Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

13 Ocak '13

 
Kategori
Arkeoloji
 

Şehit arkeologlar

Şehit arkeologlar
 

1991 yılı yaz sezonunda Ege Üniversitesi öğretim üyelerinden Prof.Dr.Hayat Erkanal başkanlığında Mardin ili Nusaybin ilçesi Girnavaz höyükte yapılan arkeolojik kazıya Diyarbakır Müzesi arkeoloğu olarak Kültür ve Turizm Bakanlığınca görevlendirildim. Arkeolojinin duayenlerinden Hayat hocamla birlikte ve güzide ekip üyeleri ile çalışmaktan çok memnun kalacağımı biliyordum. Kazı ağustos ayı içinde başladı. Kazıda her şey çok normal gidiyordu. Asur dönemi yerleşme tabakalarında çalışıyorduk. Asur'un erken hanedanlar dönemi.Şahsım Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nde prehistorya tahsili yapmıştım.Hatta mezuniyet tezimi de paleontoloji hocam Prof.Dr.Fikret Ozansoy'dan Amasya-Çeltek Kömür İşletmelerinde ortaya çıkan fosiller üzerine yapmıştım. Zaten kürsü profesörümüz Prof.Dr.Kılıç Kökten kalkolitik dönemi anlatıp, daha sonraki dönemleri Tahsin Özgüç'ün kürsüsünde okutuluyor demişti.. Asıl paleolitik çağlar konusunda derslerimiz ağırlıklıydı.

 Bu sezon kazılarımız höyüğün kuzey-doğu yamacında yapılamktaydı. Bu alanda ilk defa 1984 yılında ki çalışmalar sırasında sondaj çukuru açılmış bol miktarda ninive 5 dönemi seramiklerine rastlanmıştı.1990 yılında bu alan genişletilmiş 70 civarında m.ö.3.bin mezar ortaya çıkarılmış. Bu mezar buluntularının Asur'un Er Hanedanlar Dönemi'ne ait olduğunu Hayat Hoca'dan dinlemiştim. Bu kazı alanında ilk defa görev yaptığım için özellikle höyüğü gezmeye gelen misafirleri Hayat Hoca gezdirirken can kulağı ile dinlerdim. Bu anlatımlar benim için de çok faydalı oluyordu. Çünkü Kültür Bakanlığı temsilcisi olarak her 15 günde bir Genel Müdürlüğümüze rapor yazmak zorundaydım. Raporlarımın bilimsel içerikli olmasına çok dikkat edeyiyordum.

Kazı evi olarak Nusaybin-Çağçağ Baraj yolu üzerinde bulunan Nusaybin Endüstri Meslek Lisesi kullanılıyordu. Okullar yaz tatiline girdiği için Mili Eğitim Bakanlığı'ndan izin alınmıştı. Yakınımızda da askeri bir birlik vardı. Çevik Kuvvet Birliği. Bir gece, bu birliğe teröristler saldırı yapmaya kalkmışlar, etrafımzda yoğun silah sesleri duymaya başlamıştık. Kendimizi nasıl da yerlere attığımızı hatırlıyorum. 

Neyse, günlerden bir gün kazı başkanımız Prof. Dr.Hayat erkanal, İzmir yöresinde arkeolojik kazı yapan eşi Prof. Dr. Armağan Erkanal hanımı ziyarete gidiyorum deyip kazı alanından ayrıldı.Bir gece kazı evinin penceresinden baktık ki kazı alanımızdaki seyvan veya hayme ki kuru ağaç dalları ve yapraklarından yapılmıştı, tutuşmuş yanıyor. Bu ara höyüğün yakınındaki köy ile telefon irtibatı sağlandı.Teröristler gece höyüğü basmış, hayme üstünde uyuyan kazı bekçimizi indirip müteahhiti sormuşlar. O da İzmir'e gitti deyince "bir daha bizim topraklarımızda çalışmasınlar" deyip seyvanda bulunan el arabası, kazma-kürek, ölçüm aletleri v.b. aletlerimizi ateşe vermişler. Bekçinin de topuklarına silah sıkıp uzaklaştırmışlar. Hayat Hoca'ya durumu telefonda haber verdik ve İzmir'den geldi. Yemek esnasında ben hocaya "Hocam bu bize bir ikaz, kazıyı sona erdirelim" dedim.ancak o bana "müzeci sen korkuyorsan yerine Bakanlık başka birini göndersinler, Genel Müdürlüğe yazalım da. Ben korksaydım 8 yıldır bu bölgede çalışmazdım" deyince, ben de farketmez ki, ha ben ha yeni gelen arkadaş veya sizlere de yazık olur dedim. O esnada yemek masasında Yrd.Doç.Dr.Tuba Ökse''nin bizi can kulağı ile dinlediğini çok iyi hatırlıyorum. Epey bir zaman sonra Hoca bana "gözün aydın müzeci, bize 4 tane rambo verdiler" dedi.Rambo dediği de köy korucuları idi.

