Mlliyet Milliyet Blog Milliyet Blog
 
Facebook Connect
Blog Kategorileri
 

05 Mart '07

 
Kategori
Kültür - Sanat
 

Semih Sergen’ le tasavvufa yolculuk...

Semih Sergen’ le tasavvufa yolculuk...
 

45 yılı aşan görkemli sanat yaşamıyla Türk kültür tarihine imzasını atan ünlü tiyatro sanatçısı Semih Sergen’ le tasavvuf denizine yelken açtık... Usta sanatçının eteğinde taşıdığı mana incilerinden payımıza düşeni almak ve onları siz değerli okurlarımızla paylaşmak adına yaptığımız söyleşimizde, sanatçıdan özellikle gençlere önemli mesajlar geldi. Uzun yıllardan beri tiyatro oyunculuğunun yanı sıra yönetmenlik, yöneticilik, öğretmenlik gibi alanlarda da kültür tarihimize hizmet vermeye devam eden usta sanatçı Semih Sergen, “Oldum demek, öldüm demektir. Oldum dediğiniz andan itibaren yarıştan çekiliyorsunuz. Hesabınızı iyi yapın!” diyerek, özellikle gençlerin araştırmacı ve talepkar olmaları gerektiğini vurguladı.

İşte değerli sanatçımız Semih Sergen’ le Aşık Veysel’ den Hz. Mevlana’ ya, Mimar Sinan’dan Mikelanj’ a, Hacı Bektaş’ tan Yunus’ a kurulan estetik köprülerle şekillenen tasavvufi sohbetimiz...

A. Ç. : Hocam, öncelikle sanattan tasavvufa bir kapı açacak olursak, sanatsal yetinin kişinin hakikati sorgulayış sürecine olan yansıması noktasında neler söylenebilir? Sanatsal bakış ve yeti, bu sancılı sürecin yaşantısında nasıl bir yere sahip sizce?

SEMİH SERGEN: Bu noktada evvela sanatçının kim olduğuna ve ne istediğine bakmak lazım. Ya da sanatçının farkından, özelliğinden söz etmek gerek. Tabii bunu söylerken de, elbette ki sanatı doğru icra eden kimliklerden söz ediyorum.

Sanatçıyı diğer insanlardan farklı kılan en önemli özellik, ilham bana göre. “İlham nedir?” diye sorarsanız, ilhamın tanrının bakışıyla bakabilmek olduğunu söylerim size. Sanatçıda bu duygu daha yoğun bir şekilde yaşanıyor elbet. Zira sanatçı, farklı yaratılan insandır. Onun mayası, hamuru, gerçekten farklıdır. Ancak sanatçılar kendi sanatsal kimliklerini ortaya koyarken bunun farkında olmayabilirler de. Ama bu çok mühim değil. Mesela Veysel. Başlangıçta kendisinin ne olduğunun farkında değildi. Ya da Yunus. O da kendisinin farkında değildi. Onun için aranıyor, oradan oraya koşuyordu. Halbuki Mevlana farkındaydı. Çünkü çocukluğundan beri öyle bir ortamda yetişmişti ki, o ortama ayak uyduruyor, ayak uydurdukça da onlarla beraber belirli bir akışın içerisine giriyordu.

A. Ç. : Hocam o zaman bu noktada sanatçının kutsanmışlığından ya da belirli bir misyonu olduğundan söz edebilir miyiz?

SEMİH SERGEN: Kesinlikle evet. Yani ben buna kesinlikle inanıyorum. Ancak farkına varıp varamama meselesi var ortada. Ama bir şey fark etmez ki! Zaten er ya da geç kişinin içindeki o farklı alev kendini hissettirecektir.

Evvela o bir arayış, bir yarış içerisindedir. Bir “Olmuyor!” duygusu içerisindedir. Hiçbir vakit “Oluyor!” diyen kişinin olması mümkün değildir zaten. Benim hep öğrencilerime söylediğim bir söz vardır; “Oldum demek, öldüm demektir. Oldum dediğiniz andan itibaren yarıştan çekiliyorsunuz. Hesabınızı doğru yapın!” Bu tabii çok önemli bir başlangıç. Benim bütün hayat hikayem de bu anlayışa paralel zaten; “Oldum demek, öldüm demektir.” Bu noktayı biraz daha somutlaştıracak olursak; bunu Sinan’da da görürüz., Mikelanj’da da görürüz. Bakınız doğudan ve batıdan iki büyük estetiği alıyorum dikkat ederseniz.

