Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

15 Ekim '07

 
Kategori
Güncel
 

Şehadet (Şehit Olma) üzerine

En son 13 askerimizin daha hayatlarının ilkbaharındayken toplu olarak şehit edilmeleri çoğumuz gibi beni de derinden etkileyerek, bir kez daha bu kavram üzerinde ve etrafında düşünmeye itti. Öncelikle belirtmeliyim ki askerliğimi, çalışma yaşamının koşulları ve devam eden eğitim süreci nedeniyle ileri bir yaşta ve kısa süreli olarak yaptım. Ayrıca hümanist bir dünya görüşünden etkilendiğim gençlik dönemimde askerliğe dair düşüncelerim bize aktarılan resmi tarih öğretisine üstten bakışımın da etkisiyle karmaşık ve mesafeli oldu. Hayata daha objektif bakabilme yeteneğimin geliştiğini düşündüğüm bu orta yaş dönemimde ise olayları daha sağlıklı bir süzgeçten geçirerek yorumlayabileceğim düşüncesiyle, konunun çok hassas olduğunun da farkında olarak bu yazıyı kaleme almaya karar verdim. Neredeyse çeyrek asırdır devam eden son isyanın ödettiği bedel olarak toplumsal yaşamın bir parçası haline gelen bu dramatik olguya hak ettiği anlamı verebilmek ve kavrayabilmek adına, üzerinde sesli olarak düşünmenin doğru olacağı inancını taşıyorum.

Öncelikle "şehitlik" kavramının bilinen geleneksel anlamını ortaya koymakta yarar var. Konunun İslami temeli nedeniyle doğrudan kaynak olan Kuran'da; "Allah yolunda öldürülenlere (şehitlere) de ölüler demeyin. Hayır, onlar ölü değil diridirler, ama siz bunu hissedemezsiniz, sezemezsiniz(Bakara 154)” sözü yer almaktadır. Bu tespitten hareketle Hz.Peygamberin döneminden bir örnek vermek gerekirse; Uhud Savaşı'nda öldürülen Hz.Hamza şehit olmuştur. Günümüzde devam eden ve İslami değerlerin etkin olduğu çatışmalar dikkate aldığında ise verilebilecek bir örnek Çeçenistan'dır. Çeçenistan İçkeriya Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Yardımcısı Supyan Abdullaye bu kavram için şu değerlendirmeyi yapıyor; "bir özgürlük savaşçısı şehit olduğunda diğer mücahitler kesinlikle onun için seviniyorlar. Evet, şehit olan kardeşlerini tebrik ediyorlar, herkes biliyor ki şehitlik mertebesi Allah'ın en büyük hediyesidir. Ruslar ve onların kuklaları sürekli olarak bir lideri daha öldürdük diye propoganda yapıyorlar ama bunu onlarda çok iyi biliyorlar ki son özgürlük savaşçısı şehit olana kadar bu onurlu mücadele son bulmayacaktır. Mücahitlerin hedefi gayet açıktır, kazanmak ya da şehit olmak, onlar hayatta kalmak için mücadele vermiyorlar." (http://www.kavkazcenter.com/tur/content/2007/09/30/3686.shtml).
Bu konuda Filistin ile Afganistan’da olduğu gibi çatışmaların devam ettiği ve Müslümanlar açısından cihat ve şehitlik kavramı ile anılan bir dizi örnek sıralanabilir.

Binlerce yıllık tarihinde, en son bir imparatorluğun küllerinden, olumlu-olumsuz, maddi-manevi tüm mirası yüklenerek bir ulus devletin doğup büyüdüğü bu topraklar söz konusu olduğunda ise, bu kavramı bizim dilimizle bize en iyi anlatan şairlerden Mehmet Akif''e ve İstiklâl Marşımızın şu dizelerine kulak vermek gerekmektedir:

Arkadaş, yurduma alçakları uğratma sakın;
Siper et gövdeni, dursun bu hayâsızca akın.
Doğacaktır sana va'dettiği günler Hakk'ın,
Kim bilir, belki yarın, belki yarından da yakın.

Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı!
Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı.
Sen şehid oğlusun, incitme, yazıktır, atanı.
Verme, dünyâları alsan da bu cennet vatanı.

Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda?
Şühedâ fışkıracak toprağı sıksan, şühedâ!
Cânı, cânânı, bütün varımı alsın da Hudâ,
Etmesin tek vatanımdan beni dünyâda cüdâ.

Burada Allah ve İslam dini yolunda ölerek şehit olmak kavramı, İslam dininin varlığını sürdürdüğü ve kutsal olan toprakları bu dinden olmayanların saldırısına karşı savunmak uğrunda ölmek ile özdeşleştirilmiştir. Bu noktadan hareketle "vatan" kavramını bize Ziya Gökalp "Vatan" şiiri ile şöyle tarif etmiştir:

"Bir ülke ki camiinde Türkçe ezan okunur,
Köylü anlar manasını namazdaki duânın.
Bir ülke ki mektebinde Türkçe Kur'ân okunur.
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Hüdâ'nın.
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki toprağında başka ilin gözü yok,
Her ferdinde mefkure bir lisan âdet, din birdir.
Meb'üsânı temiz, orda Boşolar'ın sözü yok, Hududunda evlatları seve seve can verir;
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!
Bir ülke ki çarşısında dönen bütün sermaye,
San'atına yol gösteren ilimle fen Türk'ündür;
Hirfetleri birbirini daim eder himaye; Tersaneler, fabrikalar, vapur, tren Türk'ündür,
Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!"

Burada da karşımıza “vatan” ile birlikte “Türklük” kavramı çıkmaktadır. Şimdi de türlü felaketlere uğrayarak yıkılıp gelirken bir yanıyla da direnişi ve ayakta kalma umudunu hiç yitirmeyen öncülere sahip olan bu toplumda, yukarıda edebi çerçevede bazılarının belirtildiği fikri akımların süzgecinden de geçerek hayat bulan ve kurucu liderinin karakteriyle özdeşleşmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin inşası sürecinde toplum hayatını düzenleyen temel kaynaklar olan anayasalarda bu kavramlara atfedilen karşılıklara bir bakalım.

Söz konusu modern devletin kuruluşu öncesinde henüz emperyalist işgalden kurtulma mücadelesi verilirken kabul edilen ve son derece sade olan 1921 Anayasası’nın 3. Maddesi’nde “Türkiye Devleti” ifadesi yer almaktadır. Henüz saltanat ve hilafet kaldırılmamış, cumhuriyet ilan edilmemiş ve devrim kanunları ortada yoktur. İstiklâl mücadelesi kazanıldıktan ve Cumhuriyetin ilanı ile kurulan devletin uluslararasında tescili Lozan’da sağlandıktan sonra, 3 Mart 1924'te, 429 sayılı Kanunla, Şeriyye ve Evkaf Vekâletleri kaldırılmış, 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunuyla eğitim birliği ilkesi yaşama geçirilmiş, 431 sayılı Kanunla da halifelik kaldırılarak, rejimin laik niteliği açıkça ifade edilmiş ve bugünkü Türkiye'nin temelleri atılmıştır. İşte laik karakteri ortaya çıkan bu devletin ilk anayasası olan ve 20 Nisan 1924 tarihinde kabul edilen 1924 Anayasasının 1.Maddesi devletin adını ve niteliğini “Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir” şeklinde ifade etmiş, devamındaki maddelerde Türklük kavramını kullanmış, 88. Maddesinde ise bu kavramı şöyle açıklamıştır; “Türkiye'de din ve ırk ayırd edilmeksizin vatandaşlık bakımından herkese "Türk" denir.” Bu anayasanın laik karakteri ise, artık takip eden diğer anayasalara da perçinlendiği üzere önce 1928 tarihinde 2. Maddesindeki “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır…” ifadesi çıkarılarak, 1937 tarihinde de bu maddeye “Türkiye Devleti, Cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve inkılâpçıdır.” ifadesi eklenerek kuvvetlendirilmiştir. Demokratik karakterinin kuvvetli olduğu genel olarak kabul edilen 1961 Anayasası’nda ise, devletin adı Türkiye Cumhuriyeti, milletin adı Türk Milleti olarak nitelenmiş, 11. Maddesinde bu ifadeler “Türk Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü veya dil, ırk, sınıf, din ve mezhep ayırımına dayanarak nitelikleri Anayasada belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kasdı ile kullanılamaz” biçiminde kullanılmış, .nihayet 54. Maddesin’de de “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür.” denilerek Türklük kavramına net olarak açıklık getirilmiştir. Toplumun sivil hayatını ve ruhunu ezip geçen 1980 askeri darbesi sonrasında ortaya çıkan 1982 Anayasasında da bu ifadeler aynen korunmaya devam etmiştir.

