneydi)
 
Muharrem Soyek
 
Toplam blog
: 363
: 1765
Kayıt tarihi
: 04.08.08
 
 

Parasız yatılı Darüşşafaka Özel Lisesi'nde iki yılı hazırlık sınıfı olmak üzere yedi buçuk yıl ok..