O sıralarda kazı yerimize Almanya'da öğretim üyeliği yapan Prof.Dr.Ahmet Ünal uğradı. Bir akşam yemeği esnasında seyrettiği İndiana Jones filimlerinden etkilendiği ve aynı şeylerin arkadaşı Hayat Hocanın da başına geleceğini düşünelim diye bir çok senaryo anlatmıştı. Şu cümlelerini çok iyi hatırlıyorum "Hayat seni kaçırsalar, Armağan da seni kurtarmak için peşine düşse..." diye anlatmaya devam etmişti.

Aradan 15 gün geçti veya geçmedi yine bir gün kazı alanında tam da işin paydos saatinde yeni bulunan bir mezara eğilip, buluntuları kurtarmaya çalışan Hayat Beğe, arabanın anahtarını verin de arabayı açıp kazı alanından o günkü malzemeyi arabaya yerleştirelim diyecektim ama Hocanın o pür dikkat halini bozmak istemeyip, iş paydosu esnasında tepeden koşarak ayrılan işçilerin tozunu yememek için 500 metre ötedeki arabanın yanına geldim. Çünkü Hayat hoca mezarın içine eğilmiş bacakları havada eserleri itina ile mezar içinden toplamaya çalışıyordu.İşçiler özellikle de kazı çukurlarından atılan toprağın teşkil ettiği yamaçtan koşarak inmeyi çok seviyorlardı. Bir türlü ikaz etsek de buna engel olamıyorduk. Otomobilin yanında ekipin gelmesini bekliyorum. O esnada yanımda bir otomobil durdu ve yakındaki çeşmeden su içtiler. Sonradan öğrendiğime göre bu otomobildekiler Nusaybin Belediyesinde çalışan bir şoför, eniştesi ve 5 yaşlarında bir oğlu idi. Onlara beni de arabanıza alabilirmisiniz dedim. Çünkü bizim kazı arabası çok küçük binek tipi bir röno idi, çok sıkışıyorduk höyükten kazı evine kadar. Bu akşam da herkesten önce ben duşumu erken alayım diye düşündüm. Her zaman diğer arkadaşlar duşunu alıyor, ben en sonunda soğuk suyla almak zorunda kalıyordum. Kazı evinde duşumu aldım, odama giderken koridorda rastladığım arkeolog Yardımcı Doçent Doktor Tuba Ökse "kazı yerinde arabamız patlamış, 2 arkadaşımız ölmüş" deyince şok oldum adeta. Tuba Hanım kazı evindeki seramik bahçesi ile ilgileniyordu. Yanında Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arkeoloji öğrencisi Seval Konuk'la birlikte çalışıyordu. Elbisemi giyinip kazı evinin önüne çıktım tanıdığım bir jandarma uzman çavuş askeri aracı ile geçiyordu, onu durdurup ben de olay yerine gittim. Hayat Beğ, üzeri kanlar içinde, taş duvara sırtını yaslamış duruyordu, "Hoca ne oldu" demeye kalmadı ki hocanın iki gözü iki çeşme bana "onlar benim evlatlarım gibiydi" dedi.O günkü kazımız çok verimliydi, Asur mezarlarından çok buluntu çıkmıştı,  buluntular tahrip olan kazı arabamız rönonun etrafına ve altına serpilmişti. Toplamaya başladım. Hatta bana o esnada kızan dahi oldu, eserleri topluyor diye. Başımıza Hititolg Prof.Dr. Ahmet Ünal'ın anlattığı senaryolardan kat be kat fazlası gelmişti.