Üst yapıdaki bu gelişmeler, “planlı ekonomik kalkınma” hedefi sürecinde sermaye biriktirme kavgasının sonucu olarak toplumun yönetilen kesimi için ortalığın güllük gülistanlık olmadığı alt yapıdaki gelişme ve değişmelerle de etkileşim halindedir doğal olarak. İşte bu kesimlerin sesi olanlardan Ahmet Arif, toplumun yaşadığı acıları geçmişten alıp dile getirerek, hayal ettiği toplum için umudunu Anadolu’da ve binlerce yıllık Anadolu Kültüründe bulmaktadır:

“Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar
Havva Anan dünkü çocuk sayılır
Anadoluyum benTanıyor musun?
Utanırım
Utanırım fukaralıktan
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın
Beraberliğin
Atom güllerinin katmer açtığı
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında
Kalmışım bir başıma
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?
Binlerce yıl sağılmışım
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım
Ne şah, ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?
Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu
Karayılanı
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz
Bir nice sevda...
Bir bilsen
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen,
Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan
Selvi dalından
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim
Duyuyor musun?
Öyle yıkma kendini
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol
İçerde, dışarda, derste, sırada
Yürü üstüne - üstüne
Tükür yüzüne celladın
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.
Gör, nasıl yeniden yaratılırım
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım
Oğullarım var gelecekte
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası
Gözlerinden
Gözlerinden öperim
Bir umudum sende
Anlıyor musun?”

Oysa çekilen acılara iç çatışmalara rağmen Cumhuriyetin aydınlığında toplumun ufkunu açmaya uğraşan aydınlardanMavi Anadolu düşünce akımının temsilcisi Sabahattin Eyüboğlu “fetheden de biziz fethedilen de” diyerek “vatan” kavramını toplumu kucaklayan bir anlayışla nitelemiş ve “Türklük” kavramının dine ve ırka dayalı olamayan yanına değer katabilmişti.

Görüldüğü gibi, İslam’ın liderliğini elinde tutan imparatorluğun yıkılmasının ardından kalan maddi ve manevi mirasın süzgecinden geçip gelen kapsayıcı bir Türklük Kavramı üzerine modern ulus inşası sürecinde, üst yapıda oluşturulmak istenen modern devletin ve ulusun tarifinde, dine giderek yer verilmeyerek laikliğin egemen olduğu bir yapı hedeflenmiştir. Bununla birlikte, altyapıda, imparatorluk yönetimindeki toplumun hayatına asırlarca hükmetmiş olan dinin yoğun etkisinin, tasarlanan milletin harcında da süregelmesi kaçınılmazdı. Bu modernite öncesi toplumsal dokuyu tasarlanan modern yapı içerisinde dönüştürme yolunda, “cumhuriyet yurttaşını” şekillendirme mekanizması ise laiklik ilkesi temelinde gelişip işledi. Tek parti iktidarlarının bu ilkeden giderek taviz vererek de olsa, toplumu çekerek ulaştırdığı son noktada ise, uluslararası gelişmelerin belirlemesiyle oluşan konjonktürün de etkisiyle çok partili siyasal düzene geçilmesi adeta, yün yumağından kumaş dokumak üzere iplik yapmak için bükülmekte olan yünün ucunun erken bırakılmasının doğurduğu etkiyi yarattı toplumda. İpliği büken mekanizma durup aksadığından ortaya çıkan ipliksi şey tam ve dirençli olamadı. Başlangıçta bu iplikle dokunacak olan kumaştan bir elbise dikilmesi hedefinden bahsedilirken, az zamanda üretilen dirençli iplikten dokunan kumaşın aynı olmayan devamına şimdilerde ithal kumaş ilavesiyle bir kaftan dikilmesi hayalinden bahsetmek mümkün görünmektedir.