Sanatçının beyni ve yüreği her zaman kendisinden önde gider. Kendisine ışık tutan da budur zaten. Kendisi hangi noktaya varırsa varsın, ileride onu yönlendiren başka bir nokta vardır.

A. Ç. : Onu yönlendiren, kendisini kuşatan hakikat diyebilir miyiz hocam bu noktada?

SEMİH SERGEN: Evet, bunu söyleyebiliriz. Mevlana ne diyor örneğin Allah’ı tarif ederken? “Ben şiirlerinizin vezniyim!” diyor. Birçok şeyden alıyor, “Ben canım, havayım, toprağım, suyum.” gibi... Ama sonunda şunu diyor; “Ben şiirlerinizin vezniyim. Ben resimlerinizdeki desenim, orada fırçayla attığınız rengim!”

Gelelim Mikelanj’a... Acaba o farkında mıydı kendisinin? Mikelanj’ın bunun farkında olduğunu gösteren bir şey var. Kendisinin doksan küsür yaşında öğrencileriyle beraber atölyede çalıştığı dönemlerinde söylediği önemli bir söz bu. Bu söz, sanat tarihçilerinin odaklandıkları, “İşte asıl önemli gerçek budur!” dedikleri bir noktadır. Ve benim de inandığım bir gerçek. Şöyle diyor Mikelanj; “ Tam biraz bir şeyler yapabilecek hale gelmiştim, ecel müsaade etmedi!” Bakın dikkatinizi çekerim, “Biraz bir şeyler yapabilecek hale gelmiştim.” diyor. Halbuki Mikelanj’ın rekorlarını kırabilecek ikinci bir sanatçı henüz dünyaya gelmedi. Örneğin freskle kendini ifade edebilmek... Yani betonla ve renkle. Fresk, sanat dallarının en zorudur ve onun eserlerinin üstüne çıkabilecek bir sanatçı daha yaratılmamıştır. Fresk, adeta bir kırlangıcın gagasında taşıdığı çamurla bir şeyler yapması gibidir. Akıl almaz, müthiş bir şeydir o.

A. Ç. : Ancak sanatçının ödediği bedeller de buna göre artıyor değil mi hocam?

SEMİH SERGEN: Ama keyfi de bir o kadar artıyor. Vardığı yer de çok önemlidir. Örneğin kuşa verilen bir uçmak, ya da balığa verilen bir yüzmek keyfi. Belki onlar kendileri bilmezler ama dışarıdan görenler ve bilenler var. Tabii onlar kendilerine verilenin farkında değillerdir. Ancak insanın farkı da bana göre bu noktada açığa çıkıyor. İnsan, farkedebilsin diye yaratılmıştır. Onun için yaratılmışların en mükemmelidir. Onun için, eşref-i mahlugattır. Ve tanrıya en yakın olandır.

A. Ç. : “İnsanı yeryüzünde halifeler kıldık.” buyuruluyor değil mi hocam?

SEMİH SERGEN: Elbette. Ancak onun dışında bir nokta daha var. Bana göre en can alıcı kısım da burasıdır. Ne diyor Yüce Mevla? “Ben bilinmek istedim de insanı yarattım!” İşte bu nokta, insanın tanrıya en yakın olduğunu gösteriyor.

A. Ç. : Hocam, tasavvufun batı felsefesindeki köklerini ve yansımalarını araştıran bir felsefe mezunu olarak size, ünlü Alman filozofu Karl Jaspers’in “Obje-Suje Yarılması” dediği şey ile tasavvufi süreç arasındaki ilintiyi sormak istiyorum. Jaspers, o yüce hakikate Kuran-ı Kerim’de de geçtiği üzere “Çepeçevre Kaplayan” diyor. Ona göre bu yüce hakikati bilmek isteyen ve epistemolojik bağlamda suje (bilen) konumunda olan insan, bu hakikati bilmek için onu nesne edinmelidir. Tabii nesne edinebilmek için de karşısına almak durumundadır. Ancak suje (bilen) konumunda olan insanın, obje (bilinen) konumda olan bu yüce hakikati kendisinden söküp alarak karşısına alma şansı da yoktur! İşte bu noktada obje-suje yarılması açığa çıkmaktadır. Ben Jaspers’deki bu noktayı, tasavvufta ilm’el yakin, ayn’el yakin ve hakk’el yakin mertebeleri aşılmak suretiyle varılan “Enel Hak” noktası ile hayli ilintili buluyorum. Hatta belki de aynı. Siz bu bağlantılara ilişkin neler söylersiniz?