Kazı evi önündeki askeri araca binip Nusaybin Hastanesine geldik. Uzman çavuş, hastanenin morgunda savcı ölenleri tanıyan bir kişi istiyor, bir kişi de karakola gelip olayı anlatacak dedi. Tuba Ökse'ye baktım "ben karakola gidemem" deyince kendisi morga gitti. Fakat morgda gördüklerini sonradan bana anlatınca neden karakola kendisinin gitmediğine pişman olduğunu söylemişti.

Kazı yerine 500 metre mesafede park ettiğimiz araca teröristler patlayıcı yerleştirmişler. Patlayıcının biri arka sağ lastiğe monte edilmiş. Otomobili çalıştıran Hayat Hoca, lastik hareket eder etmez patlayıcı patlamış ve bu lastiğin üst kısmında oturan Hacattepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora öğrencisi arkeolog Metin Akyurt ve yanındaki Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü doktora öğrencisi arkeolog Bahattin Devam ağır yara almış ve her ikisi de olay yerinde veya yolda vefat etmişler. Yanlarında oturan Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Öğrencisi Türker Türker de hafif yaralanmıştı. Önde arabayı kullanan Hayat hoca ise sırtından şarapnel yaraları almış, Hayat hocanın yanında yani şoför mahallinde önde oturan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi arkeoloji öğrencisi Hakan Aslan ve yanında oturan asıl mesleği hemşire olup arkeolojiyi de bitirmiş olan Hacettepe Üniversitesi Sosyal bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans öğrencisi Nurcan Küçükarslan da kalçalarına çarpan şarapnel parçaları ile yara almışlardı. Böylece arabada 3 önde 3 kişi de arkada olmak üzere 6 kişi vardı. Ben her zaman biraz kilolu olduğum için otomobilin ortasında değil de Metin Akyurt'un oturduğu kenarda otururdum. Benimle beraber binek tipi röno arabada 7 kişi oluyorduk. O akşam her nasılsa oradan geçen bir otomobili durdurup ta kazı evine gitmemin sebebi daha iyi anlaşılır.

Tahrip olan aracımızı olaydan yerinden çekmeye kalkan uzman çavuşa "burada keşif yapılacak, arabaya neden dokunuyorsnuz dediğimde "savcı buraya gelemez" demişti. Demek ki bu işler burada böyle yürüyor diye düşünmüştüm.

Kazı evine geldiğimizde oradaki personelden telefonda Müzeler Genel Müdür Akif Işık Bakanlık Temsilcisi olarak seninle konuşmak istiyor demişlerdi. Genel Müdürüm telefonda bana ilk sorduğu sen o esnada neredeydin sorusu oldu. Sanki sen neden kurtuldun der gibi. Ben de o esnada başka bir arabaya binmiştim diye cevap verdim. Bir de İsviçre'den bir bayan aramıştı. Telefuzundan yabancı olduğu ancak Türkçeyi de biraz bildiği anlaşılıyordu. Bana Bahattin'in başına bir iş gelip gelmediğini sordu. Benim için bu soruyu cevaplamak çok zor olmuştu. Üzgünüm diyorum ama karşıdaki bayan hala ısrar ediyordu. Vefat haberini ben verdim ama hayatımın en zor anlarından biriydi.Bu İsviçreli hanım sonradan öğrendiğime göre Bahattin Devam'In sevgilisi imiş. Bahattin ile her ne kadar bu kazı esnasında tanışmış olsak da aynı yatakhaneyi paylaşıyorduk ve bol bol sohbet etmiştik. Epeyi de arkadaş olmuştuk. Metin Akyurt'un da efendiliği ve arkadaşlığına bir diyecek yoktu. İlk defa hayatımda geyik muhabbeti sözünü ondan işitmiştim.Olaydan sonra Bahattin için kürtlere çok sempati duyduğunu, zaten açmasında çalışan bir çok kürt genci ile de çok samimi arkadaş olduğunu duydum. Terörün acımasız yüzü bizi de bulmuştu. Hem de bilimsel çalışma esnasında ve savundukları toprakların tarihini aydınlatmak için uğraşan ilim insanlarına karşı.