Bu metaforu biraz daha devam ettirmekte yarar var. Yukarıda anlatmaya çalıştığım başlangıçtaki ulus inşası sürecinde bizzat kurucu lider tarafından Türk Ordusu’na yüklenen bir misyon da bu sürecin sağlıklı işlemesinin gözetilmesidir. Ortaya çıkan eklemeli kumaşa bakıldığında bu misyonun tam da yerine getirilemediği söylenebilirse de, kumaşın dokusunun değiştiği bu tarihsel süreçte, hatasıyla sevabıyla kendi içinde tutarlı kalma çabası ile birlikte Türk Ordusunun bugün durduğu taraf net ve ortadadır. Gelinen son noktada, zayıf ve eklemeli kumaştan kaftan dikmeyi hayal edenler artık yönetme gücüne de sahip bulunmaktadırlar. Bunu mutlak bir güç olarak algılama ve giderek devlet ile özdeşleştirerek kurumsallaştırma eğilimi de yüksek görünmektedir. Bu koşullarda kurucu liderden devraldığı ilkeler ve hedefle kurumsallaşırken, kaynağını en geniş anlamda halktan alma özelliğine sahip Türk Ordusu ile modernleşmeyi başaramamış ve büyük kesimi modernite öncesinde kalmış toplumun büyük çoğunluğunun değerleri üzerinden iktidar gücüne ulaşmış olanların çatışması kaçınılmaz olmaktadır.

Bütün bu saptamalardan sonra başlangıçtaki konuya döndüğümüzde ise çelişki doğuran iki nokta göze çarpmaktadır. Birincisi; uzunca bir süredir siyaset üstü olarak görünmeye çaba sarfeden Türk Ordusunun, küresel bağımlılığın, küresel değerlerin ve kültürün giderek toplum yapısında ve ülkenin ekonomisinde post-modern yakıştırma ile egemen kılındığı günümüzde, Cumhuriyetin kurucu değerlerinin de sorgulanır olması ve bunun bir siyasi alternatif olarak ortaya çıkması nedeniyle artık kaçınılmaz olarak taraf olduğunu ilan ederek, siyasetin bir öznesi haline gelmeyi göze alması. İkincisi ise; yukarıda sözünü ettiğim birbiriyle çatışma halindeki bu iki gücün de kaynağını toplumun modernleşememiş çoğunluğunun değerlerinden almasıdır. Aksak modernleşmenin son çeyrek asrında tekrar uç verip, uluslararası destek görerek devam eden kanlı başkaldırının sonucu, kaskatı bir gerçek olarak ortada bulunan ve Arapça kökenli “şehadet” kelimesine dayalı olgu da bu değerler üzerine oturmaktadır. Günümüzde söylem olarak vatanın bölünmezliği üzerinde anlam bulsa da, toplumun ortak değerlerini savunmak için kendini feda etme pahasına savaşma olgusunun, kaynağını başlangıçta hedef alınan modern Türk toplumunun binlerce yıllık ortak kültürünün sentezinden yükselmesi umulan çağdaş değerler yerine, geçmişin izlerini donmuş ve yoğun haliyle taşıyan değerlerden aldığı aşikârdır. Bu sürecin devamı, uzun vadede, sözü edilen bu çelişkilerin daha da derinleşeceği dönemlerin geleceğini göstermektedir.

 
Toplam blog
: 129
: 1104
Kayıt tarihi
: 12.06.06
 
 

Gazi Üniversitesi İ.İ.B.F mezunuyum. Yüksek Lisans diplomalarımı G.Ü Sosyal Bilimler Enstitüsü'nd..