SEMİH SERGEN: Elbette ki öyle. Bunlar birbirleriyle tamamen alakalı olaylar. Sen yeter ki hakikati bilmeye talip ol. Sen hakikate talip olduğun, onun eşiğine vardığın vakit o kendini gösterecektir zaten. Bunun batısı doğusu olmaz. Hakikat, her daim tektir. Örneğin son yazdığım eserlerden birinde bununla ilgili bir nokta var. Hikayede aç, ekmeğe ihtiyacı olan bir köylü çocuğu bir gün Hacı Bektaş Veli’nin yanına gider. “Burada Hacı Bektaş diye bir adam varmış. Olsa olsa padişahtır.” der ve ondan köyündeki aç insanlar için buğday ister. Burada kendisine “Sana nasip verelim, himmet edelim.” denir ama köylü çocuk “Köydekiler aç. Bana himmet değil, buğday lazım.” diyerek diretir. İşte bu çekişmenin temelinde bilmezliğin karanlığı yatmaktadır. Başlangıçta bilmiş olsa, elbet kendine sunulanı almak isterdi ama bilmiyor ve diretiyor; “Aç adama himmet ne fayda eder? Bana buğday gerek!” Ardından “Doldurun çuvallarını!” deniyor ve kendisine buğday veriliyor. İşte bu, talip olma noktası bence. Önce talip olacaksınız. Ama tabii sonsuzun tadına varmak istemek de o kadar kolay bir hadise değildir. İlim denen güzelliğe erebilmek için de elbet yürünecek. Ne diyor Yunus? “İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmez isen, bu nice yaşamaktır?” İlim tek ve birdir. Ancak ona erebilmek için talip olmak ve yürümek de şarttır.

A. Ç. : Peki hocam, şimdi biraz genelden özele doğru gelip size dönersek, tasavvuf denilen deryaya savrulmuş sanatçı bir kimlik olarak, bu savruluş serüvenini nasıl açımlarsınız? Neydi sizi tasavvufa çağıran şey?

SEMİH SERGEN: Ben tasavvufu nasıl tanımlıyorum biliyor musunuz? Bir renk körünün renkleri görmeye başlaması gibi... Kişinin gözleri zaten açık, kişi görüyor. Ancak asıl ihtişam ve mana renklerde. Kişi onu göremiyor! Bu sebeple ben tasavvufa dahil olamamış insanlara hep acıyarak bakmışımdır. Yalnız buradaki acıma bir küçümseme şeklinde değil elbet. Buradaki acıma, o insanın bihaberliğinden ötürü duyulan derin üzüntünün bir ifadesi. “Neden o manayı, renkleri göremiyor ki?” sorusunun bir yansıması. Örneğin tiyatro bölümünde benim hocalığımdan sonra tasavvuf merakı, ilgisi başlamıştır. Benim pek çok öğrencim artık tasavvufun farkındadır. Ancak “Siz O’nu nasıl buldunuz?” diye sorarsanız, tabii şakayla karışık “Kolay buldum.” derim. “Ben şanslıyım, O’nu hemen buldum. Daha doğrusu ben bulmadım, buldurdular…

A. Ç. : Peki hocam, nihilist (hiççi) bir süreçten geçtikten sonra o hakikati yakalayan yolcular için ne söylenebilir? Örneğin ünlü varoluşçu Alman filozofu Heidegger; “Hiç yaşantısından geçmeden Varlık’a erişilemez.” diyor. Bu noktada neler söylersiniz?

SEMİH SERGEN: Tabii inkar edenin bulması da çok önemlidir. Bu süreçten geçerek O’na erişen çok yakın dostlarım da olmuştur. Ancak dedim ya, ben bu konuda şanslıyım. Bana çabuk buldurdular.