Sonra yaralılar Mardin Devlet Hastanesine, cenazeler ise Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'ndeki törenlerden sonra Bahattin Devam doğum yeri olan Mersin'in Mut ilçesinde, Metin Akyurt ise doğum yeri olan Malatya'daki aile mezarlığına defnedildiğini basından okudum.Metin Akyurt o aylarda doktora tezini vermek üzere hazırlanmıştı.Babası bir zamanlar Malatya Belediye Başkanı imiş.

Bu olaydan herkes gibi ben de çok etkilenmiştim. Çalışmalara cenazeler defnedildikten sonra tekrar başlamak üzere kazı alanımıza geldik. Sabahleyin yakındaki köyden gelen aşçımız çok gecikmişti. Öğleye doğru kazı evine geldi. Anlattıkları çok korkunç idi. Sabahleyin köyünden yanımıza gelirken köyünde 3 adet cenaze olduğunu öğrenmişti. Cenazelerden biri köye girişte devlet su işleri su deposunu bekleyen bekçi idi. diğer iki cenaze ise evlerinden alınarak köy meydanında infaz edilmiş idi. Bu üç cenazeyi kaldırdıktan sonra ancak gelebildiğini söylemişti. Olayla ilgili başka da bir şey bilmiyordu. O gün için akşam yatmaya Mardin Jandarma Alayı lojmanlarına gittik. Çünkü Vali beğ yetkililere emir vermişti. Bu ekip yatmak için burayı kullansın diye. Akşam askeri birlikte yemeğimizi yerken yanımda oturan albaya bugün kazı yeri yanındaki köyde neler olduğunu yani bu 3 cenazeden bahsettim."onlar terörü destekliyorlardı" dedi. Durum anlaşılmıştı. Başımıza gelen olaya karşı misilleme yapılmıştı. Sustuk tabii ki.

Ertesi gün kazı alanına tekrar geldik. Ekipe yeni üyeler de iştirak etmişti. Genel Müdür Akif Işık'a telefonda konuşurken "moralim çok bozuk, acaba bir başkasını yerime gönderebilirmisiniz " demiştim. Diyarbakır Kültür Müdürlüğü'nde uzman arkeolog Naci Toy bu maksatla ekibe Genel Müdürümüz tarafından ilave edilmişti. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktora Öğrencisi Arkeolog Bora Uysal (Amasyalı hemşehrim idi),Münih Üniversitesi Önasya Arkeolojisi Enstitüsü Öğrencisi Andreas Schachner de ekibe katılmışlardı.

Hayat Hoca patlamada hasar gören kayın validesine ait otomobilin bir hurdacı tarafından satın alınıp 5 bin tl. karşılığı götürülmesini tenbihlemişti. Hurdacı yakınımızdaki çevik kuvvet birliğinin olduğu yerde çekili olan otomobili almaya gelmişti. Otomobili gözden geçirirken patlamamış vaziyette bir el bombasının da şoförün oturduğu taraftaki lastiğe monte edildiğini farkedip aniden otomobilin yanından kaçmaya başladı. Şayet bu el bombası da patlamış olsaydı en azından Hayat Hocanın da kaderi diğer iki arkadaşımız gibi olabilirdi.

Bu olay yazar Bilgesu Eranus'un bir romanında değişik tarzda anlatıldı. Oldukça saçmalanarak yazılan kurgular da vardı. Keşke Hayat hocanın arkeolojiye nasıl gönül verdiği anlatılsaydı. Hatta bir eğlence partisinde bile dans ettiği bayan arkadaşının kulağına arkeoloji bilgilerini aktardığını ekip üyelerinden dinlemiştim.