A. Ç. : Hocam, “Dünya müminin zindanıdır.” deniliyor. Aşkı, cezbeyi yakalayarak o yüce sırra mazhar olan yolcular için bu dünya çekilmez bir hale gelmiyor mu? Gerçi onun 99 isminden birinin de El-Kahhar (kahır yüklü olan) olduğunu biliyoruz ama, bu noktada neler söyleyebilirsiniz?

SEMİH SERGEN: Bakınız, dikkat ediniz. “Müminin zindanıdır.” deniliyor. Mümin, gerçeğin farkına varandır. Gerçeğin farkına varan ise ne altına aldırış eder, ne dünya nimetlerine bakar. Onun istediği nokta çok daha ilerideki bir noktadır. Dolayısıyla mümin ne verirsen ver, tatmin olmaz! Onun istediği farklıdır. Zaten o sana “Doyma!” diyor. “Daha fazla iste!” diyor. Neden “Bana seni gerek seni!” diyor Yunus? Çünkü doymuyor, doyamıyor da ondan.

Şimdi Hz. Mevlana ile Şems’in, o “İki denizin kavuşması” denilen birlikteliklerine bir bakalım ve Şems’in Hz. Mevlana’ya yönelttiği o temel soruya gelelim... İki derya karşılaşıyorlar. Şems tutuyor Mevlana’nın atının dizginlerini ve soruyor; “Sana büyük alim derler. Söyle bakalım, Hz. Muhammed mi büyük, yoksa Beyazıt-ı Bestami mi?” Herkes şaşkına dönüyor! Böyle tuhaf soru mu olur? Tabii Mevlana biliyor Şems’in kendisinden ne istediğini ve sükunetle cevap veriyor; “Elbette ki Hz. Muhammed büyük!” Ardından Şems tekrar soruyor; “Olur mu ama? Ne diyor Hz. Muhammed? ‘Biz seni gereği veçhile bilemedik!’ diyor. Halbuki Beyazıt-ı Bestami ‘Menem ol Hz. Allah! Bakın cüppemin içerisinde Allah’tan başka bir varlık yoktur!’ diye konuşuyor.” İşte Mevlana’dan Şems’e gelen yanıt; “Beyazıt-ı Bestami bir noktaya vardığı zaman kendini tanrı gördü. Onun için bu güzellik içinde mest olup, öyle konuştu. Ancak Hz. Muhammed ise günde yetmiş mertebe aşıyor, her vardığı mertebede de ‘Biz seni gereğince bilemedik ya rabbi!’ diyordu.” İşte o zaman Şems ağzından köpükler saçarak dizginlerini tuttuğu atın ayakları dibine düşüverdi. İşte bu cevabı unutmamak lazım...

A. Ç. : Hocam, Mevlana’nın Şems’ten sonra Kuyumcu Selahattin gibi, Çelebi Hüsamettin gibi başka dostları da var değil mi? Ancak ondan sonraki dostlarına “Aynı sevgili boz hırkaya büründü, yine geldi.” diyen Mevlana için Şems’in hepsinden kıymetli olduğundan söz edebilir miyiz?

SEMİH SERGEN: Evet, bunu söyleyebiliriz. Çünkü Mevlana Şems’de kendisindeki duyguyu, aynı frekansı yakalamıştır.

A. Ç. : Peki hocam, Yunus Emre’nin Hz. Mevlana’nın meclislerinde bulunduğu yönünde rivayetler var. Bu doğru mudur acaba?

SEMİH SERGEN: Evet doğrudur. Yunus Emre Hz. Mevlana’nın meclislerinde bulunmuş, onun ilminden istifade etmiştir. Hatta hazırladığım son oyunum Hz. Mevlana ve Yunus’un sohbetleri üzerinedir. Zaten bu isimlerin hepsi Allah’ın sultanlarıdır ve hepsi de aynı kaynaktan hareket etmişlerdir.

A. Ç. : Hocam biraz da tasavvuf-felsefe ilişkisinden söz edelim. Tasavvuf-felsefe ayırımına ilişkin fikirleriniz nelerdir? Örneğin felsefenin sürekli mantıksal bir taban üzerinde yükseldiğini ve metafiziğin karşısında yer aldığını düşünen, bu sebeple de tasavvufla felsefenin asla örtüşemeyeceğini savunan bir kesim var. Sizce tasavvuf-felsefe ilişkisi nedir? Ya da “Tasavvuf Felsefesi” gibi bir ifadeden söz etmek mümkün müdür?

SEMİH SERGEN: Tasavvuf Felsefesi şeklinde bir ifade yanlıştır. Felsefe zaten düşünce sistemi demektir. O zaman “Tasavvuf Felsefesi” demenin bir anlamı yok. Mevlana’nın ünlü kitabı “Fihimafih”, bunu en güzel şekilde açıklar. Zaten felsefe de tasavvufun içindedir. Zira felsefe, yaratılmışın ortaya koyduğu bir şeydir. Halbuki tasavvuf bizzat yaratanın kendisidir. Yaratılıştır tasavvuf. Şimdi senin kendini anlatmanla, senin öğrencinin seni anlatması aynı olabilir mi? Olamaz böyle bir şey. Zaten o öğrenciyi yaratan kendisidir. Ben bu konuyu televizyonda yaptığım bir programda da tartıştım. Orada da aynı sonuca varıldı. Tasavvuf tasavvuftur, felsefe felsefedir. Tasavvuf Felsefesi yanlış bir ifadedir.

A. Ç. : Hocam bu güzel sohbetin sonunda yaşamı, hakikati sorgulayan insanlarımıza ve özellikle her zaman önem verdiğinizi bildiğimiz gençlerimize neler söylemek istersiniz?

SEMİH SERGEN: Ömür çok kıymetlidir ve çabuk geçer. Gençler evvela bunun farkında olmalılar. İkinci önemli nokta ise, talepkar olma noktasıdır. İlim talip olmadan, emek vermeden edinilmez. Talepkar ve araştırıcı olsunlar. Mesela sen şimdi bana telefonu açıp da, “Hocam bir röportaj yapabilir miyiz?” demesen, ben seni nereden bileceğim? Bu sebeple sürekli bir arayış içerisinde olmak şarttır. Üçüncü bir nokta ise, edinilen bilginin paylaşımıdır. Gençler paylaşımcı olsunlar ve bilgiye adeta bir emanet gözüyle baksınlar. Bilgiyi paylaşmak da en az edinmek kadar önemli ve gereklidir.

Uzun yıllardan beri Gölbaşı’nda oturan Semih Sergen’le Gölbaşı’nın yapısı ve içinde bulunduğumuz kültür erozyonuna yönelik de görüştük. Çok fazla kırıcı olmak istemese de, kültürel alanda yaşanan dejenerasyonun sanata ve medyaya olan olumsuz yansımalardan hayli şikayetçi olduğu sezilen usta sanatçı, konuyla ilgili olarak şunları söyledi; “Öncelikle Gölbaşı turistik konumu olan özel bir ilçedir. Ancak yazık ki, gerek yapılaşmasında, gerekse kültürel tabanında bunun sağlıklı yansımalarını yeterince göremiyoruz. Bu önemli ilçeye hizmet veren idarecilerin biraz daha aktif ve yaratıcı olmaları gerekiyor kanaatimce. Genel olarak yaşadığımız kültürel çöküşe bakacak olursak, bunun sanata da, medyaya da olan yansımaları ortada. Bizim medyamızda herkes yargıç olmuş durumda. Siyaseti de, sanatı da, sporu da, her şeyi de onlar konuşuyor, onlar karar veriyor. Arkalarını dönüp bir baksınlar bakalım, acaba hiç bilenler konuşuyor mu? Neticede aynı negatif süreç sanat alanında da mevcut. Artık “Sanatçı” kavramı öz niteliğini yitiriyor. Sanatçı, kasetleri üç ay dillerde dolaşan insan değildir. Sanatçı coşku yaratandır, misyon sahibidir.

Röportaj Ayten ÇALIŞ

 
Toplam blog
: 27
: 1562
Kayıt tarihi
: 19.01.07
 
 

İsmim Ayten Çalış. Tanıyanlar soyadımla müsemmâ olduğumu söylerler, bilmiyorum! Ama "Sen kendini ..