Bu olay nedeniyle kazıya ara verdiğimiz bir kaç gün içinde Diyarbakır'daki evime bir telefon geldi. Diyarbakır Balıkçılarbaşı'nda Belediyeye ait içme suyu kanalı açılırken toplu para bulunduğunu, olay yerine gelmem gerektiğini polis karakolundan haber veriyorlardı. Şu anda Nusaybin'de kazıda görevli olduğumu, bir ara nedeniyle evime uğradığımı, diyarbakır Müze Müdürü Nejdet İnal'a telefon edilmesini söyledim. Ancak telefondaki polis memuru, zaten Müze Müdürünün bizzat polislere beni aramalarını söylediğini bildirdi. Olay yerine gittim ki etraf mahşeri bir kalabalık. İçme suyu kanalı açılırken kepçe doldurduğu toprağı kamyona boşaltma esnasında kırmızı altınların kamyona boşaltıldığı görülmüş. Kamyoncu kamyonu ile firar etmiş, kepçe operatörü yanındaki yağcısını yakındaki karakola haber vermesi için göndermiş. Olay yerine müze müdürü ile birlikte geldik. Çukurdan alınan toprak içindeki altın paraları toplamaya başladık. Bir çok polis ve komser de var. Etrafı çember içine aldılar, etrafımızda insanlar çepeçevre. Toprak içinden toplanan altın paraları poşete dolduruyoruz. Karşıdan bir şahıs bana bir işçinin paraları gömleğinin içine attığını işaret ederek bildirdi. Ben de o işçiye boşalt bakalım şu gömleğinin içindekileri dedim. Boşalttı. Yanımdaki komsere tutuklayın bu işçiyi der demez, içme suyu kanalının yapan müteahhit imiş benim üzerime kürekle saldırdı. Vuramadı ama, ben de müze müdürüne "bu adam burada çıngar çıkarmak istiyor. Hiç olmazsa şimdiye kadar çıkardıklarımızı kurtaralım, ben poşeti polis arabası ile müzeye taşıyayım. Siz devam edersiniz" dedim. Öyle de oldu. Diyarbakır Müzesi önüne geldiğimde kamyoncuyu yakalamışlar, kamyon toprakla birlikte müze önünde. Yaklaşık 1500 kadar roma ve emevi, abbasi dönemi  altın paralarını müzedeki dolaba yerleştirdim. Peşinden Müze Müdürü Nejdet İnal beğ de topladıklarını ilave etti. Olay mahkemelik oldu. Bu olaydan ceza alanlar oldu. Örneğin şoför. Altın sikkelerin bir kısmının polisler tarafından saklandığı, Mardin de satıldığı filan iddia edildi.Bu paralarla birlikte iki adet bronz kap vardı. Sanırım paralar bu kaplar içinde muhafaza ediliyordu. Kanal inşaatı esnasında çıkan tuğla duvarlardan burasının belki de bir Roma askeri kışla binası olduğunu tahmin etmiştim. Çünkü bu duvar üzerindeki tuğlaları Tille höyük kazısı yakınındaki Roma Lejyonu bina duvarlarından tanıyordum. Sikkeler Diyarbakır Müzesi envanterine kayıt edildi.  

Kazı sona erdi Diyarbakır Müzesi'ndeki görevime başladım. Müze Müdürü Nejdet İnal, yanında oturan Amerikalı biri ile oturuyordu. Bana, bu Amerikalının Batman İli Kozluk İlçesi Kaletepe köyünde arkeolojik kazı yapacağını ancak müzemizden de bir kişi iştirak edecek olursa bu kazının yapılabileceğini söyledi. Müzedeki diğer arkeolog arkadaşlardan hiç biri bu görevi kabul etmemişti. Ben de başımdan Nusaybin'de nasıl bir olay geçtiğini biliyorsunuz, bu durumda ben de bu görevi kabul edemem dedim. Ancak Amerikalı bana dönüp "Amerikada bir söz vardır, yıldırım bir kişinin üzerine bir defa düşer, sen bizim uğurumuz olacaksın" dedi. Bu amerikalı Pensilvanya Üniversitesi'nden Dr.Michael Roosenberg adında biri idi. Görevi kabul ettim. Çünkü branşıma uygun bir arkeolojik kazı idi. Yıllardır arzu ettiğim prehistorik bir kazıda çalışacaktım. Fakültede öğrendiklerimi arazide bizzat gerçekleştirecektim.

 
Toplam blog
: 9
: 1272
Kayıt tarihi
: 15.10.12
 
 

Ben Ali Önder. 3 mart 1948 günü Amasya ili Taşova ilçesi Darma köyünde bugünkü adıyla Ballıca köy..